akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2025 Çarşamba

Bir Fotoğrafla Gönül İlişkisi

Tüm hayatım boyunca gözümün önünde kimsenin fotoğrafı olmadı.

Ne işyerimdeki masamda, ne de başka bir yerde.

Ama yıllar yıllar sonra bir fotoğraf bilgisayarımın ekranındaydı.



Evet, fotoğrafı ben çekmiştim.

Hayatımda çektiğim en güzell fotoğraftı ifadesini çokk rahatlıkla kullanabilirim.



Epeyi zaman önceydi,



10 yılı epeyi aşmış olduğunu da,

rahatlıkla söyleyebilirim.




Ruhumun enn karanlık halinde dahi olsam,

ekrandan bana gülümseyen o yüz,

darmadağın ediyor tüm karanlıklarımı.



Defalarca kullandığım ve bayıldığım

ve bıkmadığım tanımlamayı,

bir kez daha kullanırsam:


O enn sevdiğim kadın.



Hâlâ sırlarını çözemediğim bir anlam ve güzellik var fotoğrafta.

Sonuçta dünün bebesi değilim.

Aşkla da tarif edemem,

çünkü külliyatımda aşk diye bir kelime de yoktu.



Fotoğraftaki kadını görünce ve tanıyınca,

bir başka dünyanın var olduğunu da görmüş oldum.



İşin içine aşk girdimi şöyle bir geriye dönüp bakasım gelir.

Elbette yaşanan her an kıymetlidir. Ama birisi vardır ki,

bütün savunma hatlarınızı yerle bir edebilir.



Şarkının bu yorumu ile rastlaştığıma göre...

Şanslı bir adam olduğum da kesin!



30 Mayıs 2025 Cuma

Ben Yazım Sen Yaz

İşi kapatıp yola koyulmam gerek. Planımda yine Tekkeköy var. Öğle yemeğimi yine eski istasyon binasındaki, artık kent lokantası evrimini yaşayan ama eski konseptini, o kafeterya halini daha çok sevdiğim Gar'da yiyeceğim; bir kez daha. Anladım ki bugün biraz geç kalmışım. Marketten alınmış ve kızartılmış tavuk şinitzele razı gelmem gerekiyor. Minik sütlacımı, suyumu, çorbamı, bulgur pilavımı da alarak masama geçiyorum. Her ne kadar bugünkü menüden hoşnut olmasam da yine de binanın ve çevresinin güzelliği, hâlâ yerinde duran rayların hatırına keyfini çıkaracağım.


Bugün dondurma düşünmüyorum. Can arkadaşıma uğrama fikrimi de erteliyorum, trenin keyfini çıkarıyor ardından kendimi çalışma masamda buluyorum. Telefonumda bir arama var, Enn Sevdiğim Kadın. Elbette anında arıyorum; yine enfes, yine çok keyifli, yine onu ne kadar çok sevdiğimi hissettiğim bir sohbet. Hafta sonu takılalım mı, diye soruyorum. Yanıt olumlu, ikimiz tarafında da ekstra bir şey çıkmasın diye duacıyım.

Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri geliyor. Önceki akşam gökyüzü muhteşemdi, deniz de ondan geri kalmamıştı lakin ben fotoğraf makinemi yanıma almamıştım. Bu kez sırt çantamda!

Upuzun sahili olan şanslı kentin şanslı insanları enfes bir gün batımını ve ressamın gökyüzüne çizeceklerini izlemek, tadını çıkarmak için hazırlar; dünse ben hem biraz geç kalmış hem de fotoğraf makinesi ile evden çıkmamış olmamın pişmanlığını yaşamıştım.


Bu akşamsa fotoğraflarla süslenmiş yazısını bir an önce baskıya yetiştirmek isteyen acar muhabir pozundayım. Bu enfes gösteri için süremin az olduğunu biliyorum. Hızlı hareket etmem gerekiyor, sabit bir noktada kalmayıp yürümem de gerekiyor. Fotoğraf çekerken ve kumsalda ideal bir noktadayken çok yakınımdan biri sesleniyor. Bizim mahalleden bir komşu, fotoğraf çekiyor olmama şaşırmış, tahmin etmezmiş, blogum için çekiyorum dediğimde daha da şaşırıyor. Arkadaşları ile de tokalaşıp bir başka hedef noktama doğru yürümeye devam ediyorum.


Bize hayatın sunduklarına bir kez daha teşekkür ediyorum yürürken. Buraların hiç para etmediği, taa tepedeki köyün daha çok para ettiği, şehrin küçük nüfusunun az, biz kardeşlerin tıfıl, ulaşımınsa bizim buralara zor olduğu zamanlarda almıştık arsayı: Anayoldan kumsala kadar uzuyordu ve iki yanımızın birinde kamuya ait bir kampın, diğer yanımızda da Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'nün olması, tel örgülerinin de denizin ortalarına varması nedeniyle kimselerin giremediği kocaman, yan yana iki komşu olarak kullandığımız müstakil bir plajımız olmuştu.

Şu anki halini görenler ve bilenler elbette zamanında üç kuruş para eden buralardan toprak almadıklarının pişmanlığı içindeler. İçme suyumuz yoktu ama bir şansımız vardı. Jandarma Komando tam karşımızdaydı, onlar tepe köydeki kaynaktan, borular döşeyerek su getirmişlerdi ve o su sol yanımızdaki Meteoroloji Müdürlüğü'ne, bizim arsanın önünden geçerek de Topraksu Kampı'na uzuyordu. Jandarmada üst düzey komutan olan tanıdıklar vardı, diğer kurumlarda da... Çünkü onlar da bizim müşterimizlerdi, araçlarının yedek parça ihtiyaçlarının tedarikçisi bizdik. Dolayısı ile onların ortaklaştıkları su hatlarından bir hat da bizim eve gelmişti üstelik bedavaydı, henüz belediyemiz de yoktu!


Bu olanaklar olmasa ve suyu gidip de çeşmeden dolduruyor olsaydık, muhtemelen bu evde sadece yazları oturuyor olacaktık. Annem, babannem, babam buraya çok uzak, güneydoğuda bir köyde dünyaya gelip orada büyümüşlerdi. Dedem bir demiryolcu olarak Samsun'a gelmeseydi, tüm bu olanaklara muhtemelen kavuşmamış olacaktık. Onların elinde pişmek büyük çocuk olarak üstlendiğim sorumlulukları daha ileri taşımak adına büyük ve emsali bulunamaz bir motivasyondu benim için. Yoksa bir aylık askerken babayı kaybetmenin ardından ayakta kalabilmek, iki küçük kardeşle hayatı önce tutup sonra ileri taşımak mümkün olamaz, kesinlikle hep birlikte başka bir hayatı yaşıyor olurduk.


Amerika hayallerim sönmüştü. Televizyon program yapımcısı ve yönetmeni olmak da... Ama başka bir şeyi başarmıştık. Toprağımızı elimizde tutmuş, imar gelmesiyle birlikte de bizden sonraki kuşağa babanın bize bıraktıklarını kat be kat aşan olanaklar bırakacak bir noktaya varmıştık. Etramızdaki pek çok insan ellerinden çıkarırken topraklarını, biz beklemiştik; çünkü bir gün D.S.İ'nin önünden geçerken bir sempozyum olduğunu görmüştüm. Yanımda enn iki arkadaşımdan biri vardı. Gel dedim girelim ve izleyelim şu sempozyumu. Girdik, duvarda asılı harita dikkatimi çekmişti. Yaklaştık ve baktık; bizim oraların imar durumu netleşmiş, parsellerimiz kesinleşmişti. Bir piyangoydu bu, büyük ikramiye bize çıkmıştı. Haritalama işi özel bir mimarlık bürosuna verilmişti, altındaki imzaya baktım. Çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim, şahane mimar bir hanımefendiydi!


Sonrası bir inşaat süreci, gittikçe büyüyen, sosyalleşen bir yaşam alanı, ona bağlı olarak daha da yükselen bir ekonomi ve çocuklara bırakılacak, babadan bize toprak olarak geçen, edinilmiş bilgi nedeniyle beklenen, diğer insanlar gibi elden çıkarılmayan ve sonucunda çoğaltılan ve sonraki nesle bırakılacak -iyi pişirilmiş- olanaklar...

Yani, birazcık öngörün varsa, sakla samanı gelir zamanı durumu!

Yazıda kullandığım fotoğraflar bizim yaşadığımız alanın sol tarafı, sağ tarafta iskele var, ötesinde yine eğlence mekânları, şahane kafeler. Bazen rastlaşır ve konuşuruz; bu toprakları satıp da ta tepedeki köyde hayatını devam ettiren çocukluk arkadaşlarımla. Büyüklerine isyan ederler, para etmez diye kızlara bıraktıkları yerler nedeniyle, aslında kıskançlıktır bu, ya da nasip. Aslında bir şeyin de altını çizer, ekonominin mantığı kabul etmiyor olsa da... Sadece inşaatla ülke bütünlüğünün zenginleşemeyeceğinin ve dolayısı ile parasının bu nedenle pul olmaya devam edeceğinin, bundan sonra da bu mantık iktidarda olduğu sürece ekonominin daha da çökeceğinin, bir göstergesidir de bu!

27 Mayıs 2025 Salı

Avare

Kafaya koymuş durumdayım. Bu kez dondurma ile yetinmeyeceğim lakin önce işleri toparlamam gerek ve biraz da erken çıkarsam, her şey çok güzel olacak!

Ve hatta en can iki arkadaşımdan birine de uğrayabilirim.

Lakin evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Biraz daha işle meşgul olmak durumunda kalıyorum ve nihayetinde yola çıkmaya hazırım. Veee tam bu satırları yazarken pencereme bir sığırcık konuyor. Daha önce yazmıştım küçük bebeklere kargaların musallat olduğunu ve sığırcıkların da yok olduğunu. Demek ki bebeleri daha güvenceli bir yerde büyütünce yuvaya döndüler. Aslında bir kaç gün önce çatıdan uzaklaşsalar da babamın ağaçlarında olduklarını görmüştüm, mini mini birlerinin... Yuvaya döndüler ama bu kez çatıya farklı bir yerden giriyorlar ve muhtemelen yuvayı da oraya taşıdılar. An itibariyle benim çalışma alanımın tepesindeler... Canları sağolsun.

Bugün hedefimde kent lokantası var, ama köydeki...

Tren delisi olduğum malum, dolayısı ile trene dair her şeyin de... Ama artık bu hatta çalışan tren yok, gar binası ve müştemilatı ise yerli yerinde. Öncesinde enfes bir kafeteryaydı, dolayısı ile benim en etkin kullandığım kitap okuma noktalarımdan biriydi. Sonraki seçimde yine AKP'li olan belediye tarafından bir vatandaşa kiralanmıştı, dolayısı ile benim ayağım kesilmişti. Bu kez ilk hamlede lokantayla ilgilenmesem de ufak bir kararsızlığın ardından girdim içeri; tepsimi aldım ve Ezo Gelin çorba, kızarmış tavuk budu, pilav, irmik tatlısı ve ekmek şeklinde toparladığım tepsimle birlikte, eskiden sürekli kullandığım masama oturdum. Çorba enfesti, tavuk kızartma lokum gibiydi, arpa şehriyeli pilav benim neyim eksik ki diyerek dansa katılıyordu. Bense keyiften ölüyordum. Kitle de çok sevimliydi. Seçtiğim tatlı ise hımmmmm tadında ve ölçek olarak da kıvamındaydı.  Ama enn hımmmm durum ise fiyatlardı, su dahil toplamda 125 TL ödedim!


Tamam, yemek ve ödediğim para muhteşemdi, ama kitap okuduğum kafeterya hali çokkkk güzeldi, dingindi. Hafta sonları ufak bir seyahat sonucunda köye varmak, Enn Sevdiğim Kadın'la sokaklarında dolaşmak, yeni keşifler yapmak, fotoğraflar çekmek, mükemmel yemekleri yerine tatlı pastaları ile keyfi katmerlemek ve bu esnada kitapların içinde yok olmak, binanın küçük müzesine her seferinde göz atmak, bizim daha tercih edeceğimiz bir haldi. O halin yokluğunu özlemediğimi söylersem yalan olur.


Tıka basa doymuş durumdayım, mekânın eski işlevini özlemiş olsam da köy halkı adına seviniyorum. Ekrem Başkan yaratımı bu kent lokantaları konsepti için ona teşekkür borçlu olmanın bilincinde de olsa insanlar diye aklımdan geçiriyorum; ama toplumsal hafızanın o nezaketi, centilmenliği tüketeli çok olduğunu da biliyorum ve ikinci kez yeni keşif dondurmacımdayım.

Bir gün sonra beni görmek şaşırtıyor genç patronu... Bu kez sen seç diyorum, bu enfes ve tepeleme dondurmayı hazırlıyor. Kaldırımdaki şirin masalarından birine oturuyorum. Tepemde bir şemsiye var; güneşten korunmak için değil ama! Kuşların bıraktıkları bombalar altında müşterinin telef olmaması içinmiş! Yine çok keyifli bir gün, içimi yakanın kafeteryanın kent lokantasına dönüştürülmüş olmasına rağmen, hayatımdan, çok sevdiğim bir taşın sökülmüş olduğunu da hissediyorum. Yeni bir kitap okuma noktası bulmam lazım, şehir merkezinin uzağında olmalı ki şu an aklıma gelen ve bu istasyon güzelliğinin boşluğunu doldurabilecek hiç bir yer yok.

Öksüz hissediyorum kendimi...

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Gülbastı

Yazının fotoğraflarını dün sabah erkeninde çekiyorum ve yerleştiriyorum. Güllere bir müzik açıp buyurun piste desem yeridir; çünkü bu hâlleri büyük sürpriz! Ben daha bir kaç güne ihtiyaçları var diye düşünürken içlerinden iki tanesinin evden çıktığım anda rastlaştığım hallerini görmek zıplatıyor beni... Sevinçlerim anında dans edip sürekli çakkk yapıyorlarken ben eve dönüp fotoğraf makinemi alıyor ve bir kaç poz fotoğraflarını çekiyorum. Sonrasında ise makineyi eve bırakıp market yoluma kaldığım yerden devam ediyorum. Eve dönünce de öğlene kadar işime bakıyorum,

ve kaçış vakti geliyor!

Bu kez fotoğraf makinesini yanıma almıyorum. Bu bir kaçış denebilir mi, denebilir. Sırt çantama yağmayacağını bildiğim halde her olasılığa karşı yağmurluğumu atıyorum. Suyum da sırt çantamda ve an itibariyle her şey yolunda. Kararımı netleştirdim ve istasyondayım ve kısmetli bir günümde olmalıyım ki ilk gelen tren benim son istasyonuma kadar gidecek olan.

Bu şahane bir durum, aynı zamanda kaçış yolunda güzel bir jest. Motivasyonum bir kat daha tepeye yaklaşıyor çünkü bir yanım ikircikli bir haleti ruhiye içindeydi ve an itibariyle o da coşmuş durumda. Mutluyum, damarlarımda trenlerin dolaştığını kim bilir kaç yazımda yazmıştım, o halde bir kez daha coşkuyla yazmalıyım. Bilenler bilirler ki demiryolu aşkımın müsebibi demiryolcu olan dedemdir ve O ve babıda ile yapılan yolculukların her biri bir masaldır benim için. Bir kez daha altını çizersem, genetiğime nakşedilmiş olduğu üzere damarlarımda trenler dolaşır benim de.


Tren şehrin banliyösinden başlayıp, şehrin içinden ve sanayi sitelerinden geçip, son istasyon Tekkeköy'e varıyor ve bir uçtan bir uca gitmekse, tıka basa doluluğuna, çoğu zaman uzun süre ayakta kalmama rağmen beni keyiften öldürüyor.


Köyün merkezine doğru yürüyorum. Denize uzaklığı kendini gösteriyor. Hava şehirdeki duruma göre sıcak. Hedefimde buraya geldiğimde sıklıkla uğradığım; adına, çalışanlarına, görüş alanına bayıldığım Şehrin Kırıntısı adlı mekân var.

Siparişimi verip görüş alanı dağlara varan masalardan birine oturuyorum. Bir gülümseme var yüzümde. Önceki gelişimde iki çok hoş hanımefendiden biriyle aramızda oluşan sessiz iletişim. Flörtöz bir hâl, muhteşem bir yaşam ânı. Sarkmak yok ama kim bu bir şeyler atıştırırken kitabını da okuyan adam merakı çok ve ikili arasındaki cümleleri kısmen tahmin edebiliyorum, ama çaktırmadan bakışları muhteşem.

Güne dair uzun bir yazı yazıyorum o gün ve elbette o muhteşem ama tertemiz ânı da şu kelimelelerle anlatıyorum yazımda:

"Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı."

Köyün içine dalıyorum. Uzun zamandır gelmemiş olmanın özlemi çok. Bi' Meyhane'nin önünden geçerken yine bir gülümseme bende, çünkü enn sevdiğim kadınla o meyhanede takılmayı düşünmüştük. Pavyon mantığıyla işletilen bir yer olabileceği ihtimali idi beni çekimser bırakan. Köyden hiçbir kadının gitmeyeceğini düşünmüştüm.

Epeyi bir vakit geçiriyorum köyde, bir yerde otursam bir yemek yesem fikrim stabil. Ancak daha önce fotoğraflarını çektiğim, daha sonra yıkılan tuğlalı muhteşem evlerin önünden geçerken bir kez daha üzülüyorum. Ve yerlerine kız öğrenci yurdu yapılacağını öğreniyorum.

Ama hayat her an bana bir sevinç yaratmak için tetikdedir, bunu da bilirim.

Köyün merkezinden uzaklaşıp bir başka yoldan aşağı doğru yürümeye başlıyorum ve ta ta taaa! Bir dondurmacı, kaldırıma atılmış üç küçük masası ve şemsiyeleri ile çok sevimli. İki genç kız masalardan birinde. Diğerine sırt çantamı bırakıp dondurma dolabının önüne konuşlanıyorum. Genç adam yaklaşıyor, beş çeşit dondurmayı seçiyorum, üzerlerine erimiş çikolata eyvallah, dövülmüş fındık ceviz karışımı eyvallah, 50 TL. ödüyor ve masama oturuyorum ve ilk kaşıkta düşüp bayılıyorum. Dondurmaları kendisi yapıyor, bu kadar çeşit için bravo sana diyorum. Çokkkkk beğendiğimin altını çiziyorum, ellerine sağlık deyip hayırlı işler dileyip yola revan oluyorum.

Şimdi trendeyim. Sağ önümde iki kişi konuşuyorlar. Ayakta olan sürekli bana bakıyor ve sonunda soyadımla sesleniyor. Kısa bir nasılsın sohbeti lakin ben çaktırmadan düşünmekteyim. O benden önce iniyor ve hemen geri dönüp kapıdan soyadımla seslenerek bana, iyi günler diliyor. Bu sevimli ânı elbette karşılıksız bırakmıyorum.

Bu mutlu günü de karşılıksız bırakamam, buna keyfim başta olmak üzere tüm paydaşlarım karşı çıkarlar, biliyorum. Bizim sahilde kısa bir tur atıyor, saatin ruhları dürtükleyen vakte gelmesini bekliyor, bu tür alışverişlerimi yıllardır onlardan yaptığım, içecekleri her zaman buzz gibi olan mekâna uğruyorum.

Dolaptan buzzz gibi Bomonti Filtresiz'i alıyor, onun yanına da bir paket yoğurt ve mevsim yeşillikli Lay's ekliyor, Enn Sevdiğim Kadın'ın online toplantılarının yoğun olduğunu biliyor, bu nedenle zor zapt ettiğim parmaklarımın telefona gitmesini engelliyorum...

22 Mayıs 2025 Perşembe

Dün Bugün

Muhteşem bir gün aydınlanması bas bas bağırıyor. Enfes bir sabah. Heyecanım tavan, çünkü enn arkadaşlarımdan birine gitme düşüncem var. İki kere gitmiştim ancak birinde cumartesi günleri kapalı olduğunu düşünememiş, ikincisinde ise kızını okuluna ve eve yerleştirmek için İstanbul'a gittiğini öğrenmiştim. Küçük bir plan yapıyorum ve öğleden sonra yola düşerim kararına varıyorum.

Ve gün, ışığına iyice kavuşmadan onunla iki lafın belini kırmak ve izniyle de fotoğraflarını çekmek istiyorum. İznin olur mu diyorum, gülümsüyor. İnsanlar henüz uykuda bense sessizliğin tadını çıkarıyorum. Kıyıya inmeden önce ilk fotoğraf için hazırlanıyorum. Eğer elimi çabuk tutmazsam istediğim fotoğraf olmayacak endişesi ile ilk pozu salon penceremden kısmi zum kullanarak çekiyorum. Karşılıklı bir gülümseme şimdilik!


Evden çıkıyorum, bahçeden tam çıkarken bi ıslık sesi ile uyarılıyorum. Sesin henüz tomurcuk güllerden geldiğini düşünürken, onlar beni işaretle sol tarafıma yönlendiriyorlar. Enfes bir sohbet var orada, ıslığı çalan gülümsüyor, ikinizi birlikte çekerim diyorum, olur diyorlar.


İskele Kafe son derece ciddi, oysa az önce gülüyordu. Sanırım pozlar bana, yaz geldi açılışı yaptık sen nerelerdesin havası bu. Kızgınlığı henüz sıcakken uzak dursam iyi olur diye düşünüyorum ve kendimi fark ettirmeme gayreti ile uzak mesafeden fotoğrafını çekiyorum. Aslında bu durum işime de geliyor çünkü bulutlar da duruma dahil olmuş, el çırparak beni uyarmışlar, hatta pozlarını da vermişlerdi. Sonuçtan sanırım hepimiz memnunuz. Çünkü şu an bana el sallıyorlar, gönüllerini alacağımı biliyorlar.


İşlerime dönüyorum, kahvaltı planım net. Kahvem kupamda çöreklerim kasede. Çöreklerin şekerimsi tadına bayılıyorum. Şekersiz ve filtre kahve ile uyumları olağanüstü. Piyasalar açılmış durumda, gazetelere şöyle bir göz atıyor, memleket hallerini şöyle bir kokluyorum. Özgür Özel'in performansını çokk takdir ediyor, hatta Lise yıllarımızdaki mavi gömlekli -genç- Ecevit'e benzetiyorum. Ama gençlik baş tacım, hiç de şaşırmıyorum. Çünkü hep savunduğum bi duruş var, iş hayatı da dahil olmak üzere... İnsanlara içtenlikle, yalansız dolansız dokunmayı bilmek her alanda sorun çözen önemli bi silah, bence... CHP uzun bir aradan sonra bunu başardı, bunca baskı altındaki bu kitlesel performans muhteşem. Kahvemi keyifle içebilirim ve belki bugün de ilerleyen saatlerde işten kaytarabilir, yine dünkü gibi trene atlayıp uzaklara gidebilirim!


Ve çok uzak olmayan bir zamanda, belki de üç kadim arkadaş, enn sevdiklerimizle bir masada buluşabiliriz.

Önce biz bize ama,

biraz dedikodu yapmamız lazım!

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Acar Muhabir

Anlatıyor...

2.Bölüm,

İnce İşler...



Caddenin gidiş tarafı kapatılmış. Fotoğraf makinemi sırt çantama atıyorum. Bir de su alıyorum yanıma, aslında bizim mıntıkada kalsam önümden geçecekler, fakat virajı aldıklarında düzlüğe varmış olsalar da oluşacak kısa mesafe ve zaman çok kare çekmeme yetmeyecek. Bir yanda da zaman bilgimin eksikliği var, ne zaman başlayacak ve bulunduğum noktadan ne zaman geçmeye başlayacaklar bilmiyorum. Bu durum üzerine fotoğraf makinemi sırt çantasından alıp elimde tutuyorum ve ters istikamette yürümeye başlıyorum.

Hedeflediğim nokta uzun bir düzlüğün başlangıcı.

Virajı dönüyorum. Biraz daha yürüyüp uygun noktaya yerleşiyorum.

Yolun sol tarafında, orta refrüjün olduğu yerdeyim, hızlı bir grubun geçiş hızlarının tavan yapacağı bir düzlük.

Epeyi bir zaman sonra uzaktaki virajı dönüyorlar ve uzun düzlükte son hızlarını kullanarak avantaj yakalamak istiyorlar. Bu grup önümden geçtikten sonra orta refrüjden ayrılıp karşı kaldırıma geçiyorum ve kadın bisikletçileri bekliyorum. O sırada nal toplayanlar tek tek ve uzun aralıklarla önümden geçiyorlar. Asıl hedefim uluslararası yarışlara da katılan kadın ve erkek bisikletçiler. İlk olarak erkekler grubu virajı dönerek görünür oluyorlar ve birazdan maksimum hızla önümden geçecekler.

Rekabet muhteşem, hızını limite vardırmış bir yarışmacı "Sağı boşaltın... sağı boşaltın," diye sürekli bağırıyor. Önce durduğum yer yanlış mı, sözler bana mı diye düşünüyorum, sonra anlıyorum ki hızından dolayı ve kalabalık nedeniyle sola geçemeyeceği için yol istiyor.

Ben de orta refrüjden ayrılıp sağ kaldırıma geçiyorum ve kadınları bekliyorum. Bu süreçte de çok gerilerde kalmış ikili ya da dörtlü gruplar halinde ya da tek başına kalmış bisikletçilerin fotoğraflarını çekiyorum, kararlılıklarını alkışlıyorum.


Elimde bir tomurcuk gül var. Zihnimde de hayaller... Enn Sevdiğim Kadın, 3 aylığına yurt dışında bir üniversite de olacak, sınavlara girdi ve kazandı. Şu an birlikte gitmeyi düşünüyoruz. Bu kez kendimi çok kararlı görüyorum. Vize sorunu yaşamayacağım kesin gibi, tüm şartları yerine getirebilecek durumdayım. Kendim kendime bir nedenle fren yaptırmazsam ve son dakika olağanüstü ve zorunluluk olan bir terslik çıkmazsa bu kez kesin gibi. Yine de dilimi ısırıyorum, bekleyip göreceğim. Bir de sorunum var benim, onca ilişkinin içinden gelip geçmiş ben O'nunla tanıştıktan sonra bir yazımda şöyle demiştim: O benim son kalem!

10 yılı çoktan aştık ki daha çok kendime şaşırıyorum.

Ve fark ediyorum ki ve sıklıkla yazılarımda ifade ettiğim gibi O'nu gittikçe daha çok seviyorum. Bir çok ilişkisinde "Seni seviyorum," demeyi bilmeyen, kullanmayan ben; ifadeyi şaşılacak derecede çok kullanıyorum;

istemsizce,

kalbimden akarak...



Cengiz'lerin mahalledeyim. Cengiz benim enn efsane gezimdeki yol arkadaşım. Yaşlarımız 18-19... 12 Eylül darbesinde Marmaris'de enfes bi günde, sokağa çıkma yasağı sayesinde şahane kızlarla tanıştığımız, hayatımızın en hoş sohbetli, en anlatılası gecesini yaşadığımız, hatta benim askerlik dönüşümde onlarla birlikte uzun bir gezi planladığımız... Ama gerçekleştiremediğimiz.

O gün ve bu cümleler birden gökten zembille indi aslında. Normalde bu yazının içinde olmaları mümkün değildi. Ama şu Buraneros birden meraklandı. O gecenin karakterlerinden birinin ad soyadını girdi, ki o muhteşem geceyi daha önce yazmıştı. Bu kez yazmak, ufacık da olsa söz etmek gibi bi niyeti yoktu. Önüne sayfa açıldı, o da hiç değişmemiş diye düşündü, sokakta rastlaşsak bilirdim dedi. Ve hâlâ ülkenin çok büyük ve önemli şirketlerinden birinde önemli bi pozisyonda olduğunu da anladı; soyadı değişmemişti.

Ve kızlar grubu virajı hızla dönüyorlar, makine hazır ben de hazırım, hızlarına konsantre olmuş durumdayım; bir noktayı mirengi belirliyorum. Oraya vardıklarında seri fotoğraflar çekeceğim! Çekiyorum ve onları ayıklayıp arşivime yerleştirdikten sonra en beğendiğim kareyi de yazıma ekliyorum.

Ve yine yazarken ve yine harman olduğum bir yazıyı sonlandırırken ve harman oldum ifademe binaen, hayatımdaki bir yaşanmışlıkta -okurlar bilecektir- çok ama çokk özel bir yeri olan Fikret Kızılok Abi'nin, çokkk güzel şarkısını, üstelik Fikret Abi'nin gitarı ile bana çalıp söyleyen o güzel kızı, bir kez daha anmadan geçemiyorum...

Bir yanım nereden çıktı şimdi bu şarkı ve o güzel kız derken ve bana Enn Sevdiğim Kadın'ı işaret ederken...

Ben de ona diyorum ki... "Sen, Enn nedir, bilir misin?

Pek farkında değilsin,

sanırım!"



18 Mayıs 2025 Pazar

Hüzün

Muhteşem bir yaz sabahı, saat 05:43. Sığırcıklar yazlığa gelmiş durumdalar, güneş henüz yok.

Hummalı bir çalışma var bir kaç gündür.

Çatıdan çıkıp aşağı doğru uçuyorlar, bir süre sonra da gagalarında taşıdıkları çalı çırpı ile ve tam anlamıyla koordinatlarını belirlemiş bir uçak gibi yükselerek gelip çatıya giriyorlar ve malzemeleri bırakıyor, sonra tekrar çıkıp alçaklara konuyorlar,

ve bu kargo sürecini izlemek keyif veriyor.

Bir de tehlike var. Kargalar! Onlar kötücüller, serçeleri yakalayıp yiyorlar. Bu yiyorlar kısmından çok emin değilim, bir kez bir karganın bizim çatıya dalıp ağzında serçe ile çıkıp karşı binanın çatısına konduğunu ve ağzında çırpınmakta olan ve imdat diye bağıran serçenin halini gözlerimle gördüm ve kargalara kızdım, soğuğum.

Sığırcıklar daha güvenli bir yere taşındılar diye düşünmekteyim şu an. Ve yazının tam burasında kalkıp salona geçiyorum. Balkon korkuluğu ve pencere camı pırıl pırıl. Bu sığırcıkların her yıl geldikleri yazlıklarını terk ettikleri demek!?

Tamam başıma iş açıyorlardı, hergün temizlemek zorunda kaldığım camları ve balkon korkuluğunun metal kısımlarını silmek canımı sıkıyordu, ama alışmıştım da, yıllardır tekrar eden bu göç artık son mu buluyordu? Üstelik çatı aynı zamanda doğumhaneydi, bebelerin ilk uçuşlarını izlemek keyifliydi ve bu yıllardır tekrarlanan bir güzellikti.

Bir ıssızlık çökmüştü çatıya,

ve pencereme uğrayan tek bir sığırcık bile yoktu bu sabah.

Oysa kızsak bile varlıkları ve her yaz mevsiminde göçüp bizim çatıya yerleşmeleri, tıkırtıları kulağa hoş geliyordu. Şu an için elimde sadece geçen yaz çektiğim fotoğrafları var. Özlemedim keretaları şu iki gün içinde desem yalan olur; her ne kadar tertemiz duruyor olsa da pencere camım ve balkon korkulukarımın cam ve metal kısımları, sevinemiyorum. Ve şu an çatıda güvenilir bir noktaya saklanmış olduklarını düşünmek istiyorum.

**

Bir minik cıvıltı duyuyorum, yazının tam da burasındayken. Çalışma masamdan kalkıyorum. Sesin bir serçeye ait olduğunu bilsem de bir umut salona geçip balkon korkuluğuna bakıyorum.

Hâlâ tertemiz...

Saat 06:17, yazıya ara veriyorum. Günün takibindeyim,

sessizlik umut vermiyor olsa da...

**

Saat 09:11 tekrar salon penceremin önündeyim. Balkon korkulukları pırıl pırıl. Endişem gittikçe artıyor. Ya kargalar topluca daldılar çatıya ve malı götürdüler, ya da sığırcıklar çatıda daha iyi savunma yapılabilecek bir alana yerleştiler. Kahvaltı tabağımı hüplettim, kahvemin keyfindeyim. Hava kapalı, acaba diyorum, bu nedenle mi çıkmıyorlar çatı arasındaki evlerinden? Bense müzik dinleyip kahvemin tadını çıkarıyorum. Bu eylem nispeten olsa da endişemi geri iteliyor. Deniz sakin hava kapalı.

Hâlâ...

**

Saat 09:33, evden çıkıyorum. İskeleden müzik sesi geliyor. Bir etkinlik olduğu mutlak. Kahvemin -soğumuş- son yudumları, hazırım ve bir kaç dakika sonra dışarıdayım! Her ihtimale karşı fotoğraf makinemi yanıma alıyorum.


1.Bölümün sonu!

25 Şubat 2025 Salı

Neden Yağdın Söyle Kar


*Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü, ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedemin sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, Babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken; Adamo'nun Her Yerde Kar Var şarkısının tınıları yol alırdı derinliklerime doğru...

*

Her seferinde dua ettiğim bir kurum var; Samsun Devlet Opera ve Balesi. Bütün eski defterleri kapatıyorum dediğim bir süreci başlatmasam, dolayısıyla hayatımda bilinçli bir boşluk oluşturmasam, o boşluğu konserlere, opera ve bale gösterilerine düzenli giderek doldurmasam...

Çok yazımda söz ettiğim üzere belki de, enn sevdiğim kadına ulaşmış olmayacaktım.


Yine çok kere yazdığım ve belki de söz ettiğim üzere, eğer yazılarımı opera balenin basın yayım bölümü fark edip de paylaşmasa, benimle özellikle tanışmak istediklerini beyan etmeseler; ben enn sevdiğim kadın tarafından yapılmış yorumları o yazılarımın altında göremeyecek, onunla aramızda enfes bir yazışma süreci başlamayacak, bu süreç bir buluşmaya evrilmeyecek ve ben hayatımı, yazılarıma da yansıyacak derecede mutlulukla, keyifle, yepyeni bir heyecanla ve coşkuyla yaşamayacak...


ve hatta tanışamayacağımız için O'nunla yaptığımız tadından yenmez seyahatlerin hiçbiri de olmayacaktı.

İşte bu nedenle yolumu güzel çizen kadere ne kadar şükretsem, bunu sürekli ifade etsem; yine de duygularımı tam anlatamayacağım...


ve hatta Enn Sevdiğim Kadın olmasa nasıl bir yol yürüyeceğimi bilmeyecek, peşlerinden keyifle koştuğum hayallerim de öksüz kalacaklardı,

diye düşünüyorum...

Kar, gemi, ağaçlar, güller ve denizin fotoğraflarını çekerken...




*Kar adlı yazıdan

27 Kasım 2024 Çarşamba

Enfes Bir Akşamın Demi

23.11.2024


Benim dişçimle randevum var, Enn Sevdiğim Kadın ise bir toplantıya katılacak. Şehrin aynı coğrafyasındayız. Buluşmayı planladığımız nokta ise çok sevdiğimiz mekânlardan biri; blog dostlarımızla da çok hoş zamanlar geçirdiğimiz, mezeleri lezzetli, rakı adabını bilen, müşterileri nitelikli bir kulüp...

Benim randevum saat 15'de, gidiyorum ve işim 15 dakikada tamamlanıyor. O'nu arıyorum, toplantısı henüz tamamlanmamış, o halde istikâmet Hakan diyorum. Orada laf lafı açıyor, henüz telefonum çalmadı. Derken kapıdan giren kadın tam benim önümde duruyor. Kafamı kaldırıyor ve şaşırıyorum. Oysa telefonla teyitleşme, ardından ikimize de çok yakın mekânda buluşma idi plan.

Karşımda kot pantolunu ve montu ile tam anlamıyla bir fıstık var. Ona bir kez daha bayılıyorum, elbette hayranlıktan coşmuş gözlerimi bir süre sonra geri alıyorum, Hakan'la vedalaşıyor ve enn sevdiğimiz mekâna doğru yürümeye başlıyoruz. Planımız kısmen kış nedeniyle etrafı korunaklı hale getirilmiş açık alanda oturmak. Önüne geldiğimizde görüyoruz ki masalar rezerve, çünkü televizyonda Fenerbahçe'nin maçı var. O halde mimarisi çok hoş, eskiden ev olan tarihi binaya...

Masamızın manzarası çok güzel, sokak zaten güzel ve evler de elbette...

O halde klasiklerle donansın masa.


"Peynir lütfen, Arnavut ciğeri lütfen, beyin lütfen,"

ve garsonumuzun önerisi ile üzeri yoğurtlu adını bilmediğim bir lezzet daha... Ve elbette 35'lik Yeni Rakı ve bir kase buz. Ekranlarda maç ama bizi hiç rahatsız etmiyor. Sohbet şahane, hayaller, planlar, siyaset, kitaplar, geçmişten ânlar, anılar derken el atmadık konu kalmıyor. Bir de Sinop hayali ekliyoruz sohbete... Dışarıda enfes bir yağmur var. Ve usul usul, uzun bir zamana yayarak içtiğimiz 35'lik bitiyor. Ödemeyi yapıyor, garsonu boş geçmiyor, herkese teşekkür ediyor ve enfes yağmurlu geceye ve sokağa atıyoruz kendimizi.


Şimdi trene doğru yürüyoruz. Yağmur yağmaya devam ediyor. Üzerimizdekiler su geçirmez, o nedenle dilediğince yağabilir. D&R'a giriyoruz. Enn Sevdiğim Kadın kitap alıyor. Sonra trene doğru yürüyoruz, yağmur şiddetini artırıyor. Tam da bir şarkının söylenme zamanı, hani sözlerinin en vurucu yeri "Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor," olan... Keyfimiz gıcır, trende keyife devam, şahane sohbet, ıslanmamış planlar, akıp giden gecenin erken saatleri. Keyiften ölüyorum.

Bizim istasyon görünüyor, yine bir vedalaşma ânı, gülümseyerek ve çok mutlu bir adam hallerimle iniyorum trenden. Bir klasik tekrar edilecek, çünkü ara beni dedi. İstasyondan denize doğru çoookkkk mutlu bir adam yürüyor, aklında güzel bir kadın var, bu sunumlar zihninden pırıltılarla gökyüzüne ulaşıyor.

Kıskanmıyorum.

Çünkü o adam benim. Az sonra da şahane bir kadınla telefonda konuşacağım ve 10 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen o konuşma sanki bu akşam onunla tanışmışım ve o nedenle soluk soluğa, kısmen şımarıkça ve ilk akşammış tadında olacak.

Bunu nasıl becerdiğimize, bu hisse, tazeliğe her seferinde aradaki tüm zamanları silerek nasıl ulaşabildiğimize, eve doğru yürürken ve bir yandan yağmurun tadını çıkarırken, yine şaşıracağım ve bu şahane kadını o andan itibaren özleyeceğim.

17 Kasım 2024 Pazar

Ben Bazen Hayal Yaşarım!

17 Nisan 2012

"Üzerinde sahibinin adı olmayan bir hayat yoktur."* Nobokov.



"Mesela tansiyon yükselmiş,

illet bir baş ağrısıyla sarmaş dolaş,

yatak yorganla kardeş düşler içinde kulaçlar atarken,

hep eksik kalmış cümlelerimi düşünmüşümdür.

Ve her bu haldeyken bir sürü insan geçer akıl defterimden...

Ve ben her seferinde söylenmemiş kelimelerimi ard arda dizer, her avuca özel cümleler bırakırım.

Çok saklı bahçem, o saklı bahçelerde çok sayıda "aslında ne olmuştu"larım vardır.

Akıp giden zamanın bir yerinde, avuçlara avuç olsam, gözlerine bakıp aslındalarımı döksem isterim."



Diye yazmışım.

Sanki bugünlerimi görmüş, kendimle büyük bir hesaplaşma için kılıcımı kuşanmaya başlamışım!

14 Kasım 2024 Perşembe

Sen de Beni Güzel Hatırla

16+ ifadeler içeriyor olabilir!..


... O, o günkü sıkıntılarına değecek bir şefkat eli arıyordu.

Oysa daha dün, onu Tadelle'lerle seven, kendince çok haklı ama yine de umursuz bir telefon konuşması sonunda evliliğe gidecek olan sevgilisi ve O'nun en can arkadaşı gelmemişler miydi?

Kesmemişti!..
... Kapıdan çıkarken karşıdaki bina bir başka sayfayı açıyor. Çünkü o evin katlarında şehrin en popüler kumaşçısı ailenin abisi, yengesi ve ablası, bir katında ise kurucu babası ve annesiyle birlikte, "Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu; yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelle'yle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliği..." oturuyordu.
... Usul rakı yudumları, su olup akan cümleler, anılar, gündemler derken bir ânda; bugüne kadar hakkında yazmadığım ama yazmaya karar verdiğim, hayatımın en zor yıllarından, asker ve taze bir yirmilikken, ve belki de üzdüğüm, bir seçilmiş olarak televizyon ekranında O siyah beyaz gözükmüşken; Kenan Evren ve avanesinin tam kadro katıldığı 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki ilk 19 Mayıs günü ve ilk kez yapılan canlı yayında; bayrağı Bandırma Vapuru'ndan aldıktan sonra limandan uzun bir mesafe koşarak onu tören alanına taşıyan, bizim bölük gazinosunu yengemiz koşuyor diye tıkabasa dolduran, tek kanallı siyah-beyaz TRT ekranından akan, elbette kasılmama sebep olan ve sonrasında adı -şehrimizde- Bayrağı Taşıyan Kız olarak kalana geliyor. Ve başka mekânlara, başka ânlara doğru yürüyor kelimeler...


*


Yıl 1982 ya da 81'in ortaları, askerlik sonrası hayallerimi bir ölüm nedeniyle erteleyeceğimi hayal bile etmiyorum, güçlü ve uzak coğrafyalara dönük planlarım var. Askerliğiminse son demleri. 20. yaş 21'e selâm duruyor. Askere gelirken tüm eski ilişkilerimi kapatmaya ve dönüşte yeni bir sayfa açmaya karar vermiştim. Baba öleli bir yılı biraz geçti. Artık ben kardeşlerimin de bir anlamda babasıyım. Onlar henüz biri kolejde olmak üzere öğrenciler, ben de asker. Şehrime sıklıkla gelebiliyorum; işlerle ilgileniyor, okulu bırakmak zorunda kalan ve henüz 15 yaşında olan kardeş ise mağazayı yönetiyor ve birliğim bu nedenlerle izin konusunda bana anlayışlı davranıyor.

Yakın arkadaşım olmakla birlikte benden bir kaç yaş büyük K. evlenmek üzere, henüz nişanlı. Bir gün tanıdıkları, arkadaşları olan bir kızdan söz ediyor bana. Tanıdığım biri değil ki bu normal, benden iki, üç yaş küçük. Bu durum o yaşlardan bakınca, ne yani bebe mi büyüteceğiz dedirtiyor erkeğin ukalasına. Askere gelirken kendime vaad ettiğim üzere tüm eski ilişkileri sonlandırmış ve artık kitabımda yeni sayfalar açmaya karar vermiş bir durumdayım. Fakat tam da o zamanlarda yukarıdaki çerçeve içine alınmış cümleleri bir gün yazılarımda kuracağımı bilmiyor, hayal bile etmiyorum.

N. voleybolcu, okul takımının kaptanı, endamı yerinde ve şehrin en güzel kızlarından biri; ellerine ve parmaklarına ve ojeli tırnaklarının rengine bayılıyorum. Boy bos onda ve iyi bir smaçör. Lise camiasının tüm öğrencileri kendisini tanıyor ve bu anlamda çok da popüler. O'nu beğeniyor ve seviyorum ve K. ile eşinin evinde bir hafta sonu tanıştırılıyorum. Şehre geldiğim her dönemde işlere bir göz atıyor, kardeşle durumu değerlendiriyor, bunun dışındaki tüm boş anları ise N. ile geçiriyorum. Elbette küçük amcam hafta sonu yengemi ve kuzenlerı alıp bize geçiyor, ben de amcamdan devraldığım anahtarlarla amcamların evine... Seks beni zihinsel olarak da rahatlatıyor, bu anlamda bir sorun yok ama onunla iken sınıra gelebilirim ama o sınırı aşmamam gereken de bir nokta var. Bunu hissediyorum ve o sınırı sadece bir şartla aşabileceğim ise teklifim üzerine sade bir dille bana ima edilmiş durumda, bu durumu o günlerden bakınca anlıyor, yadırgamıyorum da... Benim şehrime gidemediğim zamanlarda o en can arkadaşı ile beni görmeye birliğime kadar geliyor ve o günkü yüklerim, koşullarım açısından bakınca gerçekten de varlığı ve sevgisi hayatıma son derece iyi geliyor. Seviyorum, varlığı çok kıymetli, bünyem it lakin sanki gönlüm de onu seviyor. Bunda bulunduğum durumun ve duygusal ihtiyacımın yanı sıra fiziksel ihtiyacımın ve arzumun bir etkisi var mı? O an için bunu sorgulayamıyor olsam da sanki var diyebilirim, varlığından mutluyum, onu seviyorum çünkü çok nadir olan bir şey yapıyor, talep ediyor ve onun bana verdiği bir fotoğrafı yanımda taşıyorum. Fotoğraftaki kızı fiziken de seviyorum.

Süreç devam ediyor, şevişmek önceliği olan bir genç adam, buna itirazı olmayan bir genç kız, tüm bunlara rağmen nerede durması gerektiğini -o sınırı aşmak isteği baskın olsa da- bilen bir genç erkek. Her şey mutlu!

Üzerimdeki sorumluluklar ve baskılar tansiyonumu hoplatıyor, enn amcam olaya el koyuyor ve üniversite hastanesinde çekap'tan geçiriliyorum.

Hoş geldin yüksek tansiyon!

Askeri hastanede ve takipteyim. Çok sürpriz biri ziyaretime geliyor, tanıdığım en özel insanlardan biri, o ziyareti anlattığım yazımda şöyle de bir cümle kuruyorum: "Oysa daha dün, onu Tadelle'lerle seven, kendince çok haklı ama yine de umursuz bir telefon konuşması sonunda evliliğe gidecek olan sevgilisi ve kız arkadaşı gelmemişler miydi? Kesmemişti!.. O, o günkü sıkıntılarına değecek bir şefkat eli arıyordu."

Bir üçgenin içindeyim. Evlilik hayalim ve planım yok. Yaşım tam bir hergele, ben istesem bile o kabul etmez. Birlikte olduğum kız çok popüler, hayali var, onda da çok tutarlı ve samimi ama an itibariyle evlilik fikri bana çok uzak. Tam da o sırada bir İzmir seyahatimde Cemal ile onların dükkânı önünde otururken şehrimde öğretmen olan İzmirli bir kızdan söz ediyor, bu işime geliyor ve şehrime döndükten itibaren de onunla başka bir hikâye oluşmaya ve gelişmeye başlıyor. Diğerini üzme pahasına...


O'nunla sonra hiç bir ortamda rastlaşmıyoruz. Sonra, aradan geçen uzun bir zaman sonra, Tırtıl ve ben yürürken karşıdan gelen siyah kot takımlı, vücut hatları mükemmel, 35 sonu-40'lı yaşlarda bir kadın dikkatimi çekiyor, bir göz teması oluşuyor ama kısa, yan yana geçtikten bir süre sonra bende bir ışık yanıyor ve geri dönerek bakıyorum, o sırada onun da geri dönüp bana baktığını görüyorum ve jeton düşüyor, çünkü O...



30 Ekim 2024 Çarşamba

Ekonomist Bunu Başarana Denir

Enfes bir sonyaz akşamı, zorlu bir ülkede, akşamın bir vaktinde, evden getirdikleri yiyecekleri, sandalyeleri ve denize bakan ağaçların altındaki seyyar masalarında insanlar, keyiflerine -elden geldiğince- keyif katıyorlar.

Midye dolmalarının tanesi, boyutlarına göre 4 lira ile 6 lira arasında değişiyor. Bense torpilliyim, istediğim sayıya her zaman eşantiyon kategorisinden ilave yapılıyor; kendisi bir kaç metre ilerimde ve günde en az iki kere selâmlaşıyoruz!

Aradan bir yıl geçiyor, bir top dondurma önceki yıl 5 TL. iken -ama enfes- belediyenin kafelerinde dahi 10 TL, tek top alırsanız ise 12 TL!

Topunun 25 kuruş olduğu, dondurmaya hiçbir çocuğun uzaktan bakmadığı o güzel yılları, sevgiyle anıyorum.

Şu an Ekim sonu itibariyle aynı midyecide midye dolmasının tanesi ebadına göre 10 ve 13 TL.

Dondurmanın topu ise 20 T.L.

Ve Tuik enflasyonu, -yersek- Eylül itibariyle % 49,38!

Bir kaç gün sonra bir yazıma gidiyorum, sürpriz... 20 haziran 2021'de beyaz şaraba eşlik için aldığım midyeler yazımda... Sıkı duruyoruz, aynı midyecim ve midyenin tanesi 1,50TL!     Bana özel iskonto ile 1.25 TL.  Ve tarihe bu küçük notu hemen  düşüyor ve ekonomist dehası ile neredeeeennn nereye, diyoruz!



17 Ekim 2024 Perşembe

Haydi Şimdi Bütün Eller Havaya

Plak Odeon etiketi ile 1976'da çıkıyor. Söz ve müzik Burhan Gökalp'e ait. Anadolu Pop ve Rock'ın altın yılları; tarzı yaşatan bir sürü grup var, seviliyorlar ve tarz gündemi ele geçiriyor. Tıfıl ben türkünün Esin Afşar yorumunu seviyorum ve tarzı bana daha yatkın Yoh Yoh'u da satın alıyorum. Zühtü ise mizahi tadı ve Anadolu Rock yorumu ile düğün derneklik bir plak ve her yerde. Arka yüzde ise Kaygusuz Aptal'ın Kaz adlı eseri var, prodüktör Engin Atamer. Orkestra ise Grup İcabında ve İsmet Sıral. Plak fiyatı 15 TL!


*
Okuyanlar bilir ki Bureneros bundan önce bir yazı yazdı. Biliyor ki hüzün yaratan o satırlar geride kalacak. Eğer bu ülkenin taşını toprağını seviyorsak ve biliyorsak; masal gibi o yılların güzelliğini yeniden ve daha diri biçimde yaşama potansiyelimiz de var demektir. Derdi de asla umutsuzluk yaşatmak değildi, o yazıyı yazarken Buraneros'un... Ama apolitikleştirilmiş gençlere bıkıp usanmadan anlatmak, bazen de biraz dürtmek gerekiyordu.

Çünkü kendi kuşağı Cumhuriyetin izlerinin hâlâ var olduğu yılları eğitim müfradatı nedeniyle biliyor o sayede de ülkeyi ve insanını tanıyordu. Babasından devraldığı meslek ona o kadar çok tanıklıklar yaşatmıştı ki bir çok insana ütopya gibi gelecek yılları minik bir çocuk, sonra genç bir adam olarak yaşamış, büyüklerinden devraldığı birikimleri özümsemiş, dolayısı ile de inancını kendine yoldaş yaparken hep diri tutmayı becermiş ve inançlarıyla adeta  kanka olmuştu,

ve hiç bir günahları olmayan -yeni nesil- gençlere unutturulmak istenen o yılları anımsatmak istemişti.

Son sözü olarak o dönemler 20 yıldır, özellikle ve kıskançlıkla ve bilerek, gerektiği gibi anlatılmadığı için!.. Özellikle gençlere demek ister ki Buraneros: Üzüntüye, hayıflanmaya ve kedere gerek yok.

Ama kendilerine ideolojik bir yaklaşımla ve bilinçli olarak gerektiği gibi anlatılmayan Cumhuriyetin kuruluş yıllarını ve ülkenin yeniden kuruluşunun izlerini anlatan kitapları, doğacak ya da doğmuş çocuklarımızın yararı için Nutuk'dan başlayarak okumakta, hediye etmekte, ve okutmakta yarar var...



O halde,

gelecek güneşli günler için...

Haydi şimdi,

bütün eller havaya!






14 Ekim 2024 Pazartesi

Masal Bir Ülkede Bir Varmış Bir Yokmuş

Bilmediğimiz bir ülkenin bir tarihteki mutlu yılları; evlerde likör ikram ediliyor; çikolatalar, gerçek badem şekerleri, fabrikasyon olmayan enfes dondurmalar gani, en kenar mahalledeki çocuğa bile ulaşıyor ve topu 25 kuruş! Sokaktaki satıcıları birer efsane. Nane şekeri satan, bembeyaz iş kıyafetinin kollarına geçirdiği siyah kollukları ile abi, beyaz kağıttan küllaha bembeyaz şekerleri yerleştirirken, bir yandan da çocuğa özel, onun ruhunu okşayacak mâniler söylüyor.

Konserler dizi dizi, kapalı spor salonları dolup taşıyor, onca sinemaya rağmen biletler karaborsaya düşebiliyor.

Fuarların kocaman, yemyeşil, peyzajları muhteşem lunaparkları var. Ekonomi karma, devlet kurumları dimdik ayakta ve birbirine entegre. Devlet Üretme Çiftlikleri'nde yok yok. Zonguldak adlı şehrinde bereketli maden ve kömür ocakları, Batman'da petrol kuyuları var. Rezervler asırlar geçse de tükenecek gibi değil.

Ziraat Bankası köylünün, Halk Bankası esnafın, Etibank madenlerin, Sümerbank giyim kuşam, çanak çömlek, el sanatları, porselenler, el emeği emsalsiz halılar ve cam ürünleri gibi akla gelen her şeyin.

Paşabahçe cam ve porselen ürünleriyle bir dünya markası.

Emlak Kredi Bankası ev sahibi olmak isteyenlerin arkasında; uzun vade ödemeli toplu konutlar yapıyor.

Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları yurdun dört bir yanında; işgal altındayken, vatansever halkıyla verdiği topyekün mücadele sonucunda Kurtuluş Savaşı'ndan çıkmış, gelişme çabasında olan bir ülkenin bağımsızlığının çimentosu onlar.

Tüm tarım araçları ve traktörler Zirai Donatım Kurumu'ndan. Ziraat Bankası'ndan düşük faizli ve uzun vadeli kredi kullanıp traktörler, biçerdöverler gibi tarımsal araç gerece sahip olunabiliyor. Özel sektör kurumları ve bankaları ile devletinkiler tatlı bir rekabet halinde. Karayolları kurum olarak adından anlaşılacağı üzere ülkenin her noktasında yollar yapıyor. Y.S.E, yani açılımı yol su elektirik olan kurum, köylere ulaşacak alt yapı hizmetlerini veriyor. D.S.İ, yani Devlet Su İşleri, barajlar inşa ediyor, ihaleler yandaşlara peşkeş çekilmiyor, araç parkları güçlü, mühendisleri Atatürk sevdalısı ve Cumhuriyet aşığı.

Köylünün, ürünüm elimde kalır korkusu yok, alıcı tüccarlar ve devlet. Süt Endüstrisi Kurumu üretici köylünün ayağına gidip topluyor sütleri ve pastorize edip şişeliyor; yağ, peynir ve süt kurum mağazalarında uygun fiyatlarla satılıyor. Aynı işleyiş Et Balık Kurumu'nda, Toprak Mahsulleri Ofisi'nin silolarında da var; pirinç, bulgur gibi hububatlar satış ofislerinden ucuzca tedarik edilebiliyor. Ve bu yapılanma aynı zamanda özel fabrikalara da örnek oluyor ki bunlardan birine bizzat tanık çocuk.

Almanya'da eğitimini yapan, sonra yurda dönen, adı Yalçın olan bir amca, Engiz'de son derece modern bir fabrika kuruyor. Çocuk o fabrikayı geziyor ve ilk kez, ancak filmlerde görebildiği şişelenmiş -günlük- pastorize sütün tadını bu sayede alıyor.

Eskişehir Uçak Fabrikası, Tusaş, Tank Palet, M.K.E. Kırıkkale Silah Fabrikası, Zonguldak Kömür İşletmeleri, maden ocakları, Tariş, Fiskobirlik, Tekel, SEK, İskenderun Demir Çelik, Ereğli Demir Çelik, Çorum Çimento ve benzeri kurum ve birliklerin hepsini tek tek yazsam istiyor çocuk ama okurun ki de can.

Memurlar için sosyal hayat kurum lokallerinde. Memleketin pek çok yerine yayılmış ve son yirmi yıl içinde tek tek müteahhitlere satılmış, daha doğrusu peşkeş çekilmiş, anne babayla gidilen kurum kamplarında tatil yapmayan, anı biriktirmeyen çocuk  neredeyse yok. Devlet Malzeme Ofisleri kırtasiye ve D.M.O etiketli pek çok ürünün kamu kurumları için tedarikçi ve dağıtıcısı. İlkokul bebelerinin, yeni doğmuş çocukların ve hatta ilk, orta, lise öğrencilerinin sağlık kontrolleri devlet kurumlarında bedava; aşı görevlileri kapı kapı dolaşıyorlar, ders aralarında ve beslenme saatinde süt ve poğaçalar devletten!

Milli Eğitim'in kitap dükkânlarından üstelik ucuza, hayal edilemeyecek, son derece nitelikli kitaplar alınabiliyor. Tiyatro, sinema, opera, bale, konserler neredeyse bedava ve son derece nitelikli.

Öğrenciler en azından yılda bir defa öğretmenler gözetiminde görevli sağlık kuruluşlarına, yani dispanserlere götürülüp röntgenleri çekiliyor, aşıları takip ediliyor, görevliler bizzat okullara gelip düzenli olarak o aşıları yapıyor. Köy Enstitüleri her alanda bilgisi olan öğretmenler yetiştiriyor, her şey masal gibi... Devlet tüm bu hizmetleri de anadan babadan daha iyi, sorumlulukla ve bedava yapıyor.

Ülkenin üç tarafındaki denizlerde yük ve yolcu gemileri dolaşıyor, demir ağlarla örülmüş ülkede tren ve gemi yolculuklarının her biri diğerinden keyifli; yolculuk esnasında Cumhuriyetin kurduğu fabrikaların önlerinden geçiliyor. Durulan istasyonlarda kompartımandan kollar uzatılarak vagonlardan şeker fabrikalarına gitmekte olan şeker pancarlarından alınıyor ve evlere varılınca da onlar kuzinelerin fırınlarında pişiriliyor, keyifle de yeniliyor.

Ülkenin bir diğer ucunda, Kars'ta, artık Ziraat Bankası'nın Kars şubesinin müdürü olan amcası sayesinde gittikleri Boğatepe adlı köyde, seccadesini toplayan bir  kadınla rastlaşıyor çocuk. Teyze dikkatini çekiyor, Türk'e benzemiyor. Sonra öğreniyor ki bu hoş ve az önce seccadesini toplayan teyze Sovyetler Birliği'nden gelme ama Alman asıllı.  Ve küçük bir peynir üreticisi olan abinin eşi. Çocuk için bir masal an daha. Şehrine döndüğünde tüm bunları arkadaşlarına anlatacak. Üstelik dünyanın en kaliteli ve özel kaşar peynirleri; yöre çiftçisinin sütleri ile ve eski metotlarla burada, Boğatepe'de üretiliyor.

Elazığ da TEKEL'e ait şarap fabrikası; yöreye özel, çok nitelikli bir Atatürk ve Cumhuriyet eseri, biri kırmızı diğeri beyaz olan üzümlerden kırmızı ve beyaz olmak üzere iki türde Buzbağ şaraplarını üretiyor ve çok şükür ki fabrika mevcut iktidar döneminde bağları ile birlikte ülkenin en güçlü ve nitelikli firmalarından birine satılıyor.

Çocuğun ailesinin memleketi!

Çocuk yazları yöreye gittiğinde ailesi ile; sabahın en erkeninde dedesiyle birlikte her gün mütevazi bağa gidiyor, olmuşluğu gözleri ile test eden dedesinin, salkımlarını özenle kestiği üzümleri, üzerindeki çiğlerin serinliği ile tek tek kopararak, keyifle yiyor çocuk.

Ve ilginçtir bu ülkenin adı da Türkiye!

                                                                                       ***

Sonra mirasyediler türüyor, ülkeyi yönetmeye başlıyorlar, tüm bu kurumlar özelleştirme kapsamında elden çıkarılıyor, gemiler gelmez oluyor, fuar alanları harabe oluyor, kamu kurumları özelleşiyor, yarış atları yetiştirilen, süt sağılan haralar özelleşiyor ve yok oluyor; 1 dolar 36'liralara varıyor; pandemi öncesi ülkenin en lüks lokantalarında alkol dahil, ve kuş sütü eksik olmayan masalarda 250- 500 lira civarında paralar ödenirken... sonrasında 2000, 3000 liralar yetmiyor. Uçağa binmek çocuk oyuncağı olmuşken artık otobüs yolculukları bile lüks oluyor.

Kısacası bütün adı geçen kurumların işlevsellikleri bitiriliyor.

Bir koca ülke, istisnaları hariç, beterin de beteri var diyerek ve kafayı yemek üzereyken; neredeyse mevcut durumuna, hâlâ yaşıyor oluşuna şükrediyor. Çaresizliğine sığınıp, eller havaya deyip, bir süre çılgınlar gibi eğleniyor; sonra da zorunlu olarak, kabulleniş sendromuyla birlikte mutsuz hayatına geri dönüyor.

Ve birileri de ellerinde smoothilerle, itibardan tasarruf olmaz mottosuyla, lüks lüks arabalarla, sayısına bereket uçaklarıyla, saraylarda ve üstelik bizim vergilerimizle hayallerini yaşarken, aklımızla alay etmeye devam ediyorlar.

Ve tüm bunlara bir ilkokul öğrencisi büyürken tanık olabiliyor!.

Cumhuriyet'in kuruluş yıllarını, verilen savaşları görmemiş olsa da: Demiryolcu dedesi, dağ başlarında yeni yeni yollar açan Karayolları araçlarının bakımını ve tamirini yapan ve gencecik bir usta olan, evlendikten sonra kendi tamir atölyesini açan, tırnaklarıyla kazıyarak yol alıp yedek parça dükkânlarına ulaşan ama çok erken ölen babası, genç ve idealist Ziraat Bankası müfettişi amcası ve daha genç, aynı bankada bankacı halası, inşaat mühendisi, ilk boğaz köprüsü inşaatında daha öğrenci iken çalışmış, mezun ve gencecik bir inşaat mühendisi olarak D.S.İ'nin bir baraj projesinde iş başı yapmış dayısı, tarım alanlarına sondaj için giden, tarlalar için su bulan, bulunan suları kanallarla alanlara yayan D.S.İ. çalışanı amcası, Karayolları'nda memur yengesi, Cumhuriyet ve Atatürk aşığı tüm büyükleri ve kuran okumayı öğrendiği aydın din adamı Mümin Dayı ve elbette başta ilkokul öğretmeni, muhteşem kadın Gülseren Kaya olmak üzere onların her birinin ayrı ayrı emekleri ve özendirmesiyle edindikleri sayesinde sinema, konserler ve tiyatro ile ilişki kuruyor ve kitaplar sayesinde edindiği farkındalıklarla da baktığını görmeyi öğreniyordu çocuk.

Ve onları
 
 özlemle,

sessizce,

biriktiriyordu...

ve asla unutmuyordu çocuk.


12 Ekim 2024 Cumartesi

Bizim Mahallede Bir Akşam Ve...

Geçen hafta,

günlerden pazar...


Enn sevdiğim kadınla bir mekânda takılalım bu hafta sonu düşüncemiz var. Neresi olsun konusunda ân itibariyle seçim yapmış değiliz.

Tercihi ona bırakmış durumdayım.

Sonra, bir vakitte telefonum çalmış mı yoksa ben onu aramışım da ulaşamamışım mıyı hatırlamıyorken, cevapsız arama mesajını görüyorum sabit telefonda ve geri arıyorum.

Onun önerisiyle eş zamanlı olarak bir vaoww sesi çıkıyor içimden, ama sessizce. Karar çok şaşırtıcı, ve gülümsetici,

çünkü!



Bu sabah uyanıyorum. Gün erken, biraz sonra kahvaltıyı aradan çıkarmayı düşünüyorum ve iki dilim kızartılmış tam buğdayın arasına haşlanmış ve dilimlenmiş yumurtayı yerleştirip, üzerine de dilim kaşar ve dilim salam ekliyorum.

O halde çay.

Çalışma odama geçiyor, bilgisayarı biraz geri iteliyor, onun boşluğuna da tabağımı ve çay fincanımı yerleştiriyorum. Ufak ufak atıştırırken de blog yazılarına göz atıyor, yeni yazılara yorumlar yazıyorum ve tam o sırada Fransız'ın cam korkuluğu ile cam kapı arasındaki, bulunduğu yerden kurtulmaya çalışan, çoookkkkk tatlı bu minik kuşu fark ediyorum. Benzer durum çok yaşandığından ve bizim çatı her çeşit kuşa ev sahipliği yaptığından, gülümseyerek yerimden kalkıyor, Fransızın tek kanadını açıyor ve etrafı seyretmekteyken artık çırpınmaya başlayan ve korkuluktan bir çıkış yolu bulamayan ve varlığımla da ekstra telaşlanan miniği yakalıyor ve uçuruyorum.


Geçen Hafta Pazar

Enn sevdiğim kadın arıyor, günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatleri. Yer seçimi için benim tercihimi soruyor. Bir iki yer söylüyorum ama son karar onun. Cehennemin dibi dese kabulümdür. Ve bombayı patlatıyor.

"Disco Burger'e ne dersin?"


Hımmmm...

ne derim acaba?



Mekân komşu evlerden biri, çocukluğumuzun ve komşuluğumuzun, bağ bahçeli yıllarımızın, uçsuz bucaksız yeşilin, burnumuzun dibindeki ve sanki sadece bize aitmiş gibi duran denizin dibi. Yıllar yıllar sonra, imar uygulamalarının ardından parsellere bölünen, parsel aralarından yollar geçen, kaçınılmaz bir yapılaşmaya sebep olan, toprak sahiplerine önemli rantlar sağlayan coğrafyamızın, mirasçıları tarafından, anne babanın ölümünün ardından ev halinden çıkarılıp bir mekâna kiralanan ve açıldığı günden beri adım atmadığım, atmadığımız, daha çok gençlerin takıldığı bir nokta. Ve her gün burnumun dibinde olan, elemanları ile her gün selamlaştığım, adı Disco olan köpekleri ile kankalık ilişkim olan ama tekrar edeceğim üzere içine adımımı atmadığım yer.

Ân itibariyle Meteoroloji'nin duvar dibine park ettiği arabasında midye dolması satan abiyle sohbetteyim ve ne giysem kararsızlığım yüzünden de geç kaldığım için bana doğru yürümekte olan enn sevdiğim kadın konusundaki endişem, artık yerini terk etmiş durumda ve bir yandan abiyle sohbet ederken de gözlerim onun geliş yönünde... Derken ben, yüzümde enfes bir gülümseme; mekânın bahçe kapısına doğru, gözlerimi ondan alamadan, yavaş adımlarla yürüyorum.

Elbette sarılmaca ve elbette öpüşmece ve elbette coşmaca...

Mekânın tavanı açılan iç kısımdaki, eski evin dokusu bozulmadan dekore edilmiş hali sevimli geliyor bana... Bu gece bira gecesi, veriyoruz siparişi ve kendi burgerleri Disco Burger'den istiyoruz, elbette patates de; burger tabağında olacaklara ek olarak. Ama Angaralı Yarim'in gözlerini parlatacak olaysa az sonra masamıza donatılan turşular oluyor. Bu aslında benim için de şaşırtıcı lakin Angaralı Yarim'in gözlerinin parlamasına sebep oluyor çünkü Angara'nın şanıdır biranın yanında turşu.

Keyifliyiz, sohbet güzel... Derken bir baskına uğruyoruz; enfes bir müzik, enfes bir grup, nefesliler nefes kesici, seçilen şarkılar tavan, coşku Ukrayna'ya varıp geri dönüyor sanki. Gençlerin eller havada...  ve İzmir'in Dağlarında Çiçekler Açar'la muhteşem final. Alkışlarla uğurluyoruz mekân gezmesinde olan bu şahane grubu.


Ve D.J. iş, gençler pist başında, vakit gece yarısına yaklaşıyor, kafalar sanki biraz daha güzelleşiyor, final birasını istiyor ve bölüşüyoruz. Yine keyifli bir akşam. Bizim durağa doğru biraz sarmaş, biraz dolaş yürüyoruz. Otobüs'ün geliş saatine kadar epeyi zaman var. Bizim ön bloğun arka blok tamamlanmadan önce kullandığımız 6. kattaki dairesini ve O'nunla geçirdiğimiz enfes günleri...

düşünüyorum.

O'nu otobüse bindirip geri, eve döneceğim. O, geldim evdeyim, diyene kadar bekleyeceğim. Sonra biraz bilgisayarda takılıp, belki televizyonu açıp, O'nun da içinde olacağı, biraz daha zamana ihtiyacı olan bir gelecek için aldığım -bazı- kararlarıma gülümseyip, uykuya koşacağım.

9 Eylül 2024 Pazartesi

Bence Kaçmaz... Kaçırılmamalı

Haftalardır takipteyim, ha başladı ha başlayacak. Çok bölümlü bir belgesel, tanıtım görüntüleri bir an önce telaşları yaratıyordu, bende!

Ve sonunda başladı.

Aman Allahım!


Daha 11-12 yaşlarındayken ve sadece Sovyetler Birliği, bazen de hava koşullarına göre çok net olmamakla birlikte yine bazı yabancı kanallar izlenebiliyorkenki yıllarda, televizyon yönetmeni ve programcısı hayalleri ve heyecanları tavan olan, biraz büyüyünce elinde kamerası ile olur olmadık kayıtlar yapan bir hayalci olarak televizyon ekranına güler yüzlü bir hevesle bakarken, birden hüüüpppp diye çekiliyor, resmen ekrandan geçip büyülü camın içinde yok oluyorum.

Keyiften öldüm çoktan!

Hatta hem öldüm hem de bayım bayım bayılıyorum. Abiler ablalar diye boyunlarına sarılıyorum ve bunu nasıl hayal edip de hayata geçirdiniz diye yakaladığımı sarılıp öpüyorum.


Kaçırmayın derim Sevgili Dostlar. Ömrünüzün hiç bir evresinde gidemeyeceğiniz, gitseniz bile o açılardan göremeyeceğiniz dağlar tepeler, vadiler,  muhteşem yapılar, göller, denizler ve şehirler burada. Televizyon ekranından bir tuşu tıklayarak ulaşmak kadar yakınınızda. İhtiyacınız olan tek şey National Geographic izleyebiliyor olmanız. Hayatınızın yolculuklarını bedava yapacağınız kesin. Bayılacağınızı, bayılmazsanız da benim  kellemi uçurabileceğinizi garanti ederim.


Hatta benim yaptığımı yapın, bir yandan ekranda bir seyyah gibi yok olmuşken, fotoğraflar çekmeyi de ihmal etmeyin.


Öyle güzel açılar, öyle güzel çekimlerle dolaşacaksınız ki Avrupa'yı... Ve hatta evet ben de gidebilirim, gittim, gideceğim ama bunların pek çoğunu ne yapsam ne etsem de bu çapta görmedim göremeyeceğim diyeceksiniz. Ve muhtemelen bir sonraki yolculuğunuz için notlar alacaksınız.


Yani Sevgili Blogdaşlar, kanalı izleyebiliyorsanız kaçırmayın. Olası bir Avrupa gezisi planladığınızda, o planlara katkı verecek en iyi reçeteler bu kanalda ve tadımlık fotoğraflar koyduğum Gökyüzünden Avrupa adlı enfes belgeselde...


İyi seyirler!

Ve isteğe bağlı olarak, güzel serinletilmiş, fiyat kalite oranı şahane bir beyaz olan Kavaklıdere-Leyla'nın bu yolculuklarınıza, işsiz güçsüz bir akşam sakinliğinde, ufak yudumlar halinde ve zamana yayılmış tek bir kadeh olmak kaydıyla muhteşem bir eşlikçi olabileceğinin de altını çizmek isterim!

Ben alkolsüzüm deniyorsa da... İyi soğutulmuş, bir kaç buz atılmış, bir yuvarlak dilim limon ilave edilmiş kola da olabilir...


*Fotoğraflar televizyon ekranından, görüntü ebatları ekrana 2, 2.5 metre uzaktan ölçülü zumlarla makinede biçimlendirilerek, Nikon D5300 ile çekilmiştir.

12 Ağustos 2024 Pazartesi

Angaralı Yarim *

Seninle yine senden ve kelimelerinden gözümü alamadığım enfess bir akşamın günün ruhları dürtükleyen saatlerinde, yıllar yıllar önce ilk kez birlikte gittiğimiz Hut'da defalarca kurduğumuz enfes masa, yine muhteşem ötesi bir sohbet, yine bir yandan sana hayranlıkla bakan gözlerim...

Ve yine gülümseyen ve gülümseten sözcüklerimle, ve yine 15'lik çocuk halimle aklıma ne gelir dilime ne düşer umrum olmayan sohbet ve tüm bu mutlu, yine unutulmaz akşamın sonundaki otobüs durağında, son vedalaşma anındaki tadı bohçalayıp gönlüme koymamın ardından bildiğin üzere enn kardeşle ve gecenin sabaha yakın bi vaktinde, saat üçte derken geç uyanan ben yüzünden yarım saat rötarla düştük yollara.

Bilirsin ki direksiyonda uçak pilotlarına nal toplatacak bir küçük kardeş, aleminin kralı benim diyen bir üç harfli sayesinde hamdolsun daha gün ışımaya yüz tutmuşken vardık Angara'ya. Senin kokun gözlerimde tüterken, hayaller de kurdum daha kuzenin ve enn sevdiğimiz gelinimizin evine varmadan. Kendimi bir anda neden sorusu ile içli dışlı bulurken tam o sırada, Angara'da bir rakı masasında gördüm ikimizi. Bu anı çoookkkkk sevdim. Yine de varsın o da eksik kalsın dedim, belki de yanıldım, yaptık da ben unuttum; ve o sırada kuzen ve enn sevdiğimiz gelinimizin evine varmış olduk. Sonra enfes bir kahvaltı sofrası ve o sırada içimde el çırpan afacanların magazin tadındaki gözlemleri ve ne akşamdı ama tadındaki güzel, çok şirin dedikoduları hâlâ çın çın ediyordu yüreğimde.

Ve ben sanki aradan aylar geçmiş gibi yine özledim seni. Yüzüm gülümsedi... ki o sırada hafıza geçmişten çok güzel anların fotolarını bir bir akıtıyordu zihnime. İşte bi tanem, halim böyle, içimse utangaç bir genç gibi saklıyordu sözcüklerini yine de.

Bu nasıl bir şey şaşıyorum. Üstelik ben, birlikte olduğu insana, özellikle geçmişte kolaylıkla selam çakıp elvada diyebilen ben, acaba neden koca yılları bile senle geçen bir günmüş gibi duyumsuyorum ve neden sana hâlâ, henüz aradan iki gün bile geçmemişken bu kadar açım?

Sakın kimse bana sen çokk aşıksın falan demesin. İşi de arabeske bağlamasın. Ben hayatımdaki kadının, yani senin o kadar farkındayım ki, ayrıca hiç de aptal olmadığımı, hadi diyelim ki körkütük aşık olduğumu bir tez olarak ortaya koysak bile kör gözüne parmak şeklinde bir başdönmüşlük içinde olamayacağımı sadece enn yakın çevrem değil beni tanıyan dünya alem de bilir. Ve kısacası, bir kez daha... İyi ki benimlesin. Kıymetinin fazlası ile farkındayım... Ve seni bir iki günlerde bile çok özlüyor, ve çok ama çooookkkkk seviyorum.

Ve biliyorum ki, hani Angara, masa rakı falan dedim ya ben, o cin gibi zekânla o mesajı aldın zaten sen.;))


Ve bu masanın kurulduğu akşam, akıp giden sohbet, gözlerindeki pırıltı, ve son kucaklaşma anındaki lezzet için bir kez daha şükran sana.


*



Ankara uykudayken giriyoruz şehre. Navigasyon görevini layıkıyla yapıyor ve evdeyiz. Hane halkını uyandırmadan kuzen kapıyı açıyor. Kısa bir sohbet, sonrasında bir yandan sohbet bir yandan kahvaltı hazırlığı. Kankam sese uyandı elbette, ilkokul üçüncü sınıfta bir cin kendisi, aynı zamanda bir asker, komutanı da elbette benim. Disiplinli bir şekilde selamlaşıp günaydınlaştık ve sonra gülüşüp öpüştük. İlerliyen saatlerde de hane halkının diğerleri uyandı. Aramıza gençler katıldı, akşam olunca onlar mekânlara takıldı. Biz önce halayı ziyaret ettik ve bu süreç içinde ise hastaneye bayıldık. Adeta bir özel hastanedeydik sanki, temizlik fazlası ile dikkatimizi çekti. Ziyaret saatlerindeki disiplin çok iyiydi lakin bize işlemedi.


Bir refakatçisi vardı halamın ki kendisinden bu yazıda söz edeceğim. Bize ise ziyaret saatleri aslında genelde de pek işlemezdi. Çünkü içimizde hiç büyümeyen çocuk cinler vardı, yaptığımız ahlak dışı bir tutum olsa da bundan keyif almadığımız da söylenemezdi.

Önce halam için getirdiklerimizi üç poşet çantaya böldük. Sonra belirli aralıklarla güvenlik görevlisinin olduğu kapıya yürüdük.

Gayet soğukkanlı bir şekilde refakatçiyim dedik, ve kalıbımıza bakan görevli bunlar efendi insanlar yalan söylemezler düşüncesiyle her üçümüze de sorgusuz sualsiz kapıyı açtı.

Sonra üçümüz dakika aralıklı olarak halamın odasında toplaştık.

O sırada bir hanımefendi ile tanıştık, tokalaştık ki gerçek refakatçiydi O.

Öncelikle üzerinde yattığı açılır kanape üzerindeki kitaplar dikkatimi çekti, sonra o sigara molası için odayı terk etti. Biz arkasından dedikodu yaptık; elbette olumlu anlamda, çünkü hepimiz- mesleklerimizin sağladığı gözlem olanakları sayesinde- iyi kötü ayrımını yapma konusunda gerçekten yetenekliydik.

Hanımefendi dönünce sohbet genişledi. Siyasetten başladık, gündemlerden çıktık, geçmiş yıllara uzadık, sosyalizm konuştuk, fraksiyoner ayrışmalar konusunda fikir birliğine vardık ve eleştirdik.

Ben sezmiştim ama ufacık bir yanılmam olmuş yine de; ben Çerkes olduğunu düşünürken Alevi olduğunu öğrendim halamdan. Elbette bunun konusu hiç olmadı, hiçbir zaman da olmazdı zaten.

Bir sonraki gün ziyaretimizi yasal sürelere uyarak yaptık, gece yola çıkacaktık ki öncesinede IKEA'yı talan etmemiz gerekiyordu, elbette atıştırmak da... Lakin fark ettim ki artık IKEA mutfağının benim için bir anlamı yok. Ben bir hiçbir şeye benzemeyen sosisli yedim. Diğerlerimi tıkındıktan sonra da alınması gerekenler alındı.

Sonra tabii ki Fenerium. Kankam, aynı zamanda askerim için Fenerbahçe forması mutlaktı, şansımıza onun bedeni bir tane vardı ve görevli biraz emekle arayıp bularak getirdi. Şort ve futbol ayakkabısı onun ölçüsüne uyacak olanlardan kalmamış, internette de yok ve onları da bizim Fenerium'da varsa alıp göndermek planımız içinde.

Kardeşim de mankenleri çatlacak güzellikteki kızımız için bir bilgisayar kalemi desem doğru ifade mi bilmiyorum, ondan aldı ve artık eve dönüyoruz derken şimdilerde taze memur olan koruyucu annelikten öte evin çocuğu ve sadece evin değil geniş ailemizin çocuğu olan Semih ile birlikte kahvaltı yapıldı. Artık kendi evinde yaşayan Semih'in nevresim takımının eskidiği öğrenildi, o alındı, ona benim ve kardeşim tarafından teslim edildi ki aslında anne, yani bi tanecik gelinden öte kardeşimiz tarafından alınmıştı ama bu teslimatı artık bir devlet memuru olarak gurur yapacağı öngörüsüyle teslimat annenin önerisiyle tarafımdan yapıldı; öpüldü, sen hepimizin çocuğusunun altı bir kez daha çizildi, yüzündeki gülümseme ve sarılmanın tadı çıkarıldı.... falan derken, akşam yemeğinin ardından yola çıkma vakti geldi ancak IKEA'ya bir kez daha uğramak gerekti..

Ve sonrasında, enfes bir yol akşamında üç harfli yolun hakkını verirken, gecenin içine akılan limit üstü hızla şehrimize gelindi ki takvim yeni gün tarihini atalı henüz yarım saat olmuştu.

Şimdi tarihi belli olmayan bir zamanda ata topraklarına bir yolculuk planımız var kuzenlerle.

Bekleyip göreceğiz?

*Başlıktaki ifade Ankara'ya doğru yola çıkma kararımızla birlikte plansızca yüreğimden dilime düşmüş, ve süreç boyunca  her halde, içten akarak kullanılmıştır, bu süreece özgüdür. Enn Sevdiğim Kadın, bakidir.

30 Temmuz 2024 Salı

Dün Akşamüstü

22 Ocakbaşı'nda buluşmak üzere sözleşiyoruz. Duş, traş işlerini halledip kotumu çekiyor, polo yaka tişörtümü giyip evden çıkıyorum. Buluşma saati 17:30. Zamanı öneren ben ama verilen saatten önce mekâna gelen ve arayan da ben, çünkü kararlaştırılan saati unutmuş durumdayım. Gerçi çok önemli bir şaşma değil ama şaşırmışım işte. O ara telefonlaşıyoruz ve daha önce kanka ve kardeşlerle oturduğumuz masa konusunda mutabakata varıyoruz. Hemen o masaya geçiyorum. Mekân şimdilik sakin, saat 17:30 olsa da gündüz rakısı kategorisine selam çakabiliriz. Yaklaşık 10 gün olmuş uzak kalalı ki mekâna ikinci gelişimiz. Hem kızdım hem geldim yani.


Servis açtırmıyorum, enn sevdiğim kadını bekliyorum. Ve biraz sonra bahçe kapısından içeri süzülüyor. Üzerinde enfes, beyaz ve mavi tonlarına sahip bir elbise var. Dekoltesi hımmm dedirtiyor. Âlâ bir seyir alanı bana. Öpüşüyoruz ve karşılıklı oturuyoruz. Meze tepsisi geliyor, seçimi ona bırakıyorum. Dört çeşit meze masada ve hepsi de yaz tadında. O halde gelsin 50'lik Yeni Rakı. Aslında ufaktan mı başlasaydık diyesim var ama işi battı balık yan gidere bağlıyorum. İkimiz için de evlerimiz güzergâhına uygun bir noktadayız.

Üstelik adeta bir seyir terasındayım. Keyifli bir akşam, sohbet başını alıp gidiyor ve muhtemelen 5 saati aşacağız. Bu kez geri dönüş için sıkıntı yok. Olsa mıydı acaba?


Nerelerden girip nerelerden çıkıyoruz konulara. Eski ve artık olmayan çok kıymetli lokantalarımızın üzerlerinden geçerek zamana bir çalım atıyoruz. O Yunan Adaları'na gidecek, pasaportu yeşil, benimse işlemler gözümde büyüyor ki bu konuyu hiç açmıyoruz, gerçi Zafer sen gelmeden vizeyi hallederiz demişti ama henüz bir ses yok. Bir terslik olmazsa ben Çanakkale'ye selam çakma fikrindeyim, bunu onun adalar dönüşüne denk getirmeyi planlıyorum. Bunların hiçbirini masada konuşmuyoruz. Fakat söz konusu İstanbul olunca tam anlamıyla damardan giriyoruz. Kalacağımız yer cepte, iki farklı yer tercihimiz de olabilir, gerçi daha zaman var ve bu süreçte bir netliğe de varabiliriz sanki.


Sanırım 5 saati yine geçiyoruz, mezelerin ve 50'liğin dibi görülmek üzere, sallantı olabilir mi, sanırım olmaz. O halde rot ayarına da gerek yok. Ödemeyi yaptık ve dışarıdayız, muhabbet hâlâ süper. Bir sarmaş, bir dolaş, bir sallanış yürüyoruz. Mekânlar yükünü almış kordon boyu canlı, biz şimdi coğrafyanın o bölümünden ve müzik seslerinden sıyrılıyoruz. İlk hedef otobüs durağı da eylemlerimize bakınca bir yandan hoşluklarına seviniyor bir yandan otobüsü kaçırma endişesi bünyeyi meraklandırıyor. Bir de muzırlıklar var tabii ki, 16'lık çocuklara nal toplatırlar. Güle oynaya, öpe sarıla durağa vardık, o halde tadını çıkarmaya devam... Bizden başka kimse yok, ne güzel, bunu değerlendiririz! Otobüs geliyor ama sanki bizim durakta olduğumuzu biliyormuş da bize zaman vermek için epeyi geç geliyor, benim dönüşüm zaten yürümelik, şimdi ayrılık vakti, bir kez daha sarıldık öpüştük vedalaştık el sallaştık, gidince ara beni dedik.

Sahilden yürüyorum. Ortalık hâlâ canlı, mekânlardan dışarı sarkan müzik sesleri. Kumsala atılmış açılır kapanır sandalyeler, gündemin sıkıntılarından nefes almakta olan insan kalabalıkları ve gece hâlâ canlı. Keyifli yürüyorum. Gecenin bıraktığı izlere gülümsüyorum. Tadı damağımda ve anlar zihnim sinemasının projeksiyonu ile perdeme akıyor; keyiften bir kez daha ölüyor, muzırlıklara tepetaklak gülüyorum. Ve ben bu kadını sanki her geçen gün üzerine koyarak seviyorum, şu an akşamdan, geceden ve otobüs durağından fotoğraf kareleri geçiyor zihnimin beyaz perdesinden. Eve iyice yaklaşıyorum, yüzümde enfes bir gülümseme yine ve güzel kadın izleri, aklıma Nazan Öncel'in enfes şarkısı düşüyor, onu bir bölümünü eve kadar bir dua gibi tekrarlayarak yürüyorum...


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP