Dondurma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dondurma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mayıs 2025 Salı

Avare

Kafaya koymuş durumdayım. Bu kez dondurma ile yetinmeyeceğim lakin önce işleri toparlamam gerek ve biraz da erken çıkarsam, her şey çok güzel olacak!

Ve hatta en can iki arkadaşımdan birine de uğrayabilirim.

Lakin evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Biraz daha işle meşgul olmak durumunda kalıyorum ve nihayetinde yola çıkmaya hazırım. Veee tam bu satırları yazarken pencereme bir sığırcık konuyor. Daha önce yazmıştım küçük bebeklere kargaların musallat olduğunu ve sığırcıkların da yok olduğunu. Demek ki bebeleri daha güvenceli bir yerde büyütünce yuvaya döndüler. Aslında bir kaç gün önce çatıdan uzaklaşsalar da babamın ağaçlarında olduklarını görmüştüm, mini mini birlerinin... Yuvaya döndüler ama bu kez çatıya farklı bir yerden giriyorlar ve muhtemelen yuvayı da oraya taşıdılar. An itibariyle benim çalışma alanımın tepesindeler... Canları sağolsun.

Bugün hedefimde kent lokantası var, ama köydeki...

Tren delisi olduğum malum, dolayısı ile trene dair her şeyin de... Ama artık bu hatta çalışan tren yok, gar binası ve müştemilatı ise yerli yerinde. Öncesinde enfes bir kafeteryaydı, dolayısı ile benim en etkin kullandığım kitap okuma noktalarımdan biriydi. Sonraki seçimde yine AKP'li olan belediye tarafından bir vatandaşa kiralanmıştı, dolayısı ile benim ayağım kesilmişti. Bu kez ilk hamlede lokantayla ilgilenmesem de ufak bir kararsızlığın ardından girdim içeri; tepsimi aldım ve Ezo Gelin çorba, kızarmış tavuk budu, pilav, irmik tatlısı ve ekmek şeklinde toparladığım tepsimle birlikte, eskiden sürekli kullandığım masama oturdum. Çorba enfesti, tavuk kızartma lokum gibiydi, arpa şehriyeli pilav benim neyim eksik ki diyerek dansa katılıyordu. Bense keyiften ölüyordum. Kitle de çok sevimliydi. Seçtiğim tatlı ise hımmmmm tadında ve ölçek olarak da kıvamındaydı.  Ama enn hımmmm durum ise fiyatlardı, su dahil toplamda 125 TL ödedim!


Tamam, yemek ve ödediğim para muhteşemdi, ama kitap okuduğum kafeterya hali çokkkk güzeldi, dingindi. Hafta sonları ufak bir seyahat sonucunda köye varmak, Enn Sevdiğim Kadın'la sokaklarında dolaşmak, yeni keşifler yapmak, fotoğraflar çekmek, mükemmel yemekleri yerine tatlı pastaları ile keyfi katmerlemek ve bu esnada kitapların içinde yok olmak, binanın küçük müzesine her seferinde göz atmak, bizim daha tercih edeceğimiz bir haldi. O halin yokluğunu özlemediğimi söylersem yalan olur.


Tıka basa doymuş durumdayım, mekânın eski işlevini özlemiş olsam da köy halkı adına seviniyorum. Ekrem Başkan yaratımı bu kent lokantaları konsepti için ona teşekkür borçlu olmanın bilincinde de olsa insanlar diye aklımdan geçiriyorum; ama toplumsal hafızanın o nezaketi, centilmenliği tüketeli çok olduğunu da biliyorum ve ikinci kez yeni keşif dondurmacımdayım.

Bir gün sonra beni görmek şaşırtıyor genç patronu... Bu kez sen seç diyorum, bu enfes ve tepeleme dondurmayı hazırlıyor. Kaldırımdaki şirin masalarından birine oturuyorum. Tepemde bir şemsiye var; güneşten korunmak için değil ama! Kuşların bıraktıkları bombalar altında müşterinin telef olmaması içinmiş! Yine çok keyifli bir gün, içimi yakanın kafeteryanın kent lokantasına dönüştürülmüş olmasına rağmen, hayatımdan, çok sevdiğim bir taşın sökülmüş olduğunu da hissediyorum. Yeni bir kitap okuma noktası bulmam lazım, şehir merkezinin uzağında olmalı ki şu an aklıma gelen ve bu istasyon güzelliğinin boşluğunu doldurabilecek hiç bir yer yok.

Öksüz hissediyorum kendimi...

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Gülbastı

Yazının fotoğraflarını dün sabah erkeninde çekiyorum ve yerleştiriyorum. Güllere bir müzik açıp buyurun piste desem yeridir; çünkü bu hâlleri büyük sürpriz! Ben daha bir kaç güne ihtiyaçları var diye düşünürken içlerinden iki tanesinin evden çıktığım anda rastlaştığım hallerini görmek zıplatıyor beni... Sevinçlerim anında dans edip sürekli çakkk yapıyorlarken ben eve dönüp fotoğraf makinemi alıyor ve bir kaç poz fotoğraflarını çekiyorum. Sonrasında ise makineyi eve bırakıp market yoluma kaldığım yerden devam ediyorum. Eve dönünce de öğlene kadar işime bakıyorum,

ve kaçış vakti geliyor!

Bu kez fotoğraf makinesini yanıma almıyorum. Bu bir kaçış denebilir mi, denebilir. Sırt çantama yağmayacağını bildiğim halde her olasılığa karşı yağmurluğumu atıyorum. Suyum da sırt çantamda ve an itibariyle her şey yolunda. Kararımı netleştirdim ve istasyondayım ve kısmetli bir günümde olmalıyım ki ilk gelen tren benim son istasyonuma kadar gidecek olan.

Bu şahane bir durum, aynı zamanda kaçış yolunda güzel bir jest. Motivasyonum bir kat daha tepeye yaklaşıyor çünkü bir yanım ikircikli bir haleti ruhiye içindeydi ve an itibariyle o da coşmuş durumda. Mutluyum, damarlarımda trenlerin dolaştığını kim bilir kaç yazımda yazmıştım, o halde bir kez daha coşkuyla yazmalıyım. Bilenler bilirler ki demiryolu aşkımın müsebibi demiryolcu olan dedemdir ve O ve babıda ile yapılan yolculukların her biri bir masaldır benim için. Bir kez daha altını çizersem, genetiğime nakşedilmiş olduğu üzere damarlarımda trenler dolaşır benim de.


Tren şehrin banliyösinden başlayıp, şehrin içinden ve sanayi sitelerinden geçip, son istasyon Tekkeköy'e varıyor ve bir uçtan bir uca gitmekse, tıka basa doluluğuna, çoğu zaman uzun süre ayakta kalmama rağmen beni keyiften öldürüyor.


Köyün merkezine doğru yürüyorum. Denize uzaklığı kendini gösteriyor. Hava şehirdeki duruma göre sıcak. Hedefimde buraya geldiğimde sıklıkla uğradığım; adına, çalışanlarına, görüş alanına bayıldığım Şehrin Kırıntısı adlı mekân var.

Siparişimi verip görüş alanı dağlara varan masalardan birine oturuyorum. Bir gülümseme var yüzümde. Önceki gelişimde iki çok hoş hanımefendiden biriyle aramızda oluşan sessiz iletişim. Flörtöz bir hâl, muhteşem bir yaşam ânı. Sarkmak yok ama kim bu bir şeyler atıştırırken kitabını da okuyan adam merakı çok ve ikili arasındaki cümleleri kısmen tahmin edebiliyorum, ama çaktırmadan bakışları muhteşem.

Güne dair uzun bir yazı yazıyorum o gün ve elbette o muhteşem ama tertemiz ânı da şu kelimelelerle anlatıyorum yazımda:

"Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı."

Köyün içine dalıyorum. Uzun zamandır gelmemiş olmanın özlemi çok. Bi' Meyhane'nin önünden geçerken yine bir gülümseme bende, çünkü enn sevdiğim kadınla o meyhanede takılmayı düşünmüştük. Pavyon mantığıyla işletilen bir yer olabileceği ihtimali idi beni çekimser bırakan. Köyden hiçbir kadının gitmeyeceğini düşünmüştüm.

Epeyi bir vakit geçiriyorum köyde, bir yerde otursam bir yemek yesem fikrim stabil. Ancak daha önce fotoğraflarını çektiğim, daha sonra yıkılan tuğlalı muhteşem evlerin önünden geçerken bir kez daha üzülüyorum. Ve yerlerine kız öğrenci yurdu yapılacağını öğreniyorum.

Ama hayat her an bana bir sevinç yaratmak için tetikdedir, bunu da bilirim.

Köyün merkezinden uzaklaşıp bir başka yoldan aşağı doğru yürümeye başlıyorum ve ta ta taaa! Bir dondurmacı, kaldırıma atılmış üç küçük masası ve şemsiyeleri ile çok sevimli. İki genç kız masalardan birinde. Diğerine sırt çantamı bırakıp dondurma dolabının önüne konuşlanıyorum. Genç adam yaklaşıyor, beş çeşit dondurmayı seçiyorum, üzerlerine erimiş çikolata eyvallah, dövülmüş fındık ceviz karışımı eyvallah, 50 TL. ödüyor ve masama oturuyorum ve ilk kaşıkta düşüp bayılıyorum. Dondurmaları kendisi yapıyor, bu kadar çeşit için bravo sana diyorum. Çokkkkk beğendiğimin altını çiziyorum, ellerine sağlık deyip hayırlı işler dileyip yola revan oluyorum.

Şimdi trendeyim. Sağ önümde iki kişi konuşuyorlar. Ayakta olan sürekli bana bakıyor ve sonunda soyadımla sesleniyor. Kısa bir nasılsın sohbeti lakin ben çaktırmadan düşünmekteyim. O benden önce iniyor ve hemen geri dönüp kapıdan soyadımla seslenerek bana, iyi günler diliyor. Bu sevimli ânı elbette karşılıksız bırakmıyorum.

Bu mutlu günü de karşılıksız bırakamam, buna keyfim başta olmak üzere tüm paydaşlarım karşı çıkarlar, biliyorum. Bizim sahilde kısa bir tur atıyor, saatin ruhları dürtükleyen vakte gelmesini bekliyor, bu tür alışverişlerimi yıllardır onlardan yaptığım, içecekleri her zaman buzz gibi olan mekâna uğruyorum.

Dolaptan buzzz gibi Bomonti Filtresiz'i alıyor, onun yanına da bir paket yoğurt ve mevsim yeşillikli Lay's ekliyor, Enn Sevdiğim Kadın'ın online toplantılarının yoğun olduğunu biliyor, bu nedenle zor zapt ettiğim parmaklarımın telefona gitmesini engelliyorum...

1 Ağustos 2021 Pazar

Yazar Sırt Çantamda

Cuma sabah kardeşle şehire indim. İşimi hallettim. Sonra baktım hava yaz tadında, o halde yürümeliyim, dedim. Öncesinde kardeşle cadde kenarında hoş bir masada çıtır çıtır ve biri kaşarlıyken diğeri klasik beyaz peynirli olmak üzere su börekli ve ince belli bardakta çaylı kahvaltı... ve de meslek, piyasalar, biraz da mesleğin varacağı noktalar üzerine sohbet ettik. Sonra O işyerine doğru üç harflisiyle devam ederken ben; sevdiğim bölgede kısa bir tur atıp tam randevu saatimde doktoruma geçtim.

Kitap okumaya devam mı, dedi doktor. Dedim onsuz olmaz, "Yazar sırt çantamda." Kim, dedi, söyledim. Adını duydum, dedi; muhtemelen lafın gelişiydi. Kısa bir özet geçtim, çünkü, tanışıklığım benim de yeniydi. Yazarla kankalık durumu henüz taze ama sevdim kendisini! Siparişi hazırlarken bir anda dikkatimi çekmiş; öykü kitabı olması nedeniyle de işime gelmiş; ama daha çok da kitabının adıyla çekmişti beni. İlginç de bir detay fark ettim ki elime geçtiği tarih: Denk gelmiş doğum günüme.

Sorarsınız şimdi nasıl, diye...

Derim ki iyi ki tanıdım O'nu.

Doktorla uzun sohbet derin; ekonomi, memleket halleri, biraz kitap, maskesiz insanlar, az siyaset, biraz Fenerbahçe, kısa kontrol... Hoşçakalın.

Trene yürüyorum. Pandemi, gemi azıya almış da olsa caddeler sakin. Bense felekten bir gün daha çalıyorum. Bir an, bir sonraki duraktan binsem, o arada gara uğrasam ve sorsam diyorum: "Tren seferleri başladı mı?" Sonra sıcak ve onca yürüdüğüm, ama keyifle yürüdüğüm yol sonrası varınca binmem gereken istasyona, "Netten bakarsın, şimdi atla trene," diyor, 17 dakikası olduğunu görüyor, kitabımı açıyorum. O ara, bir gün Tekkeköy'deki eski gara, yani en bayıldığım kitap okuma noktalarımdan birine, gitsem diyorum. Dinliyorum uyaranlarımı, biniyorum trene, açıyorum tekrar kitabımı. Biraz manzara biraz kitap derken varıyorum bizim istasyona... Eve varana kadar nem gerekeni yapıyor. Duş ve çalışma odamdayım; açıyorum ekranı, iki saatlik bir iş kaybım var, göz atıyorum piyasalara; olumlu haber faiz artırımı, dolarda bir tık düşüş, bazı önemli şirketlerdeki açıklanan kârlar piyasa beklentilerinin üzerinde. Ama memleket hali kötü! Saray'a 13 uçak, orman yangınında çaresizlik... Yoksa... yoksa yeni yeni oteller mi?

Sedat Peker'den iyi haber var, ne diyeyim, sevindim. Alsın sazı eline.

Açıyorum Fransızın iki kanadını; dışarıdan odaya dolan deniz ve serinlik kışkırtıcı. Bir plan yapıyorum, mesai sonrasına.

İskele Kafe, atıştırmalık, kahve ve kitap!

Heyecanlanıyorum.

En sevdiğim alanlardan biri; denizin ortasında bir yelkenli sanki. Rüzgar bedenimi yalayıp geçerken... denizde balıklar oynarken... ve şıp... şıp... şıp diye minik sesler ruhuma ulaşırken güzel güzel satırların arasında olmak, miss gibi kokusu kahvenin... Muhteşem.

Ekranı kapatıyor, giyiniyor, maskemi takıp sırt çantamı asıp çıkıyorum yola. Bu kez kalabalık ama deli dolu değil. Kıvamında. Keyfim artıyor. Maskesizlere, hadi açık alan ve insanlar kısmen mesafeli, diyerek bu kez tolerans tanıyorum. Denize girenleri, kıyıya çadır kuranları, iki sandalye bir masa atanları, şortları, etekleri kasık boyu pırıl pırıl genç kızları, kadınları ile diyorum ki bu şehir vallahi başka. Upuzun bir sahil, tertemiz tuvaletler, duşlar ve elbette cankurtaranlarıyla ve de mekânları ile sanki bir medeni Akdeniz kenti; hiç buralı değil gibi. Ahh bazı insanlarımız buralı gibi olmasa da doğru düzgün kullansalar şu tuvaletleri ve dahi duşları; canı çıkmasa belediye görevlilerinin, nasıl olur acaba?!

Varıyorum İskeleye, alanda bir yerel grup var, eskiden şarkıları tazecik bir solist eşliğinde sadakatle çalıp söylüyorlar. Rock saundunda ve eski usulde bir şenlik hali var ki plastik sandalyelerin hepsi dolu, insanlar mutlu. Afad'ın Tır'ı orada ve aşılama insanların ayağında... Bu kez görüyorum ki ilgi yoğun!

Balık avlayanlar, iki sandalyesini açmış denizi yaşayanlar, yürüyenler, selfi çekenler arasından geçerek varıyorum İskele Kafe'ye...


Dolu gibi görünüyor; girip bir tur atıyorum ve kıyı kenarda boş bir masa bulamıyorum. Çıkıyorum.

Niyetim ora mı bura mı arasında gidip gelirken, geçen yaz pasta, kahve ve On İkinci Nota* eşliğinde yaşadığım keyif ve o keyif üzerine yazdığım yazı aklıma geliyor. Hem sonrası da çok güzel olmuştu; yazımın altındaki yorum çevirmenindendi ve beni o akşam internet üzerinden yapılacak ve yazarın İsviçre'den katılacağı sohbete davet etmişti. Sevinmiştim tabii ki!

Çenem açıldı ve fazlaca düştü, farkındayım. Oysa binbir sıkıntıyla başlamıştım yazıya. Bir ara vazgeçmiş, bugüne yazı yok demiş, epey kısırlık çekmiştim. O ara Enn Sevdiğim Kadın aradı, epey konuştuk ki çenem O'na hep düşer. Akşamımı anlattım, dondurmayı ballandırdım. Telefonu kapatınca da dedim ben bu yazıyı yazarım.

Ama bu kadar uzatabileceğimi de vallahi düşünmemiştim; mekândan, andan, daha çok kitaptan söz edip kısa kesecektim.

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim.

Nerelere?..


Evden çıktığımda ilk dondurmamı Milka'dan alırdım ki dondurmaya benzin muammelesi yapardım. O tam ikinci dondurmacıya vardığımda biterdi, oradan gerçek kornet içine koyulan süper dondurmalardan alır, onu da bir numaram Roma Dondurması'nın önüne varana kadar bitirir, Roma Dondurması'nda henüz yapılmış tazecik kornetlere vişneli, limonlu, çilekli ve vanilyalı koydurur, benzin bitmeden de mağazaya varırdım. İşte şimdi çocuk adam halimde de; o çocuk olarak oturduğum masada kitabını açmışken ve önündeki dondurma kasesinde taa Çanakkale'lere varan bir dondurma yolculuğu yaşarken, sanki çocukluğumun bütün dondurmaları damağımda ve bir şenlikteymişçesine seviniyorum. Vişnelinin içinde minicik vişne kabukları bile var, hiç rahatsız edici değiller, bilakis mutluluk veriyorlar. Hakeza limonlusu; ferah mı ferah. Kitabı okumaya çalışıyorum ama gidemiyorum. "Erir mi acaba ?" diye korkuyorum ama daha çok bu enfes ve gerçek meyveli dondurmaya konsantre olmak istiyorum. Sanki çok eskide kalmış bir dostu bulmuş gibi sevinçliyim; limonlunun limon, evet gerçek limon tadına bakarken.

Kaşığı daldırıyorum sonra... ve missss gibi vanilya, diyorum bu.

Kitabı masanın üzerinde bırakıyor. Dondurma kasem ile hayatın güzel yıllarına, dönmemek üzere gidiyorum.

O ara yandaki Columbia'nın terası gözüme takılıyor. Kahvemi orada içsem, deniz yüzümü yalayıp geçse ve taaa Ukrayna'yı göre göre kitabımın tadını çıkarsam, diyorum...

Ama!

Tadı damağımda bir dondurma var, kopamıyorum. Kalkıyor gidiyorum, bu kez bal bademli ve vanilyalı iki top dondurmayla dönüyorum. Kahve mağlup! Ruhum eski zamanlardan bir çocuk. Mutluyum.

Kitaptan ve bayıldığım yazarından söz edecektim aslında değil mi?

İkisinden de özür dilerim. Anlayacaklarından eminim! Fazla söze gerek yok aslında! Tanıştığıma çok ama çok memnunum. Bayılarak okuyorum ve en çok da kitabın girişindeki, "Ustam Recep Gürgen'e," atfı nedeniyle hayranlık ve saygı duyuyorum, yazar Şule Gürbüz'e. Bir akademisyen kendisi. Dolmabahçe Sarayı'nda sanat tarihçisiyken tanışıyor Recep Gürgen'le ve O'na çırağı olmak istediğini söylüyor.

Şimdilerde akademik kariyerin ve yazarlığın ve koleksiyonerliğin yanı sıra mekanik saat tamirciliğine de devam ediyormuş kendisi. Yazı dili ve öyküleriyse altını bir kez daha çizmeliyim ki mizahi dokunuşları ve insan halleri ile birlikte muhteşem. O kadar heyecanlandırdı ki bu tanışma beni; henüz kitabın sonlarındayken ve bitmemişken, dökmek istedim içimdekileri.

Aslında o akşam öyle kendimden geçmiştim ki ben: Kahve Dünyası'ndan başı dönmüş bir halde hülyalar içinde çıkmış, İskele Meydanı'ndaki sahneden gelen müzikle coşmuş, yaz şaşkını bir halde yürürken bir anda fark etmiştim ki yüzümde maske yok! Ahhh benim hülyalı başım, dedim elbette, telaşlandım, "Bir de millete laf çakarsın sen ha!" dedim, sırt çantamı usulca indirip, bir kenara çekilip maskemi taktım ve bir de ceza kestim kendime: Gözünün kaldığı şu tezgahtan bu akşam dondurma yok dedim sana!

Benzin bitti, eve ittirerek gidiyorum.



*Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP