17 Kasım 2010 Çarşamba

Devr-i Alem Meselesi

Elimde milimetrik çizim kağıtları, sıfır-üç, beş, yedi, dokuz kalemlerle şehrin merkezinde sokaklardan birinde yürüyordum. Bilirsin, bizim şehir öteden beri gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkını bir türlü dengeleyememiştir. Dolayısıyla o kavuran sıcak, akşam üzeri serinliğe çevirdi yüzünü. Tam da okulların açılma mevsimi...

Derken sokağın içinde, tuhafiye dükkanlarından birinde, o renkli vitrinlerde, mavi mavi önlükleri seyre daldım. Hani o piç kuruları birinci sınıfa başlarken anaları, tuhafiye dükkanlarında , üzerlerine en yakışan önlüğü bulacağım diye çocuklara giydirip giydirip çıkarıyorlar da, bir çocuğu ilk kez okula göndermenin, ona ilk kez mavi önlük giydirmenin doruk doruk heyecanını yaşıyorlar da, o piç kurularının hiçbir şeyden haberleri olmuyor ya hani...

Çocuğun gönlüne yatan "ben ten"li beslenme çantası ya da suluk iken gözü, önlük mönlük görmüyor. Sonra anaları tutup elinden üstü başı çiçek gibi çocuğu, ders başlamasından bir saat evvel okul bahçesine getiriverip, "hadi bakalım akıllı ol" diyorlar da, gözleri doluyor ya hani…

Ben de küçük bir piç kurusuyken, ilk kez okula gönderildiğimde, annem bana, belden kordonu arkadan kurdele yapılan mavi bir önlükle, çiçekli yakalık almıştı… Gerçi beni okula ilk kez bıraktığında vangır vangır ağlıyordum korkudan :)) Oysa anamın o günkü heyecanı hiç bir şeye değişilmezdi, eminim.

Bir yandan soğuk, bir yandan gurbet falan duygusala bağladım blog. Yemin ederim, önlük alıp giyesim geldi.

Daha dün Türkçe defterime, daha şık dursun diye, “e” harfi onlarca kez yazdırılmaya uğraşılırken, şimdi lanet olası mil yuvasının çapını veya mengene gövdesinin görünüşte verilmeyen köşe kavislerini hesaplıyorum. Bak vallahi şikayetçi değilim, mühendis olmaktan blog. İç geçirdim öyle bir... Biraz gecikmeli de olsa birinci sınıfa başlayan piç kurularını öpüyorum yanaklarından…

3 Kasım 2010 Çarşamba

18 Ekim 2010 Pazartesi

Zemberekkuşu'nun Güncesi

Haruki Murakami okumak, beni son zamanlarda rahatlatan en önemli etkinliklerden biri. Bunu artık tamamen kabullendim. Benim için bulaşık yıkamak; ya da okuldan eve yürümek gibi sürekli yaptığım ve olağanlığından dolayı beni dindiren bir eylem oldu sanki. Onun kitaplarını okurken, kahramanlardan biri oturup midesine bir bira indirdiğinde, suyu çekilmiş bir kuyunun dibine kendine son derece normal gözüken bir nedenden dolayı inip günlerce orada oturduğunda ya da yüzünde ansızın beliren bir lekeyle ve bu leke yüzünden sokakta ona dikilen gözlerle başetmek zorunda kaldığında, Dünya üzerinde hemen her noktada aynı varlığın hüküm sürdüğünü anlıyorum: İnsan yaşamı!

Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni de, yüklü fiyatına rağmen yine kafamı toparlamak ve düşünmek istediğim bir dönemde aldım. Tıpkı Sahilde Kafka gibi.. Sahilde Kafka bende derin izler bırakan bir kitaptı, beraberinde çok sayıda soru işaretiyle beraber. Zemberekkuşu'nun Güncesi ise ona göre daha rahat bir kitap, ya da bana öyle geldi. Parçaları birbirine oturtmakta çok fazla zorluk çekmiyorsunuz. Ama bununda bir ön şartı var.

Murakami, Zemberekkuşu'nun kanatları altında sizi Akdeniz'den Sibirya'ya, 2.Dünya Savaşı yıllarının acımasızlıklarından, günümüzün politik-sosyal acımasızlıklarına, birbirinden farklı alemlerde insanların (ve hatta hayvanların) başlarından geçen birbirinden garip olaylar aracılığıyla gezdiriyor. Bunu yaparken de, geçen her bir olaydan istisnasız keyif almanızı sağlıyor.

Parçaları kitabı bitirdikten sonra birleştirmeye çalışmak en iyisi, çünkü aksi takdirde yaratacağınız sürekli bir "Acaba tüm bu alakasız gibi gözüken olaylar ve insanların yolu ne zaman kesişecek?" beklentisi sayfalardan alacağınız hazzı örseleyebilir. Zaten kendinizi zorlamanıza hiç gerek bırakmadan, kendiliğinden gözünüzün önünde canlanacak sahneler size önemli kapılar açacak. Somut ve soyut ögeler yine bir arada ve bu ikisi bazen birbirine karışacak. Doğru ille de gerçek değildir ve gerçek de belki tek doğru değildir.Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, başlamanız gereken kitap kesinlikle budur. Keyifli okumalar!...

8 Ekim 2010 Cuma

Yeni Yayın Dönemi

kendime notlar; üzerine yazılmak üzere...

Yazma serüvenim bundan yaklaşık beş yıl önce başladı. Uzun, upuzun ve gönderilmemiş bir mektupla... Bazı geceleri sabaha, o sabahı da başka bir geceye bağlayacak kadar uzun soluklu bir yazma süreci. Upuzun bir ilişkinin dökümüydü her şey... Tüm yaşanmışlıklarımın sürece kattıklarını da ortaya koyan, nedenlere, niçinlere alt yapı olan bir yaşam ve anlar özetiydi klavyemin tuşlarındaki...

Askere giderken iki devreli bir lig olarak tanımlamıştım hayatımı... Birinci devresini kapatmış, ikinci devrenin hayallerini, umutlarını ve olası sürprizlerini yanıma almıştım. Daha bir aylık askerken, hep hazır olduğum ölüm gerçekleşmiş ve ben planlarımın bana ait olan, içinde sadece benim olduğum kısımlarını hayatımdan çıkarmış; bildiğim, beklediğim ve hazır olduğum, ama öyle olsun istemediğim rolü oynamaya başlamıştım.

Kendimi bir bukalemun olarak tanımlarım hep... yaşamla ilgili şikayetlerim yoktur. En olumsuz anlarda bile ortama uyar, anın tüm gerçekliklerini bir durum olarak görür, onun güzelliklerini bulur ve onların üzerinden yürürüm.

Bu öngörebilir ve hayatla uyumlu halime rağmen, açık söylemek gerekirse, hayatımın bir üçüncü devresi olacağını hiçbir zaman öngörememiştim. Ama oldu. Bu üçüncü devrede de diğer iki devredeki beni terk etmedim. Ama hayatın kalabalık akışının iplerini, bu kez tümüyle elime aldım. Bencil oldum. Ya da öyle olmaya karar verdim.

Evvel zaman önce, yani ikinci devrenin bir türlü başlayamayan kapanış töreni devam ederken, yeni bir yazma süreci başlamıştı bende; neredeyse her sabah bir şeyler karalıyordum. Öylesine yazıyordum. Sabahlarımı, gün içi boşluklarımı dolduran bir uğraş olup çıkıvermişti yazmak. Geride bıraktığım yaşamı gözden geçirme, sevdiğim anların içine girip kendimi bu dünyanın, anın, sürecin dışına atmanın keyfiydi dökülen her bir kelime ... Yeni, yepyeni bir ritim tutturmuştum. Hayat, yeni ve hızlı ritmiyle keyifli keyifli akıp giderken, bir anda zamanın el frenini çekiyor, kendimi anın dışına, kumbaramda biriktirdiklerime atıyordum. İz bırakan anları yaşıyor, keyfini de yanıma alıp bugüne dönüyordum.

Bir evvel zaman daha sonra, sadece vizyondaki filmleri takip etmek için üye olduğum bir sinema sitesinde yorumlar yazarken buldum kendimi. Oranın seviyesinin ve tadının kaçtığını hissettiğimde, bugünden iki yıl bir ay önce, bir akşam birden blog hazırlarken buldum kendimi. İlk yazım bir filmdi: Volver.

Blog dünyasıyla hiç bir alakam, konu üzerine hiç bir bilgim yokken bir yazı okumuştum gazete sütunlarından birinde... Blog dünyasını kasaba yaşamına benzetiyordu yazar... Ben artık bir kasabalı olmuştum. Bugün, şu an, farkındayım ki ben çok güzel bir kasabada yaşamaktaymışım. Sabahın en erkeninde, elimde kahve kokusu, konuk oluyormuşum pek çok yüreğe...

Fakat bu yaz, olağanım olmuş, yani sabah elimde kahve kokusuyla başlayan dolaşmalarımın, içimden geldiğince akıp giden zamana saldığım kelimelerimin uzağına düşüverdim. Yaz dışında sadece bana ait olan yaşamım, yine çok kalabalık, yine coşkulu bir seyir halindeyken, başka bir ritimle toslaştı bu sene. Mahremiyet alanlarım yok oldu. Yaşamın ritmi, ne yazık ki elimden gitti. Günün akışını düzenleyen, keyfe keder hareket eden bireysel özgürlüğüm, evdeki şahane kalabalığın esaretine girdi. Sadece beni düşünen, o benin çizdiği rotada yürüyen bencil olma halim kesintiye uğradı.

Aslında hayatımın hatası, evde yer açmak için bilgisayarı ofisimsiden salona taşıyıp, alt katı terk etmemle başladı. Yazları ev kalabalıklaştığı için ve artık bir genç kız iddiasındaki Naz odaya el koyduğundan; üst kattaki, erik ağacı ve altındaki masaya bakan odaya taşımaktan vazgeçip bilgisayarı, salona yerleştirdim. Dolayısıyla, ufak çaplı bir internet kafe halini alan salonda her biri bir koltuğa yayılan, çok sevdiğimiz ve aynı zamanda dünyanın en geveze sağır dilsizi olan Esra'yı, ortalığı toparlamasının iki dakika sonrasında çıldırtmayı başaran dağınıklığın müsebbibi çetenin içinde kaldım. Üç kişi aynı masaya oturup önlerine açtıkları laptoplarıyla oyun sitelerinde, özellikle piştide, dördüncüye kumpas kurup, perişan eden bir çete bu... Kağıtlarını birbirine söyleyen, dolayısıyla pişti ve sayı toparlayan, ve tüm bu halden habersiz bir garibi tüm oyun boyunca deli eden bir çete...

Çoğu zamanlarda bu çete işgal ettiği için salonu, o hareketliliğin içinde bir türlü düzen kuramadım. Bir türlü konsantre olup da yazmaya fırsat yaratamadım. Canım cicim her şeyim blogumu kaçınılmaz bir biçimde gözümün ırağına koydum.

Belki de tüm bunlar, bir tembelin bahaneleridir, bilmiyorum!

Kısa ve öz; bu yaz bir türlü çekidüzen veremediğim ben yüzünden, blog ihmale uğradı. Bu yazamaz sürece çeşit çeşit bahaneler de yaratmadım değil hani! Mesela cumartesi günü sezonu açan Samsun Devlet Opera Balesinin Carmen'i üzerine yazacağım bir yorum ile sezonu açarım sanıyordum, öyle kandırmıştım kendimi. "Yeni Yayın Dönemi" başlıklı bu yazının bir hafta önceki halinde "Neyse, bu akşam Carmen'le SDOB'si yeni sezonu açıyor ve ben de kendi ritmime dönüyorum. Yani yeni yayın dönemi başlıyor. " diye, şu an aktüalitesini yitirmiş bir cümle de vardı.

Beş gün rötar yaptım. Geçen cumartesi izlediğimiz Carmen üzerine bir yazıyı da henüz yazmadım ama iştahlıyım sanki...

Oysa ne şahane bir yaz yaşadım.

Sipper izler ve anlar var damağımda...

Yani.. bu kez, gerçekten, yeni yayın dönemi başlıyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Ekvator Hikâyeleri... Bir Kitap Önerisi; Yanında Kullanma Kılavuzu İle

Geçen gün, kanepeye uzanmış, gökyüzünü ve ağaçları keserken, gözüm kitaplıkta o an için bakılacak kitap aramaya başladı. An'a en uyacak kitap olarak öyle derin, boğucu, sıkıntılı bir halet-i ruhiyesi olmayan; merak uyandırıcı, tebessüm ettirecek, serüven ve giz kokan bir şeyler aramaya başladım. Ve "Güne en uygun benim," diyerek parmak kaldıran, bir İstanbul seyahatinde oğul için kitap bakarken gözüme çarpıp oğula aldığım ve o an hissettirdikleri konusunda beni yanıltmayan Ekvator Hikayeleri'nde karar kıldım. Ara ara ben de göz atmıştım, ama şöyle ciddiyetle oturup okumamıştım.

Sonra, sayfalar arasında gezinirken bir anda, artık özlemi içimden taşmış anlardan mıdır ya da tüm yok saymalara, istememelere rağmen artık ruhumun tak dediği noktada mıydım, bilmiyorum. Üzerine düşünmek de istemiyorum açıkçası... Neden olan her ne idiyse, aklıma sahneleri yazdırmaya başladı hemen.

Önce kitaptan mı yoksa aklımın sahnelerinden mi başlasam tereddütündeyim şu an!

İçinde şarap olan piknik sepetleri, kareli yer örtüleri, peynir başta olmak üzere üzüm ve benzeri hafif yiyeceklerle o sepetin içine atılmış şiir kitaplarına eşlik eden tatlı bir rüzgarın ağaç altlarında, şırıltılı bir dere kenarına yatılmış dizlere şiir okumaya meylettiren önerileri görmüşlüğüm vardır; dergilerin aşkınıza renk katın köşelerinde. Yakındaki gölün kıyısında, kaya mezarlarının olduğu yere yayılıp, özellikle mitolojik ya da arkeolojik kitaplara ortamı fon yapmak, akşamüstü o gölün kıyısındaki içkisiz aile lokantasında kiremitte kaşarlı alabalık yemek gibi sapkınlıklarım da vardır.

Ama bu kitabın çağrıştırdığının kel alaka haline de şaşırdım hani!

Bu kitaba yakışır ambiyans nasıl olmalı konusunda aklımın ortaya karışık önermesi ise şu:

Ertesi tatil olan bir günün saat 20'den sonrasında, gökyüzünün yakışıklı lacivertini daha da parlatmış mehtaplı bir gecede ışıkları kapatılmış, mavi ışığın hakimiyetindeki salona, odanın farklı yerlerine dağıtılmış farklı renklerde ve farklı ebatlardaki mumların titrek ve sarı ışıkları eşlik eder... Sevdiğiniz türden ve sayıda tütsü uygun yerlere dağıtılır... Uzanacağınız kanepenin el altına çekilmiş sehpanın üzerine, kesinlikle beyaz ve küçük tabaklarda; sevdiğiniz, içkinizin yanına yakıştırdığınız türden yiyecekler yerleştirilir. Benim kişisel tercihlerim şunlar: Patates kroket, Çin (ya da sigara) böreği, peynir tabağı ve füme dil. Tatlım geldi zamanı için de krem karamel. İçecek olarak genellikle tatil tembelliğindeki pazar günü öğleden sonralarında, ortalığın şişeden geçilmeyeceği bir vaziyette tekila bira ya da votka bira yapmayı Tarantino'nun ya da benzerlerinin ''manyak'' filmlerine yakıştırdığımdan, bu kitabın gecesine uydurduğum yiyeceklerin yanına ve ortamın romantik havasına Pamukkale Anfora Shiraz'ı uygun gördüm. (Plase: Kavaklıdere Angora kırmızı ve Buzbağ.)

Ha pardon unutuyordum! Başucunuzda, sadece kitabı aydınlatacak bir okuma lambası dışında hiç bir teknolojik ışık olmamalı odada; müzik setinin ışıkları hariç... Battaniye ya da benzeri bir örtü tercih sebebidir.

Ben iki farklı müzik türü seçtim, iki farklı hal için: Kanepeye tek kişi halde sığabileceğiniz ikinci kişiniz varsa, ki bu tercih edilendir; caz- blues karşımı bir şeyler yakışır diye düşünüyorum ve tercihimi Madeleine Peyroux'dan yana kullanıyorum (Plase: Ali Farka Toure.) Tek kişilik, bonusu da yalnızlık hissiyatı olan seçenek için de benim tercihim Pink Floyd'dur.* Mümkünse uzun gitar bölümleri olan üç dört parçadan oluşturulmuş, kalkmayı gerektirmeyecek uzunlukta bir seçki oluşturulursa daha da iyi olur.

Geliyoruz en önemli kısma:

Elbette kanepede tek kişi olabileceğiniz bir ikinci kişiniz varsa gece muhteşem. Gerçi bunun şu riskini de göz önününe koymamda yarar var sanırım: Bir kanepeyi tek kişilik yapabilecek ikinci kişiyle arada oluşması muhtemel sıcacıklık, göğüse yaslanmış saçların kokusuna okunan satırlar, tenten halin yumuşak dokunuşları okunan kitabı bir kenara bıraktırıp başka sayfaları açmaya, birbirinin notalarına dokunarak farklı bir müzik yaratmaya, dolayısıyla kendi kitabını kendin yaz bir hal oluşturmaya meylettirir mi kişileri? Ettirebilir! Ya da bir anda, senin gözünün üstünde niye kaşın var gerekçesi yaratarak fi tarihinde de şunları demiştinlere kadar uzanacak bir tartışmanın göbeğine atıp gecenin içine ettirebilir mi?

Duyamadım!

Eğer kanepeye tek kişilik sığabileceğiniz ikinciniz varsa; her hâlükârda iyi eğlenceler. Yoksa, zaten kitaba yumulacaksınız ki bunun daha yararlı bir şey olduğu su götürmez! En azından gözünün üstünde kaşın var diye başlayıp süregidebilecek bir halin oluşma ihtimali uzaklardan el salladığı için, daha iyi bir durumdur deyip; kitabın, içkinin, müziğin ve gecenin keyfini çıkararak teselli olabilir(sin)iz...

Gelelim Tübitak popüler kitaplardan çıkmış, fiyatı oldukça uygun, Ekvator boyunca Güney denizlerinin sırlarından başlayıp Güney Amerika'dan Afrika'ya, Asya ve Okyanusya'ya sıralanmış ülkelerden seçilmiş yirmi hikâyeden oluşan, gerçekten keyifli bu kitaptan seçtiğim bazı hikâyelerin ilk paragraflarına:

Şanssız Conquistador

1540'da son İnkalar tarafından çıkarılan yangınlarla harap olan ve ardından da İspanyol fatihler tarafından daha da yıkılan Quito kasabasına yeni bir vali geldi: Gonzalo Pizarro. Gonzola, İspanya'nın Estremadura kesiminde küçük bir kasabada bir domuz çobanı olarak hayata başlayan ve başdöndürücü bir şekilde, inanılmaz derecede zengin Peruluların efendiliğine yükselen Fransisco Pizarro'nun erkek kardeşiydi.


Yerküre'nin Ölçümü

Fransız ordusu 1719'da, İspanyolların, Katolanya ile Girona arasındaki yolu kapatan, Güller Kalesi'ne kuşatma yapmıştı. Fransız birlikleri içinde ilk kez savaş deneyimi yaşayacak, Charles Marie de La Condamina adında 18 yaşında gözüpek, bebek yüzlü bir subay vardı. Bu genç subay tehlikeye o kadar umarsız yaklaşıyordu ki cafcaflı ve kolayca fark edilebilecek kırmızı bir şapka giyerek düşman ateşine adeta kendini siper edebiliyordu.


Riobambalı Penelope

C.M.de La Condamine'nin yönettiği ve Yerküre'nin Ekvator çevresini ölçecek olan Fransız bilim heyeti, 1741'de sık sık Riobambalı Penelope başlığı altında anlatılan, unutulmaz ve romantik bir olay da yaşamıştı. Bu inanılmaz gibi görünen olaylar dizisi daha sonraki elli yılda Avrupalı yayımcılara, çok acıklı hikâayeler için yararlanabilecekleri zengin bir kaynak hizmeti görmüştü.


Çıplak Barones

Paris 1932. Bir akşamüstü geç vakitte, Monmartre'da bir barda, uzun bir amber ağızlıkla Türk sigarası içen genç ve hoş bir kadın, kendisiyle pek de olağan sayılmayacak bir yoğunlukta konuşan adamı hayranlıkla dinliyordu. Bu klasik bir baştan çıkarma sahnesi olarak görünebilirdi ve bir şekildede zaten öyleydi çünkü adamın sözcükleri kısa sürede kadını aşık edecekti. Ama ona değil...


İnsan Yiyiciler

Yozlaşmış Hartum'da ve uyuşmuş Zengibar'da bilinmeyenlerle ilgili, Afrika'nın Büyük Göller'inin batısında kilometrelerce uzanan, güneş ışığının bile sızamadığı tıpkı yeşil gölge gibi erişilmez, balta girmemiş ormanlarla ilgili korkunç hikâyeler anlatılıyordu. Bu ormanlarda ağaçların kendileri bile uğursuzdu.


Yazının blogdaki ilk yayın tarihi: 24.10.2008

Kitap Yazarları: Gianni Guadalupi-Antony Shugaar

Çeviri: Nazmiye Özgüç

Tubitak Popüler Bilim Kitapları-2004


*Ve önerilen şarkıcılardan tadımlıklar... Pink Floyd, Pink Floyd zaten!






İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP