20 Mayıs 2023 Cumartesi

Sinema La Paragas İftiharla Sunar

Aradığım yumuşak, gülümseten, yormayan aksine sevindiren, bir tatlı huzura huzur ilave eden filmler.

Portalı dolaşıyorum çünkü şu film diye bir fikrim yok.

Yolculuk yüreğimin git dediği yöne doğru...

Festival filmleri, şu bu derken komedide kalıyorum. Afişlerden biri oncasının içinden vakarla, sempatik bir özgüvenle ve bende iş var edası ile göz kırpıyor. Kadın elinden çıkmış işlere kefil zihnim turnayı gözünden vurduk gazı da vererek çak yapıyor. Valérie Lemercier bilmediğim bir sanatçı, işin hoşu filmin yönetmeni de...

Keyiften ölüyorum.

Aşk derim ben buna kısmı ayrı güzel, yaşlar 17 tadında bir kemale ermişlikte ve Patrick Timst denen aktör çok tatlı ve sahici...

Şiir gibi ama neşeli, serotonin yayan, tüm karakterleri ile kendini bayım bayım izleten, gündemin toz dumanından ruhu çekip alarak dirilten, beş üzerinden beş yıldızı anasının ak sütü gibi hak eden enfes bir film Marie-Francine.

Bayıldım!


Gaza fena geldim ve gaz kesmeye hiç niyetim yok. Yine komedi segmentindeyim ve "Ben ben!" diyerek ısrarla önüme atlayan filmlerin pek çoğunu hızla geçiyor ve eliyorken bir anda "İşte bu," diyerek yerleri kazırcasına sert bir fren yapıyorum.

Coğrafya Tunus, mevzu iyi, abla Fransa'dan memleketine dönmüş; ilmini orada yapmış ama sanırım taçlandıramamış genç bir kadın. İdealist, atak. Coğrafyaya bittim zaten. Filmin akışına da...

Karakterler tatlı, komik, katlımcı, sahici ve iyi.

İnsanlara derinlikli dokunan, arızaları sevimli bir gülümseme katarak izleten, Ortadoğu'nun arazlarını da mizahın incelikli dili ile pek güzel göz önüne seren... Meraklısının keyiften öleceği ama meraksızına bu ne şimdi dedirtecek... Yine kadın elinden çıkmış, Manele Labidi'nin yazıp yönettiği, Golshifteh Farahani'nin ana karakter olduğu, yan rollerin filmin altından çok güzel kalktığı... Yönetmen dokunuşları ile incelikli ve eleştirel, mizaha bürünmüş oyunculuklarının samimiyetinin mahallemizden birileri tadı verdiği... Ve şahsıma yaşattığı kocaman keyiften kaynaklı olarak yine de mutlaka izleyin diyemeyeceğim ve filme dair son noktayı coğrafyaya, müziklerine, gerçekliklerine, arazlarına ve kendi halindeki güzelliklerine ilginiz ya da merakınız varsaya ek olarak, mizah üzerinden ve kırıp dökmeden de eleştiri yapılabileceğini ortaya koyan bu pek tatlı film: Tunus'ta Bir Divan.

Ben bayıldım ama yine de siz bilirsiniz diyerek son noktayı koyacağım ve ikinci yarı için kendimi şımartıp üç minik kesme şekerli, sütü dörtte üç ve köpürtülmüş, dört gram granül kahvesi iki parmak sıcak suyla inceltilip eklenmiş sütlü kahve hazırlayıp, yanına da bir kesme ekleyerek, bu sinema gününe kaldığım yerden devam edeceğim!

İkinci yarı için başka fikirlerim de var!


Antrak



Ara verince çıkıyorum evden. Aklımda binbir fikir... O mekân şu mekân dönüp dolaşıyor.  Sonuçta dondurma yesem, beni ayartıyor, bu kez de nerede yesem kararsızlığı ipleri ele alıyor. İskele Meydanı kalabalık. Bandolar sıra sıra. Halkımız coşkulu ben Palmiye Kafe'nin dondurma tezgâhının başında.

Tatlı bir genç adam. Şam fıstıklı, balbadem, sade ve karamel olmak üzere beş toptan dördünü seçiyorum, porsiyonda beş top hakkım olduğu uyarısı yapılıyor, biliyorum ancak beşincinin seçiminde kararsızım ve genç adama sen seç onu da diyorum. Karadut?! diyor; başımla beraber. Denizin dibi ama İskele'yi de gören bir masaya oturuyorum. Usulca ama dibini kazıyarak bitiriyorum dondurmayı; dondurma bitiyor fakat fikrim bitmiyor. Bir çevre turu ardından sahilden eve dönerken keman noktasında iki genç son hazırlıkta. Kız keman, oğlan gitar çalıyor ve yeni başlayacaklar; bir an kalıp dinlesem sonra da söyleşsem diyor, sonra da bu fikrimden vazgeçiyorum ama kesinlikle bir akşamüstü geleceğim ve söyleşeceğim kendileri ile; çünkü etkili çalıyorlar. Adımlarım sallana sallana, fikrim ikinci yarıya yönelik. Kardeş İstanbul'da, açıyorum kapısını viskisinden bir bardağa koyuyor, eve çıkıyor, onu buzdolabına koyuyor sütü köpüklenmiş şekerli kahveyi hazırlıyorum ve...



Film Başlıyor



Seçim bu kez İskandinavya; Norveç'teyiz. Kendi halimizde seyir halinde. Film komedi olarak sınıflandırılmış. Öyle de...

Açılış sahnesindeki abi öyle değil ama!

Ormanda. Az önce koca bir hayvan arabanın ön camından içeri girdi.

Elbette film boyunca manzaralar bizi bizden alıyor, absürtlükler de. Bir kara komedi bu ve aynı zamanda komedi sınıfından bir suç filmi. Ben sevdim. Ama tavsiye noktasında sözü orta sahada geveleyeceğim. Genel izleyicide kabul görmeyeceğini söyleyebilirim ancak kuzey sinemasının ve ikliminin tadını kavramış, seven izleyiciye -en azından- orta şekerli tatlar vereceğinin de altını çizebilirim.

Diğer filmlerde coşkuyu yaşamadan tek bu filmi izlemiş olsam ne derdim bilmiyorum -muhtemelen överdim-  ancak yine de meraklı, özellikle kara mizahı seven izleyicilere bir göz atmalarını söyleyebilir, ama mutlaka izleyin diyerek de -geniş kitleye- muhtemel bir pişmanlık yaşatmaktan uzak tutarım kendimi!


Viskim iki buz ile sehpanın üzerinde. Işıkların tümü kapalı. Öykü gerçek hayattan. Bir cezaevi; mahkumlar, Marina Hands'in oynadığı bir kadın yönetici, eski bir tiyatro oyuncusu; bir oyun projesi için bir araya geliyorlar. Sahnelecek eser Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken'i. Film ağırlıkla cezaevinin içinde geçiyor. Bunun yanı sıra ilk sahneden itibaren izleyicisini oyuna dahil ediyor ve sonuna kadar bırakmıyor. Farklı karakterlerin bir araya geldiği bir ortaklaşma. Zor bir süreç. Cezaevi koşulları ve onun dayatmaları bir yanda, özgürlük rüzgârları ötede ve denetime tabi doğal olarak...

Yönetmen için zorlu bir süreç. Cezaevinin bu sosyal proje ile ilgili taraftaki yöneticisi bir kadın, eski bir avukat. Akışı kıvamında bir film, heyecanı diri tutmayı başaran bir yönetmen. Konuyu tüm yanları ile izleyiciye ulaştıran sağlam bir senaryo, duygusal tonlar ve onların sergilenmesi tutarlı ve gönül teline dokunan cinsten... Ve yönetmen Emmanuel Courcol'ün heyecandan -kitleyi- öldüren akışkan bir yönetimle filmi sonlandırdığı final oyunu! Perdedeki oyunun yönetmeni aktör Kad Merad'dan muhteşem, zorunlu, kahramanca ve tek kişilik bir performans.

Birinciyi bitirenlerin ikinci kadehe gideceğiyse kesin!

Mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi, kısmı ise sır!




17 Mayıs 2023 Çarşamba

İki Film Birdenli Enfes Bir Gece

Korona nedeniyle yasaklar başlayıp da evlere kapandığımız günlerde ve sürecin ilerleyen ayları ve yıllarında onun hunharca saldırılarına yönelik olarak savunma hatlarımı sağlam tutmam nedeniyle bana bulaşamamış olsa da, o yine de yok etmeyi başardığı milyonlarca insana olduğu gibi bana saldırılarına da kesintisiz devam etmiş, başarılı olamayınca stratejisini değiştirmiş, ve başka bir noktadan vurmuştu beni: Televizyonda film izleyememe, bu yönde bir istek duymama... filmlerle ve genelde sinema ile aramdaki tüm bağları koparma...

Hayatıma bir kara kedi gibi girerek, sürekli zihnime ve alışılmış düzenime engeller çıkararak ve sürekli ateş altında tutarak direncimi kırıp da kalelerimi zaptedememiş olmanın hırsıyla da, hayat normalleşmeye başladığı süreçte bile elinden geleni ardına koymamıştı.

Salonlar açılınca da tüm duygu silahlarımı kuşanıp, ona inat sürekli koşturdum filmlerin peşinde, hiçbir haftayı boş geçmedim. Hayata dokunmayı özlemiştim. Bir açlıktı da sanki bu... Belki de bu nedenle, normalleşmede bile televizyonu koynuma almak aklımın ucundan geçmedi. Çünkü dokunamadığım hayattı geride kalan ve onun boşluğunu çok hissetmiş, özlemiştim.

Ve dün akşam, kısa süre önce başlayan, birkaç gündür süren bazı sevdiğim dizileri izleme evresinin ardından yıllar sonra üye olduğum portalda film açtım, mısır patlattım. Tek filmle kalırım sanıyordum ama üç yıl sonra olağanüstü bir keyifle harika bir gece yaşadım.

Ve o muhteşem tatla ve zihnimle ortaklaşarak, iki kişilik enfes bir hafta sonu hayali kurdum!

*

Aslında önce BBC First'ü açıyorum. Sevdiğim iki dizi var, uzun korona sürecinde ara verdiğim ve bir kaç hafta önce yeniden izlemeye başladığım, süreleri kısa, mizahı hoş iki polisiye. Bu güzel ısınma film için de tahrik ediyor beni, filmlere göz atmaya başlıyorum. Ve bir afiş beni çağırıyor. Üstelik Penélope Cruz var, yönetmen Simon Kingberg. Canımın istediği de aksiyon, hatta absürtlükleri olursa da canıma minnet. Yorulmak istemiyorum ama nefesimi kesmesine, dünyaya ve gündeme dair tüm düşünceleri zihnimden uzak tutmasına ve bunu hiç boşluk bırakmadan sürdürmesine gönüllüyüm. Tersi bir durum olursa bağım kopacak, bir boşluk oluşacak ve çok istekli olmasam da dağılmamış, kararsız bir kafayla uykuya gideceğim, biliyorum.

Filtre kahvem koyu ve hazır.

Mısır kupam kucağımda...

O halde film başlayabilir.


Enfes bir açılış sahnesi, müthiş bir koşturmaca ve dünyadan kopup filmin göbeğine konma. Bond filmleri tadında ancak çağının gereklerini de yerine getiren, masalımsı bir rüya sanki. Oyunculara bayılmış durumdayım, enfes bir kadın ajanlar ortaklaşması. Operasyon coğrafyaları turistik bir gezi... Aksiyon ritmi nefes almayı bile unutturuyor. Müzikler şahane, mücadele zorlu, seyirci soluksuz; tümüyle ekrandan yansıyan dünyaya ışınlanmış durumda ve tüm hücreleri ile filmin içinde.

Kadın ortaklaşması muhteşem, erkekler tarafı kaypak, ters köşeler bol, soluklar kesik, mesajları olsa da filmin, değersiz...

Ama dünyadan kopmak için, ve yenilmiş erkekler görmek açısından da, alınmış bir intikam tadı vereceği kesin...

Mesela memleketin herhangi köşesinden bir abla erkeğinden intikam almışçasına sevinebilir, ajan ablaları kahramanı yapıp ellerinize sağlık diyerek, kadının gücü manasında da kendine pay çıkarıp gülümseyebilir! Velhasıl-ı kelâm hoşça vakit geçirirken zihnindeki gündelik zehirleri bir süreliğine de olsa elektirikli süpürge gibi çekerek oluşturacağı boşluğa, serotonin yükleyeceği kesin bir film... diye düşünmekle birlikte, şiddetle öneririm yerine keyfinize kalmış demeyi daha uygun buluyorum.

An itibariyle kanapede, elimde kumanda bir kararsızlık içindeyim. Gitsem mi kalıp bir film daha izlesem mi?

Sorum bu.

Derken kararım netleşiyor ve film arıyorum. İşte bu! Azmin zaferi! Pandemi öncesinde izlemediğim ama kendisine bayıldığım yönetmen Luc Besson'un son filmi: 2019 yapımı Anna! Üstelik Helen Mirren ile başrolü paylaşan enfes bir Rus genç kadın: Sasha Luss!

Daha ne olsun!

Sakin bir başlangıç. Ben baştan gittim. Çünkü an itibariyle Rusya'dayız. Henüz Anna olduğunu bilmediğimiz genç kadın Moskova'da bir pazar yerindeki minik bir dükkânda oyuncak bebekler satıyor. Bir yabancı yanaşıyor ve bir teklif yapıyor ve sonrasında Paris. Film bir anda geri dönüyor ve biz ne oluyor derken Moskova'da müthiş bir aksiyonlar sahnesi; o dönemdeki -eski- Anna'yı tanıyorken, aksiyon sahnelerinin muhteşemliğine bayılıyoruz. Filmin başlangıçdaki geri dönüşlerini yadırgayıp oluşturduğumuz sorulardan pek bir bilgi alamasak da, sonrasında Luc Usta, yanıtları ilmek ilmek örüyor. Karaktere bayılıyorum ve iddia ediyorum ki filmi izleyecek herkes bayılacak.

Ve filmi soluk alamadan izlemek zorunda kalan kişiler, sürekli ters köşelere yatacak.

Ve final sahnelerinde üst üste şaşıracak ve "Vay be!" nidasını dillerinin ucundan sık sık çıkaracak.


Ve son bölümde şaşkınlıktan başlar fırdönecek; başlar dönerken izleyicinin ruh halleri değişecek; sürprizler üst üste gelecek; çoklukla ne filmdi be denecek...

Sonrasında oyunculara, yönetmene, filme emeği geçen herkese helâl olsun deyip, fırdönmekten biçare olmuş ruhlarının hangi halleriyle final yapacağını yaşayarak görecekler. Kim bilir, belki de bu yazının gazıyla filmi izleyenlerin bir kısmı "Bu muydu şimdi?!" bir kısmı da bu blogda bu filmle rastlaştıkları için "İyi ki!" diyecekler.

Filmin müzikleri harika, klasik müziğin çok popüler örneklerinin bu film özelindeki yorumları etkileyici...

Ve son çıkışta diyor ki bu yazıyı yazan: Okurlarımızın önemli bir kısmının bu filmden büyük keyif alacağı kesin!

Kalın sağlıcakla...




15 Mayıs 2023 Pazartesi

Baharı Bekleyen Kumrular

Son seçimde bile seçime katılan sol partiler olarak toplamda neredeyse %50'ye varan oy almak, ama iktidar olamamak?!

Tam da bizim ülkemize özgü bir durum. Hani desem baraj gibi engelleri olmayan bir ülke, eyvallah.

Oysa kendi ilkelerimiz temelinde ortaklaşmak varken, tırsmak ve defalarca denenmiş olmasına rağmen,

sağa rampa olmak.

Komik...

Çok komik.

Oysa asgari müşterek denen bir gerçek var sol terminolojide. Ama muhteşem de bir engel var.

Küçük olsun ama "ennn benim" olsun.

Hepimiz aynı kitapları okuyoruz neredeyse; sosyal demokratından en uçtaki Marksist-Leninist'ine, Enver Hoca'cıdan Mao'cusuna kadar.

Ama nedense "en çok ben bilirim," iddiasından kurtulup da bir asgari müşterekte buluşamıyoruz.

Ama ne yapıyoruz?

Sağa rampa ediyor, onların bir kısmı ile işbirliği yapıyor, talepleri ile ortaklaşıyor ve umut ediyoruz.

Sonuç?

Hüsran!



Şaşırıyor muyum?

Hayır.

Kapitalizmin dayatmalarına karşı olup, sosyal demokrasiye yakın durup, sana yakın düşünenlerle aynı çatı altında ortaklaşmayan, küçük olsun ama benim olsun tavrı?!

Enn ben bilirim üzerinden ayrışma ve bir sürü saçmalık.

Yıllardır tüy biter dilimde.

Aslında biter di...

anladım ki bir türlü muhteşem abilerin egolarını aşıp akıllarına giremeyeceğim,

vazgeçtim.

Solcuyum diyorsan solculuğunu bileceksin; dik duracak, gerektiğinde asgari müşterekte buluşacak, ilkelerinden vazgeçen hep sen olmayacak ama ideolojik akrabalıklarından da çekinerek ve kapı arkalarında fısıldaşarak, uzak durmayacaksın.

Çabalayacak, tırsmayacak, hep sağa selam çakmayacak, direneceksin.

Ve son seçime bakıp bir kez daha düşüneceksin;

cumhurbaşkanı adayımız %50'yi zorlarken ve biz -solun tüm renkleri- ayrışa ayrışa çoğalırken neden hep aynı hüsranı yaşıyoruz diyecek,

ve sorgulayacaksın!

13 Mayıs 2023 Cumartesi

Meydan Bana Bir Şey Fısıldadı

 "Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Oyumu mu Kullandım Yoksa Birileri Beni mi Kullandı


Çok uzun yıllar sonra miting için evden çıkıyorum. Bir yanım görmüş geçirmiş bir soğukkanlılık içinde ama bir yanım var ki yaş 17. O çocuk dün trene atlıyor ki ilk bingo, partizanlığın ve engel yaratmanın dibi. Tren ücretli! Oysa daha bir kaç gün önce kartımı okuttuğumda kırmızı yanmış, olayı kavrayamamış ve görevliye arızalı mı diye sormuştum. Aldığım yanıt bedava olduğuydu; çünkü birisinin mitingi vardı. Aynı bedavalık hali Teknofest'de de kullanılmıştı. Oysa dün ödeyerek geçiyorduk turnikelerden. Bizim vergilerimizden, ödediğimiz doğal gaz ve su paralarından maaş ve gelir elde eden belediye aynı şehrin insanlarını düşman muammelesi gibi bir ucuzlukla ve cahilce bir tavırla engelleyeceğini sanarak bu kez bedava yapmamıştı ulaşımı. Peki bir şeye yaradı mı? Tüm hayatım boyunca izlediğim mitinglerin en kalabalığı, en renklisi, yaş skalası en genişi ve coşkulusuydu. Her renkten insan vardı ve hiçbiri de meraktan orada değildi. Gecikmeye rağmen bir Allahın kulu bariyerle çevrilmiş alanı geçtim, onun dışında kalan yerleri bile terk etmedi. Müthiş bir ortaklaşmaydı. Kimin kim olduğu kimsenin derdi değildi. Halka her zaman güvenmiş bir insan olarak en umutsuz dönemlerde bile üstteki cümleleri kurmuş ben altını çiziyorum ki insanımızın çoğunluğu iyi ile kötüyü ayırmayı biliyor, cinsiyetçi bir tavrı yok ama -kötülerin kurduğu ve asla vazgeçemedikleri - şu ucube seçim sistemi yıllardır bizi mahvediyor. Bu seçim o duvarların yıkılacağını da gösteriyor. Belki kötüler kötülüklerini bir kez daha deneyecekler; belki yapacaklar ama kesin olan şu ki artık karşılarında o Türkiye yok. Halkın da birbiriyle derdi yok. Giyim kuşam meselesi ise unutulmuş bir kâbus.

Bana günün yıldızı kimdi derseniz. Başı dimdik, makyajını yapmış, kendine güveni dorukta, pırıl pırıl miting alanına yürüyen ve sadece altını çizmek için kullanacağım ifade ile LGBT+ kardeşimizdi. Ama daha önemlisi meydandaki hiçbir bakışın yadırgayıcı ve ötekileştirici olmamasıydı.

Gençler ve kadınlarsa başrolü paylaşıyorlardı.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP