3 Eylül 2022 Cumartesi

Bıçağın İki Yüzü

Bıçağın İki Yüzü bittiğinde koltukta bir süre kalıp, derin bir nefes alıp, üzerine arada kalmışlıkla düşünülesi... ve bir anlamda da -izleyici olarak- muhafazakarlık sınırınız nerede başlar ve nereye kadardır testi yaptırası bir film. Öyle bir nefeste yazılası değil yani!


16+ Bir Filmdir! Dolayısı İle Yazı!



Yukarıdaki cümleyi bu sabah henüz yazıya başlamamışken, bloguna uğradığımda gördüğüm filme gitmeme vesile olan Sevgili Filmgündemi'nin bir yazıma yaptığı yorumunu yanıtlarken kullandım. Sonra bunu ben mi yazdım şimdi hoşluğu ile gaza geldim, çünkü filme ve izleyecilerine dair bir gerçeği çok basit gözüken kısa bir cümle ile ifade etmiştim. Bu giriş her yazı başlangıcında yaşadığım sıkıntıyı aştığım ilmek oldu ayrıca. O halde teşekkürler Filmgündemi.

17:20 seansı uygundu. Gerçi mesaimin bitmesine 40 dakika kalacaktı, dolayısıyla filme yetişmek için işi son verileri alamadan ve iki saat önce bırakacaktım ama olsundu. Filmin içinde Juliette Binoche varsa kaçmazdı, kaçmamlıydı.

En sevdiğim tişörtlerimden birini ve kotumu giydim. Elbette duştan çıkınca traşımı oldum. Sonuçta boru değil bu, sinemada bir keyife gidiyoruz.

Önce bir şeyler atıştırmak için sevdiğim bir mekâna uğradım, sonra istasyona... Kartımı okuttum, kırmızı yandı. "Allah Allah," dedim, "doluydu ama!" Yükleme için kiosk'a yürüyordum ki bir hanımefendi tren bedava dedi. Şaşırdım. Tıka basa dolunca da anladım, çünkü şehrimizde Teknofest vardı.

AVM'ye varınca hızla asansöre yürüdüm; üst geçit, sırt çantası x ray'e, güvenlikten geçme ve sinema katındayım.

Biletimi alınca benimle aynı sırada iki yan yana yerin daha satılmış olduğunu gördüm. AVM'de bir tur attım tekrar sinema katına çıktım ve terastayım. Manzaram enfes fakat şu an sizin sadede gel be adam dediğinizin ve diyeceğinizin de farkındayım.

Ama blogun bir anlamda günlük olduğunu da hatırlayın lütfen!


Tamam kızmayın, bisküvilerimden ve onların tadını nasıl çıkardığımdan söz etmeyeceğim.

Fakat ben salona girmeden önce, lobideki koltuklarda otururken gencecik bir çift çıktı salondan. Kız lavobalara gitti, oğlan onu dışarıda bekledi. Bense o ikisinin salondaki komşularım olduğunu anladım.

Şimdi koltuğumdayım. Reklamlar ve fragmanlar başladı. O iki genç salona dönmedi. Üzüldüm çünkü varlığımla yalnızlıklarına engel olmuştum sanırım. Çıkıp salonu onlara bırakmaya, bir sonraki seansa girmeye razıydım o an. Ahhh gençlik, dedim, bir kaç saatlik başbaşalığın kıymetini bilen bir yetişkin olmama rağmen çocukların hızla geçip gidecek gençliklerindeki bir fırsata engel olduğum için kızdım kendime.

Film başladı, mutlu bir kadın ve mutlu bir adam kısa bir tatilde ve denizde. Yönetmenin bu anları aktarımını beğendim; iki mutlu ve birbirini seven insan, ne güzel. Onların mutluluklarından payıma düşeni aldım... Fakat filmin müzikleri! Muhteşem. Çok az filmde müzik dikkatimi bu kadar çekip sahnelerin önüne geçmiştir. Bunun da altını çizmek isterim.

Ve görüntü yönetimine ve de kamera kullanımına bayıldım.

Film bazılarına sıkıcı gelecek, hatta salonu terk ettirecek bir ritmde ilerliyor; ama bana hiç de öyle gelmiyor, rutin bir yaşamın perdede aktığının elbette farkındayım. Oturduğum koltuk dolayısıyla da filmin tam içindeyim ve önümdeki koridor bana yayılma fırsatı veriyor. İlk yarı boyunca mutlu bir ilişki, gündelik hayatın sıkıntıları, adamın sorunlu çoluk çocuk durumları şeklinde ilerlerken... ve bir çok seyirciye ne işim vardı şimdi sinemada ve bu filmde, daha çok eğlenebilirdim dışarıda, dedirtecek film, bana bunların hiçbirini söyletmiyor. Yönetmen Claire Denis'in tavrından memnunum, bu film böyle akmalıydı konusunda hemfikiriz, aldığı Altın Ayı anasının ak sütü gibi helâl; müzikler zaten! O halde her şey yolunda.

Antrakta çıkmıyorum, suyum sırt çantamda, bisküvim enfes, pek çok izleyici için sıkıcı olsa da keyifli bir ilk yarı izlemişim.

İkinci yarı ritmi bir tık hızlandırıyor yönetmen, duygusal aksiyonlar sahne alıyor. Konu bir üçgene evriliyor. Ve bir yanda gerçek bir sevgiye dayalı bir ilişki ve adanmışlık, öte yanda daha cinsellik temelli, aşk desem aşka yazık ederim diyeceğim ama Sarah tarafından bakınca da aşk diyebilirim; tutku ve bağımlılıksa zirvede! Bunu da (bir kısım) kadının dünyasından bakınca anlayabilirim. Ve son kertede şunu derim: Kadın olmak zor be!

Elbette filmin ana konusu bir üçgen ve bu üçgen içindeki aşk, meşk, tutku, iş ortaklığı, cinsel bağımlılık, belki erkekler arası bir rekabet falan olsa da yan hikâyelerle filmi beslemiş yönetmen, gerçek yaşamı da bu düzlemine taşımış. Tüm olan bitenler üzerinden bakınca da olur bu hayatta böyle şeyler dedirtiyor ve benzer filmlere çok rastlamış olsak da yine nüansları olan, yeni bir kanal açarak üzerine konuşmaya değer bir yolun taşlarını da döşüyor Claire.

Ama müzikler işte!

Juliette'den ziyade oynadığı karakterin engel olamadığı tutkularının yaratığı duyguyu her ne kadar anlasam da sanırım bir yanım o karaktere bürünmeyi Binoche'una yakıştıramıyor. İşte tam da o sırada film izleyen yanım olaya müdahil oluyor ve sende bu duyguyu yarattığına göre rolünün hakkını vermiş olmalı, diyor. Elbette kabul ediyorum ama... ben 15 yaşında bir ergenim de hâlâ; filmdeki, sevdiği kahramanının başına kötü bir şey gelecek diye bakamayan ya da yüzünü eliyle kapatıp parmak arasından ne olup bittiğine göz atan bir ergen.

Filmde bu kadarına da ne gerek vardı dedirtecek, pornografinin kapısını tıklatacak sahneler de var; bir isyana neden olur mu izlerken bu? Eğer Juliette'nin yeri kalbinizde ben gibi değilse olmayabilir ki filmin gerçekliğinden bakınca ben de hakkı verilmiş derim.

Ama ahh o filmin müzikleri işte!

Gelirsek sadede, iyi bir yönetmen kadına, erkeğe, hazma, aşka, sevmenin farklı renklerine dair sıra dışı bir film çekmiş. Tüm hissiyatların hakkını veriyor olması açısından da izlediğim güzel bir filmdi.

Üstelik sinemadan çıkınca, bir mekânda şarap açtırası ve üzerine konuşulası... Sevdiğiniz biri varsa da ona sarılınası... Güzel vakit geçirdim, geçirdik denilesi bir filmdi Bıçağın İki Yüzü.

Eğer tutkulu bir çiftseniz ve hâlâ birbirinize aşıksanız... Film dönüşü için birlikte yattığınız karyolanın yatağına, yorganına ve yastıklarına en sevdiğiniz nevresimlerinizi ve kılıflarını geçirmenizi; dolabınızda soğutulmaya bırakılmış ve dönüşünüzü bekleyen iyi bir beyaz şarabı hazır olarak bekletmenizi tavsiye ederim; hatta Doluca Moskado'yu iyi bir beyaz olarak öneririm.

Kadehlerinizi içkilerinizle birlikte dolaba koymayı unutmayın ama!


Bağlılığınızın güçleneceğini, iyi ki en sevdiğim adam-kadın bu duygunuzun bir kez daha tavan yapacağını garanti edebilirim.

Tersi bir durum söz konusu olursa da tekmeyi basın gitsin, derim. (şaka, şaka)

Benimse yoldayken telefonum çalıyor, şarzım bitti bitecek, telefon kapanıyor, sonra açmayı başarıyor ve geri arıyorum. Enfes bir sonyaz akşamı. Enn Sevdiğim Kadın tatil evinde ve aramızdan serin ve enfes bir şarap tadında kelimeler akıyor, ben eve doğru yürüyorum. Başım öylesine dönmüş, aklım öylesine uçmuş ki anahtarı kaybettim sanıyorum.

Filmgündemi ise burada


1 Eylül 2022 Perşembe

Özlemin Eski Tadı Var

Geçen gün bir tetiklenmeyle başladığım Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika başlıklı yazıya son noktasını koyup onu bir okur gözüyle, ben yazmamış gibi okurken bir anda uzun yıllar öncesindeki bir kitabın başlığına uçtum.

Çok kere ve çok bilmişlikle çok havalı bulduğum adı ve ondan edindiklerimi arkadaş sohbetlerinde "entelektüel" edalarla ve keyifle kullanmıştım, kullanırdım. Şimdilerde, gençler tarafından bilinir mi kendisi pek emin değilim. Oscar'lı bir film yıldızı, bir entelektüel, Yves Montand'ın eşi; Simone Signoret! 1921 doğumlu.

Kitabın adı dilime yapışmıştı. Yıllarca dilimden çıkarıp pek çok ideolojik ve bilimsel cümleye ek olarak, elbette yeni yetmeliğin çok bilmişlik tadıyla ve havalı bir referans olarak hem siyasal hem de hayata dair sohbetlerin orta yerine, elinde full as olan bir kumarbaz keyfiyle saçtım.

Yani kocaman bir zenginlikle dilime oturmuş bir kitaptı, Özlemin Eski Tadı Yok. Çok keyifli bir okumaydı. Bir nehir söyleşiydi ve nehir gibi de akmıştı.

Bir söyleşi ürküntüsüne rağmen bir roman tadındaydı. Soruları soran aynı zamanda yanıtları da verendi. İçinde kimlerden söz edilmiyordu ki. Adlarını duyduğumuz, bildiğimiz dev gibi entelektüeller; sinema oyuncuları, yazarlar, dünya siyasetine damgasını vurmuş, soğuk savaş yıllarının pek çok popüler karakteri.

Kruşçev, Tito, André Malraux, Nazım Hikmet, Picasso, Vanesse Redgrave...

Çehov yüzünden kaçırılan gala gecesi, vesaire.

Katherine Hepburn, Doris Day, Elizabeth Taylor, Audrey Hepburn... ve Simone Signoret.

Oscar adayları olarak gazetelerde.

Dünyanın dört bir yanına seyahatler.

O yılların dünyasından kareler ve elbette anılar.

Bir yeni yetme için bu kitabı okumuş olmaktan, ondan alıntıları sohbetlere katmaktan daha havalı ne olabilirdi ki?

Hem bunun üzerinden konuşmak mekaniklik içeren ideolojik kitaplardan cümleleri tartışmaktan daha sıcak, daha insani sohbetlerin kapısını açıp zihinlere daha lezzetli cümleler bıraktırıyor, bunun yanı sıra da romantizmi getirip konduruyordu o yeni yetme masaların orta yerine.

Hafiften alkolün etkisi, çok taze ve yeni yetme bir romantizm, işte benim sevdiğim çocuk kıvancıyla ve bedeninin enfes yumuşaklığı ile sarılan sevgilinin eli avuçlardayken akan kelimeleriniz ve dolayısıyla sevgilinin sizinle gurur duymasının tadı... Ve cümlelerinizin bitimiyle ve alkolün genç bedenleri kolaylıkla ele geçirmesinin rahatlığı ile ama coşkuyla o bedenin kedicik bir tavırla bu kez yanağınıza kondurduğu öpücük... Dünyaya bedeldi.


Bir anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok, bence enfes bir nehir söyleşi. Çok keyifli çünkü sorular tek satırlık. Bu da bir roman okuyormuş hissi veriyor. Özellikle ben kuşağı için çok keyifli bir okuma olacağı kanaatindeyim çünkü içindeki pek çok ismi yeni yetmelik çağlarından hatırlayacaklardır. Mesela devamını yazmayacağım şu ilginç paragraf,

" 31 aralık 1959 günü saat geceyarısını çaldığında, büyük salonun lambaları söndü, kocamı öptüm, omuzuma bir el kondu ışıklar yandığında, Montand'ınkinden başka bir el. Gary Cooper'dı bu, o gece yeni yılımızı ilk kutlayan kişi oldu."

Kitabı 1.1.1980 tarihinde almışım, tarihle birlikte imzamı da atmışım; kendime yeni yıl armağanı. Coşkuluyum çünkü üniversite için tüm evraklarım Amerika'da. Onlara ekonomi desem de aileye çalım atacağım ve televizyon program yapımcısı ve yönetmeni olacağım. O yaz hayatımın en efsane gezisini yapacağım. 12 Eylül darbesiyle son kısmı kesilecek olsa da, 12 Eylül günü hayatımın en şahane karakterleri ile en şahane akşamlarından birini yaşayacağım*... Amerika'dan henüz bir ses çıkmayınca ve içimdeki bir hisle seyahat dönüşü aradan çıkarmak için askere gideceğim ve henüz bir aylık askerken, o his gerçek olacak ve ölüm Aralık sonunda gerçekleşecek.

Kardeşim çocuk yaşta okulu bırakıp mağazaya geçecek ve ikimiz de erken büyüyeceğiz. Bunu epey zorlu süreçlerin ardından elbette avantaja çevireceğiz. Ve bir yıl içindeki bu yaşanmışlıklar bana şu cümleyi kurduracak: Ama bir gerçek de şu ki biz kuşağı için özlemin eski tadı var.

En azından benim için!

Yoksa şöyle cümleleri yazmazdım, yazamazdım yetişkinliğimde:

"Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır."

"Uzaklık, sanki başka başka anlamlar yüklenebilecek, farklı yüreklerde, farklı kelimeler hatta başka başka duygularla yakınlıkla eş anlamlı hale getirilebilecek kocaman bir sözcüktür benim için."

O halde çağının büyük seslerinden birinden gelsin ve bu yazı fazlasıyla uzama ihtimaline karşı tam da kıvamındayken, Nazım'ın Piraye için yazılmış sözlerinden bestelenmiş enfes bir şarkı ile bitsin.

Yves Montand söylüyor.




*11-12 Eylül-1980 Marmaris; Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikâyesi

30 Ağustos 2022 Salı

Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika

Eylül'ü severim. Benim için özel bir aydır. Kısa sürelileri ayrı tutarsak tatil kapsamına girecek seyahatlerimin hepsi Eylül'dedir. Babamın öleceği Aralık ayından önceki -ki en efsane seyahatlerimden biri- 12 Eylül darbesi nedeniyle tamamlanamamış olsa da, %2'lik kısmı eksik kalsa da Eylül ayınının biri sabahında marşa basmamla başlamıştı.

Enn Sevdiğim Kadın'ı tatil anlamında uğurlamaların hepsi de Eylül ayına dairdir.

Ve o uğurlamalardan biri daha yaşandı dün gece.

Öyle güzeldi ki!

Bu sabah ilk noktasına, baba evine vardı. Bunu belirten mesajı telefonumdaydı.

Bu yazı yazılmasa ne olurdu?

Üstelik aklımda hiç yoktu.


Sabah birden, yatağa uzanmış dünyada ne var yok bakarken fark ettim ki içimden kelimeler akıyor. Zaten iş de bayram tatilinde. Tembel akan kelimelerin kafa bulduran şırıltısına kulaklarım kesildi ve yaz oğlum dedi.

Oysa olağan bir akşamdı. Maç izledim, sonra bir başka maç izledim ve saat O'nu alma vaktine vardı ve ben kardeşin dairesindeydim.

O'nu alma vaktine varış pek hoşuma gitti.

Arabayla giderken ve onun mıntıkasına yaklaşmışken ve kardeş uzunca bir tırı sollamışken ve ben andan başka bir tat alırken O'nu aradım, bulunduğumuz noktayı bildirdim, bir kaç dakika sonra da kapısının önündeydik.

Bir yanıyla ne kadar olağan ve sıradan bir süreç.

O henüz binadan çıkmamıştı. O ara motosikletli bir kurye aradığı bloğu sordu. Onun ardından ben de binaya girdim ve enn sevdiğim kadının dairesinin önüne vardığımda O evden çıkmıştı ve sırt çantası sırtında, ondan daha büyük bir çanta da omuzundaydı. Elbette vermemekte ısrarcı oldu ama çantayı aldım. Çünkü O enn kıyamacağım insanlar listemin başında.

Bagajlarını yerleştirdik ve lojmanlar bölgesinden ayrıldık.

Arka koltuktan bir anahtar uzattı bana. Evinin. Sonra sohbet ede ede, otobüs saatine vakit olduğu için ağır bir hızda garajlara vardık.

Şaşırtıcıydı ortam.

Nerede eski canlılık, ışıl ışıl haller diye düşündüm.

Garipsedim.

Ama O çok güzeldi.

O, ben ve kardeş şen şakrak sohbet ettik. Artık yok olan efsane otobüs şirketinden konuştuk ve o seyahatlerin tadından...

O sırada otobüs perona yanaştı. Ben bagajlarını verdim.

Sohbeti koyulttuk.

Tüm bu süreçte O'nun bu anlarını bir masal gibi zihnime kaydettim. Ne kadar güzel, sıcakkanlı, iyi yürekli ve hımmmm... bir kadın olduğunu bir kez daha teyit ettim. 10 yıl sonra bile aynı kadını ilk gün heyecanı ile seviyor olmam üzerine düşünmedim. Her karşılaşmamızda daha yeni tanışmışız ve ben onu ilk kez uğurluyormuşum duygum; hiç bir zaman yerini bir başka, taaa eskiden gibi ve bu kaçıncı kere hissini yaşatacak bir duyguya yollamadı beni.

O ara kardeş elemanlarından birinin başına gelen, oldukça dramatik, arabada ağlamakta olan bir müşterinin, bir genç kızın epey pahallı bir telefonunu kaybetme olayını anlatıyor. Sonra onun bulunmasını ve hafta sonu taksi şoförlüğünü ek iş olarak yapan elemanının bahşişe boğulmasını...

Bu hikâyenin en hoş tarafı bu tür olaylar için taksicilerin kendi aralarında özel bir hat oluşturmalarıydı.

Elbette eski otobüs yolculuklarının tadından söz ettik. Çok derin yolculuk anıları bırakan Ulusoy'un yok oluşu üzerine arşivdeki, naftalinlenmiş pek çok anıyı ortaya döktük. Varan'dan girip Boss'dan çıktık. Ulusoy'un domates çorbasının ve üzerine kaymak ekletilmiş ekmek kadayıfının ve tabii ki Bolu Dağı tesislerinin altını çizdik.

Sonra da sarıldık, öpüştük ve enn sevdiğim kadın otobüse bindi.

Biz alanı terk etmedik.

Otobüs yolculuklarını ve garlarını özlemiş miydik?

Sanırım özlemiştik.

Uçak hiçbir zaman yolun tadını, yolda olmanın tadını vermiyordu. Oysa akıldan geçenlerle akıp giden yolun tadını senkronize etmek, o sırada bir şeyler atıştırmak, bir fincan çay ya da kahve içmek, sorunları kilometrelerce arkada bıraktıran bambaşka bir keyifti.

Saat 00:30'a iyice yaklaşmıştı. En sevdiğim kadın otobüsten indi, alanı terk etmeyen bana ve kardeşime bir kez daha sarıldı, öpüştük.

Çok şanslıydık çünkü bu kadar içten sarılan ve sarıldığı insana çok ama çok iyi gelen, yanağından makas almalık, kalbi bu kadar samimi, çok güzel bir insan bulmak zordu.

Otobüs kalktı.

Biz arabaya geçtik.

Ben O'nun evinin anahtarını cebimde mi diye kontrol ettim.

Hız limitlerini aşmamaya gayret ederek ve gecenin ışıklarını birbir geçerek eve doğru yol alıyorduk ki kardeş soda içmek istedi ve bana da sordu. Portakallı ya da limonlu bir şey al dedim; Schweppes diye de marka telaffuz etti içimden bir ses; ona aktardım.

Gecenin sessizliğinde yağ gibi akarken üç harfli, Schweppes'imi ağır bir keyifle içtim.

Kardeş üç harflisini park ederken ben binaya giriş şifresini tuşladım. Birbirimize iyi geceler diledik ve o evine girerken ben asansörün tuşuna bastım.

Derin ama salak ve asla körü körüne aşık olmayan, aynı kadını 10 yıldır aynı heyecanla seven ve mutlu bir adam tadında uyudum.

Uyandığımda O'nun mesajını gördüm. Gülümsedim ve hemen yanıtladım.

Sonra da içimden aktığı gibi, sanki ilk ve tek sevgilisini yazan bir çocukluk heyecanıyla bu yazıyı yazdım.

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Cip Spor Oldu

Kademeden sorumlu Gürcan'la Ahmet şehire iniyorlar.

Gün cuma.

12 Eylül darbesinden sonraki ilk 23 Nisan Bayramı'ysa pazar günü.

Kademede hummalı bir çalışma var.

Son bir aydır öncelikle törene gidecek araçlar elden geçirildi ve boyandı. Diğer araçlar da sırayla boyanıyorlar. Çocuk bayramından ziyade bir gövde gösterisi sanki bu. Öncesinde asker kıyafeti giydirilmiş çocuklar ve öğretmenleri komutanı ziyarete geldiler ve çiçek verdiler.

Yer gök militarizm kokuyor.



Dönersek bize ve Gürcan'dan kısaca bahsedersek: Tam anlamıyla bir İstanbul uyanığı, yeme içmeyi bilen, şahane akordiyon çalan, ağzı iyi laf yapan, özellikle gayrimüslim olarak nitelenen vatandaşları çok iyi tanıyan, herkesle kolay ilişki kurabilen bir keyif adamı.

Ve bizi ilk keşfeden şahıs, çünkü bir söğüşleme uzmanı aynı zamanda ve tanıdığım en ilginç karakterlerden biri.

Biz: Yani Cemal, Buraneros, Apo ve erkenden yatmaya giden, masaya katılmayan, içimizdeki tek evli ve de çocuklu Cengiz.

Komutanın yeni adamları, usta birliğinin taze askerleri..


Gürcan bir kaç kez bizi yokluyor, biz safı oynamaktayız. Sonra anlıyor ki bizden ekmek yok kendisine... Bana uyar, sonuçta kafa dengi çocuklar, diye düşünüyor olmalı ki aramızdaki samimiyet, sınırları çizilmiş ve aşılmayacak şekilde hızla gelişiyor.

İçelim o halde bu akşam!

Ahmet'le ki o da yaşça bizden büyük, çarşıdan iki koca torba nevale ile geliyorlar, çünkü gayrimüslim diye nitelenen vatandaşlarımız askerlerini teslim etmek üzere şehrimize gelmişler. Gürcan'ı biliyorlar ve büyük rakı, bir büyük şişe sıkılmış taze limon suyu, kalın dilimlenmiş harika pastırmalar, diğer şarküteri ürünleri, lakerda ve peynir çeşitleri olmak üzere 5 yıldızlı bir masa için yok yok hediyelerini de Gürcan'a vermişler.

Gürcan daha sonra öğreneceğimiz üzere aslında bir efsane. Kısaca anlatırsam bizden epey evvel zaman önce, o zamanki Tugay komutanının postası. Ona hafta sonları havuz başında sofralar kuruyor, rakısını hazır ediyor, o demlenirken de akordiyonla şarkılar çalıyor. Ve elbette aldığı güçle de kimseyi takmıyor. Rütbesi onbaşı. Derken günlerden bir gün komutan izindeyken, kendisi bir kadın arkadaşını tugaya getiriyor, onunla komutanın makam koltuğunda -biraz uygunsuz- bir fotoğraf çektiriyor ve bu fotoğraf da komutanın izinde olduğu bir dönemde ve bir denetim esnasında bölük komutanının eline geçiyor. Sonuçta askeri mahkemeye çıkarılıyor ardından ceza, askerlik uzuyor, üzerine rütbeleri de sökülüyor ve artık kademede görev alıyor.

Vaktinin çoğunu acemi birliklerinde geçiriyor, oradaki gayrimüslim askerlere yardımcı oluyor! Bize de epey zarf atıyor elbette, benim şehirde park ettiğim arabanın yerinin uygunsuz olduğu, başına bir şey gelebileceği gibi şeyler söylüyor, fakat anahtarları benden bir türlü alamıyor. Ve karar veriyor ki biz de en az onun kadar uyanığız, o zaman orta yolu buluyor.

Şimdi yeni gelen ganimetlerle akşam sofra kurulacak. Öncesinde Gürcan yemekhanenin fırınına etleri sıyrılmış göğüs kafeslerini attıracak ve onlar uzun süre orada kalacaklar.

Sohbet şahane, nöbetçi subayı olan, emekliliği yakın, bizim 7 kazık olarak tabir ettiğimiz baş çavuşlukta en üst rütbeye sahip ve o gece nöbeti olan ordonatçı ve gerçekten güzel bir adam da masada. O sorumluluğun gereği olarak erken terk ediyor sofrayı. Bir başka misafir de yine bir İstanbul uyanığı, acemi birliklerinin komutanı olan, tugayın en korkulan, en sert yüzbaşısının postası, kafa dengi, Gürcan vasıtasıyla yeni tanıştığımız bir asker.

Bir büyük bitti.

Muhabbet kıvamında.

O halde devam...

Devam da artık gecenin bir vakti ve rakı almak için tugay dışına çıkılması gerek. Plakasının sonu 10 olan ve o nedenle 10 numara diye andığımız, bölüğün en en hızlı cipi ne güne duruyor. Gürcan'la misafir asker atlıyorlar cipe. Bir kaç nöbet noktası geçecekler ve nizamiye dışına çıkacaklar ki o nöbet noktalarının olduğu birliğin sorumlusu bizim yeni tanıştığımız askerin biraz önce tariflediğim komutanı, dolayısı ile nöbetçiler onu tanıyorlar. Yine de gelsin kırmızı nöbetçi subayı kollukları. Hızlı bir çıkış, gecenin geç vakti ve tugay dışına çıkmakla kalmayacak, oradan dağın tepesindeki köye gidecek ve boğma rakı alacaklar.

Normalde tugay dışına çıkacak her aracın görev kağıdı olmalı!


Aradan makul bir zaman geçiyor. 10'numaranın performansını hepimiz test etmiş durumdayız; eğitim ve askeri ehliyet için sınav parkurunun tozunu dumana katmışlığımız çok ki her seferinde rally manzaraları sunuyoruz. Zaman akıyor ve normalde gelmeleri gerekir diye düşünürken kademenin telefonu çalıyor. Gürcan. Çok rahat, bir cip istiyor alt nizamiyeye. Hayırdır diyoruz, cip spor oldu da, diyor. Kaç takla diye soruyoruz, perende atmış olabiliriz diyor. Anlıyoruz ki demiryolu raylarını bir an hesap dışı bırakarak ve spinle dalarken viraja cip rayların da etkisiyle havalanmış, sonuçlara bakarsak taklayı tamamlayamamış ve askerlerin yardımıyla düzeltilmiş ya da perendeyi başarıyla sonuçlandırırken bazı noktalar önemli hasarlar almış.

Biz yeni cip hazırlarken, 10 numarayı çekmek için; Gürcan kademeye tam gaz giriş yapıyor. Acemi askerler ve nöbetçilerden yardım alarak düzeltmişler cipi, o da iyiyim bir şey yok giderim demiş olmalı ki şimdi garajdalar.

Üst branda parçalanmış. Artık daha havalı, üstü açık, safari tadında spor bir cip 10 numara. Ön cam kırılmış, iki çamurlukta ezik var, bir de motor kaputu bayağı gitmiş.

Kademedeki çocuklar uyandırılıyor. 10 numara boya aşamasındaki Reo'ların önüne çekilip saklanıyor. Ustalar kaputu, ön cam çerçevesini, iki çamurluğu söküyorlar, şimdi yatabilirler. Rakı sağlam ama! İçelim o halde.

Cuma günü büyük avantaj. Sökülen parçalar farklı birliklerin kademelerine gece dağıtılıyor ve cumartesi sabah için hazır olmaları isteniyor.

Cengiz komutanın halkı selamlayacağı tören aracını kullanacak, o halde ön cam çerçevesi komutanın üzerine çıkacağı platformun altına saklanabilir. Tören ve selamlama bitince komutanı normal makam aracına alacağız ve Cengiz doğrudan camcıya gidecek.

Tugaydaki işlerin koordinasyonu Gürcan'da. Diğer parçalar hazır biçimde kademeye geliyor. Çocuklar montajlarını yapıyorlar ve Ahmet jipi komple boyuyor. Pazartesi 10 numara garajda ve her zamanki yerinde. Bütün emeği geçenler tıp. Ufacık bir sızma yok. Test edildi.

Bu olayı terhis olduktan epeyi sonra ziyaretime gelen bölük başçavuşumuzu yemeğe götürdüğümde anlatıyorum. Biliyordum, diyor. Komutanım sen bilsen yakardın bizi diyorum ama biz terhis olduktan sonra sana anlatıldıysa buna bir şey diyemem. Gülüyor. Peki diyorum, ama samimi cevabını istiyorum: Bizim kadar kızdığın ama bir yandan işbitiriciliğimiz dolayısıyla sevdiğin askerlerin oldu mu daha önce diyorum. Yine gülüyor, kadehini kaldırıyor, tokuşan kadehlerin sesi hoş kelimelerle birlikte eşlik ediyorlar, deniz esintisinde yankılanan şarkılara...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP