6 Eylül 2021 Pazartesi

Şuraya Bir Link Bırakıyorum

En İyiler-2


Görülen lüzum üzerine,

 13 yıl önceden...
 
 
 
Kadın Ne İster?










Görsel, 1959 Rusya doğumlu, Prag'da yaşayan Marina Zobova'nın Jessica adlı tablosudur.

4 Eylül 2021 Cumartesi

Bahşiş

Bizimle aynı dönemin askeri olmasına rağmen yaşça bizden epeyi büyük Muzaffer anlattı bir gün; öğle yemeği sonrası karargâhın çaprazındaki garajın çardağında güneş rehaveti tadında çaylarımızı yudumlarken.

Aslında o gün Samsun'dan Merkez Komutanı, lakabını Gestapo taktığımız Z. Binbaşı gelmişti ve Komutan'a rapor verecekti.

Biraz önce komutanın odasına girmeden ve hazırlık yaparken parkasını çıkarmış, Muzaffer'e asması için uzatmış, emir kipiyle "Şunu as!" demiş.

Muzaffer de alıp asmamış, manalı bakmış. O da "Sen kimsin ki!" demiş. "Ben Komutanın Postasıyım ve ondan başkası bana emir kipiyle konuşamaz ki o da asla konuşmaz," demiş Muzaffer de.

Oysa kibarlık her kilidi açar, rütbe gücü ile küçümseme edaları da bizim ekibi fena bozar.

Muzaffer bunu anlatınca biz güldük. Karakterle bir çatışmamız olmasa da sıklıkla Samsun'da karşılaşıyoruz. Kendisi Samsun Merkez Komutanı olmanın yanı sıra aynı zamanda da Samsun'daki Askeri Kampın Komutanı. Bu bilgi şimdilik kenarda durabilir, an itibariyle üzerinde durulacak bir durum da değil zaten...

O gün Muzaffer'in bize anlattığı bir başka şey çok ilginçti. Gençlik havasıyla kulağımıza küpe yapmıştık.

Bizim Muzaffer askere gelmeden önce İstanbul'da, o dönemin en özel, İstanbul'un  sosyetesi ve havalı kitlesine hizmet veren, üyelerinin kendilerine verilmiş gümüş anahtarla özel localarına girdikleri, dönemin en önemli assolistlerinin sahne aldığı, menüleri dillere destan, gazinolu yıllara farklı bir konseptle dalan gazino-gece kulübü Gümüşkapı'da çalışıyor. En önemli gazetecilerden gazete patronlarına, fabrikatörlerden müteahhitlere,  sanatçılardan bankacılara kadar ülkenin en bilinen, hangi meslekten cebi dolu insanları varsa buraya üyeler.

Bir T.S.M. şarkıcısının rüzgârının kasırga tadında olduğu yıllar.

Magazin sayfaları Gümüşkapı ile dolu, çocuk merakıyla ve ülkece okuyoruz.

Mekân Maslak'ta ve yine gazetelerden bildiğimiz üzere sahibi on parmağında on marifetli insan örneklerinden biri olan Hasan Kazankaya.

Günlerden bir gün bir grup insan geliyor, Gümüşkapı'ya. Muzafferler de diğer ülke insanları gibi grubu bir masaya alıyorlar. Ancak o dönem namı arş-ı âlâda olsa da şahıs mekânla, Muzaffer ve tayfasıyla ve müşteri seviyesi ile uyumlu değil.

"Donatın," diyor.

Masa donatılıyor ama hizmet kalitesi diğer müşterilere olan gibi değil, fark göze çarpıyor.

Gecenin sonu gelirken masa hesap istiyor, hesap geliyor. Ödeniyor ve bir tomar da bahşiş bırakılıyor.

Muzafferlerin gözleri ışıl ışıl. Mehter marşıyla karşılamaya İzmir marşıyla uğurlama...

Ertesi gün aynı grup, yine geliyor. Sahnede dönemin en popüler assolistlerinden biri var. Muzafferler bu kez kapılarda karşılıyorlar ve gece boyunca masaya pervaneler.

Masaya hoşluklar da yapıyorlar...

Gece bitmek üzere, assolist son şarkılarda. Sahne çiçek bahçesi.

Hesap isteniyor ve ödeniyor.

Bahşiş bırakılıyor... ama yüzler bu kez resmen düşüyor.

Diyor ki masadaki en Heybetli kişi: "Dünkü bahşiş bu akşamki ilgi ve hizmet içindi. Bu da dün akşamki için."

Bu yaşanmışlığın kıssadan hissesi: Aynı yere sıklıkla gelmeyi düşünüyor ve iyi hizmet istiyorsanız, siz bilirsiniz.

Yazı yine bir kıssadan hisse ile ama başlıkla alakasızca ve bir tavrın, akla gelmeyecek bir biçimde başa nasıl bela olabileceği ve kısmen de "etme bulma dünyası" ile ilgili olaylar dizisi ile sonlanacak.

Bir gün kargâhta, namluya mermiyi sürüyor Muzaffer, silah patlıyor ve yerine hazırladığı çömez postanın ayağına geliyor kurşun; hafta sonu ve biz orduevindeyiz. Karargâh karışıyor tabii ki. Sonuçta komutan adamlarını ne kadar seviyor ve kolluyor olsa da hem de karagâhta ve herkesin önünde olan bu durum için yapılacak tek şey, ceza.

Nöbetçi subayı doğal olarak rapor tutuyor.

Çömez'in ifadesi alınıyor; kazaydı diyor ve şikayetçi değil.

Ama bu çare de değil.

Hafta içi ve biz tugaydayken olsaydı kapatabilirdik.

Komutana rapor ediliyor durum. Biz de haberdar oluyoruz.

Mesai günü bir ceza veriliyor mecburen, ama suça göre çok hafif: Muzaffer Amasya'dan Samsun'a sürgüne gönderiliyor.

Z.Binbaşı'nın eline düştü Muzaffer.

Şehre geldiğimde ziyaretine gidiyorum; saçlar kesik ve sivil cezaevinde görevlendirilmiş, sürekli nöbet ve yorgun. Karizma yerlerde.

Oysa Komutan eminiz ki subay gazinosunda görevlendirilsin ve ezilmesin niyetiyle Merkez Komutanlığı emrine göndermişti. Ona yapılan muammeleyse rahatsız edici: "Sen ha, bak elime nasıl düştün," intikamı.

Bu olmaz, olamaz!

Arkadaşımızı asla ezdirmeyiz.

Döner dönmez durumu Apo ile Cemal'e anlatıyorum. Hemen o gün Komutanı alıp eve götürürken konuyu açıyorlar, ilk Samsun'a gidişte de Z.Binbaşı'ya soruyor Komutan: "Muzaffer?"

Tabii ki kem küm.

Komutan ince adam, ayarı inceden veriyor.

Diyor ki: "Muzaffer kampta görevlendirilecek ve benim postam olacak!"

Yani...

"O kaddar!"

1 Eylül 2021 Çarşamba

İster İstemez İmreniyor İnsan

Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir.  Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil  için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı  damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.

1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!

Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende. İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır. Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.

Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...

***


Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.

Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu.  Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.

Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini. Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.

Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına: "Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.

Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar.   Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam... Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.


Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az.  Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.


Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi  ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim. Çok enteresan.


Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu. Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.

Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan:  Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete... İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir  yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.


Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.


Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti, bu kez kıskanmadım.



Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel.  Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu... Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.


Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu. Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.


İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim. "Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.


Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır. Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama... Memleket hasreti işte. Buram buram. Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.


Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.



İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum. O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş. Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor: "Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."*

Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.

Yeniden rüyadayım.



Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!

Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.



İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...



Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri... Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.

"Yarım kupa Amerikano lütfen."

Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.

Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı. Kendimi feda ettim!

Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.



*Momentos

26 Ağustos 2021 Perşembe

Kadıköy Vapuru'nda Bir An

Her zamanki gibi alt kat dışarıda, Kız Kulesi ve Haydarpaşa yönüne bakar kısımda oturuyoruz. Ayaklar korkuluklarda. Bıcır bıcır konuşuyoruz. Vapurların hastayız ki Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden geçmişliğimiz bile vardır.

Vapur kalkmak üzere, gözlerim restoranlarda. Bir başka gelişte hedefe koyduğumuz bir de restoran var; görüş alanımızda olmayanlardan. Ahşap köprü çekilmek üzere. Son yolcular telaşla biniyorlar ve bir kısmı hızlı adımlarla üst kata çıkıyor. O ara gözlerim bir genç kıza kitleniyor. Yirmilerin başında ya da eşiğinde. O an zamandan kopuyorum. Nefesim kesiliyor. İçinde bulunduğum andan çıkarılıp  tecrit edilmiş başka bir ânın içine düşüyorum sanki. Kalbim nasıl atıyor. Halime şaşmak bile aklıma gelmiyor. Olasılıklar sıfır. Beynimde bir kesinlik. "Çıldırdın mı sen?" diyecek durumda değilim. Ona kilit gözlerim; zihnim, dilim, ruhum, zaman...

Bir sorum var, cesaretim de var ama bütün duyargalarım stop etmiş durumda. Korkunç bir heyecanın esiriyim. Dünya yok. Tüm kalelerim zapt olmuş. Odağım sadece O. Kalbim panik halinde fakat zihnim başka bir zamanda. Fiziksel değilse de titriyor içim. Kazık gibi adam, neler yaşamış adam artık tümüyle kontrol dışı. İçinden çıkılmak istenen bir rüyanın içinden çıkmak gerektiğini fark ediyor ama bir türlü uyanıp da o zulümden kurtaramıyorum kendimi. Bir çıksam eminim ki en çok kendim kendime şaşacağım ama kendimi bulup da dokunabilirsem kendime.

Dilimde kocaman bir asma kilit. Enn Sevdiğim Kadın belki bir şey söylüyor, anlatıyor, belki bir yanıt veriyorum ama sanki... sanki ânımda var, ama sanki yok.

O kız vapura adımını attığı anda beynim bir karar verdi. Keskin bir kesinlikle. Önümden geçti ve biraz ileriye oturdu. Bakıyorum. Kalbim örse vurulan çekiç gibi. Küt.. Küt... Küt...

Ah bir kendim olabilsem.

Her şey elimden gitti. Komuta merkezim dağıldı ve tüm duyargalarım bağımsızca eziyet ediyorlar bana. Hepsi çok emin.

Aslında ben de...

Dik duruşlu, güzel gözlü, kendinden emin halli, ruhunu açığa çıkaran çizgileri incelikli bu kız kesinlikle... kesinlikle O'nun. Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ın. Kalbimdeki çarpıntı bir izin verse... şu kontrol edemediğim komuta merkezimi bir ele geçirsem, soracağım. Arada niyetleniyor, sonra vazgeçiyorum. Arada bir çaktırmadan bakıyorum. Her seferinde izler buluyorum. O ara bir mimik yakalıyor. Hoop zamanda uçuyor, bir sinema salonunda bir koltuğa düşüyor, dönüp yan koltukta oturan ama beni göremeyen kızla kıyaslıyor, tamam diyor, vapurdaki bedenime geri dönüyorum. Poşetten iki pasta çıkarıyor O. Birini arkadaşına veriyor. Isırıyor. Ben ne oluyoruz diyemeden kendimi bir pastanede buluyorum. Karşımda oturan ama beni göremeyen kıza bakıyorum. Kırılan pastanın düşecek parçasına yaptığı hamle...

Ahhh...

Evet evet aynı!

Artık Kadıköy'deyiz, inmek için ayaklanıyor insanlar. Önümden geçiyor. Bağcıkları kendi kafalarına göre takılan botları, saç kesimi, rengi, yüz hatları, yürekli ve bağımsız adımları, müdanasız bakışında gömülü romantizm aynı. O! Peki onca yıl sonra benim halim ne? Ne bu halim benim?

"Söyle bakalım Buraneros," diyorum.

Ahh ben bir bana dönebilsem bir yanıt olacağım da, o an bir gelse.

Yanaşıyor vapur iskeleye, beni görmeden önümden geçiyor, arkadaşıyla birlikte tahta köprünün üzerinden yürüyorlar şimdi. Gözlerim bir süre onla birlikte yürüyor, sonra ayrılıyor. Ben nihayet bana dönüyorum. Hayat kaldığı yerden akıyor. Enn Sevdiğim Kadın'a sarılıyorum. Nedense bu ânı O'na -şu yazıya kadar- anlatmıyorum. Bir keşkem yok, bir pişmanlık yok, cevap yok, suç yok,  duygular vapurda kaldı.

Her şey bir vapur yolculuğu sırasında anıları önüme bırakan denizin, o kızın ve rüzgârın yüzünden.

 


Garip.


Epeyi Epeyi Geçmişte Bir An

Çıkmadığım teneffüslerin birinde sınıfta sohbet ediyorken, tuvalete yazılmış bir slogan yüzünden; hiçbir siyasete, hiçbir ideolojiye öykünmeyen, hiçbir şeyi taklit etmeyen, duyguları derin, kuyruğu dik Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ı, kızlar tuvalette sıkıştırmışlar, diye bir haber geldi. Sıradan fırlayıp tuvalete çıkan merdivenleri uçar adım giderken bilinçaltım biliyordu çetenin başını; ya da yine geleceğe bırakılacak bi sahne olsun diye karşılaşmak istediğim oydu... Kapıdan hışımla girdiğimde, dumana boğulmuş kızlar tuvaletinde, Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'la, kendisiyle aynı adı taşıyan sıra arkadaşı sadece sigara içmek için kaldıkları tuvalette, duvara yazılmış sosyal emperyalizm* içerikli, Halkın Kurtuluşu imzalı bir sloganın hesabını vermek zorunda bırakılıyorlardı. Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömürümün Neyleyim Ben arkasındaki iki arkadaşıyla elleri belinde bir kıyamet koparıyordu, tuvaletin orta yerinde... Sonra başta bizim sınıftan xx olmak üzere benim oraya geldiğimi gören onların fraksiyonun erkekleri de doldu oraya... Benim yanıma bir tek sıra arkadaşım geldi.

Aslında o gün orada başka kimsenin fark etmediği duyguların savaşı yapılıyordu. Herkesi donduran bir öfkenin rüzgarıyla bas bas bağırıyorduk, boynuzlarını bilemiş iki keçi gibi... Çok hakim olduğumuz literatürün bütün klişelerini mitralyöz mermileri gibi saplıyorduk birbirimize; delik deşik olup oluk oluk kanlar aksın diye... Kimse bilemedi bizi ayırırken kavganın aslını... Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün kıpkırmızı ve kan ter içindeki yüzüyle, bu ideolojik tartışmanın hırsından ağlıyormuş gibi giderken kuyruğunu dik tutma gayretinde; ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyordum. Aradaydım. Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de.


25 Ağustos 2021 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum

En İyiler-1
 
 
 
Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı










İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP