2 Mayıs 2021 Pazar

Bukalemun Okuma Fakat

Kapatma bu kez beni de kapattı sanıyorum. Bir türlü yazıya giremiyor, bir yanıyla da blog dünyasından kopmuyor, okuyor, bir daha okuyor, içimden o an geldiğince yorumlar yazıyorum ki bazıları epey uzun. E bunları yapabiliyorsam neden blogumda bir yazı yok, günlerdir? Hımmmm belki de değmez bir duruma fazlası ile değebilecekken boşvere bağladım da ondan.

Oysa dışarı çıkıyorum, sokaklar boş. Ama ben doluyum. Eğleniyorum hayatla ve şu yasaklı günlerle... Mesela önceki gün yasağın ilk günüymüş ama ben habersizmişim! Cuma günü yani... Çıkıp bir şeyler alayım diyorum, daha çok bahar tadını sevdiğim sokaklarda tozutarak, bunu kutlamak istiyorum.

Yolu uzatıyor ve Carrefoursa'ya varıyorum. Bu taze marketin raf düzenini seviyorum. Bir şişe şarap, bir şişe portakal suyu alıyorum. Giderken aklımda alacağım şarap netken, orada aklım çeliniyor. İşin aslı sonradan fark ettiğim üzere şarap rafının düzeni değiştiğinden onu eski yerinde göremeyince yok diye düşünüyor, Cabarnet Sauvignon, Shiraz ve Merlot üçlüsüne kapılıyor, hayal ettiğim, başka çeşitlerini deneyip sevdiğim ve hatta mekânında* şahane bir İzmir akşamı yaşadığımız markanın denemediğim şarabını seçtiğimi anlıyorum.

Bu yazıda kendisi ile ilgili bir fikir vermek isterdim ama henüz şişeyi açmadım. Ramazan geleneği olan bir ailede yetiştiğim için, inanca ve geleneğe saygı duyar, günahmışı hiç umursamaz ama  ramazan bitmeden de içkiye bulaşmam.

Ama polis bana bulaşabilir!

Aslında bu yazıdaki amacım fısıldanan  kitaplar serimden çektiğim kura sonucunda sırası gelmiş olan ve okuduğum kitabı yazmaktı  fakat, madem istemsizce uzattım yazıyı, kısaca polis- ben durumunu da anlatayım.

Dedim ya cuma başladığını bilmiyordum yasakların; işte o bilmez adam ara sokaklarda avarelik yaparak yürüdüğü için de farkında olamamıştı durumun, taa ki dönüşte ana yolu tercih edip eve daha yakın Migros'un önüne varana ve orada iki kibar, sivil ama polis yelekli adamlar durdurana kadar. İlk soruları kolaydı, ben bundan geçerim, diye düşünüyordum. Nereye gidiyor muşum? Sonraki ciddi "Kimliğiniz, lütfen." Elde bir tablet. Yine de telsizle merkeze vatandaşlık numarımı aktarma. Gelen yanıt sokağımın numarası. Sonra yine kibarca bir açıklama: En yakın markete gitmeliymişim. Teşekkür ettiler ve iyi günler dilediler. Bense büyük bir marketin çıkış kapısını tuzakladıkları için takdir etmedim değil kendilerini...

Sonra yol üstündeki peynircime dalıyor akabinde fırından iki pide kapıyorum. Dün yine çıktım tabii ki! Bu kez sahilden yürüdüm. Deniz öyle güzel sahil öyle hoş bir boşluk içindeydi ki o halin fotoğrafını çekip tek kare olarak blogda yayınlamak istedim. Kısmetse bugün bu yazıdan sonra çıkacağım ve ne günler yaşadık biz hatırası olarak belki bir iki satır yazıp bir gün yayınlayacağım.

Bugün aslında elimde yeni başladığım bir kitap var. Kuzeyli tabii ki... Fakat yazarı tanımıyorum. Ama bayıldım. Hem de çok bayıldım. Sonra... aslında bakmayacaktım ama merakımı yenemeyip kimdir diye nete baktım; bakınca bir ikileme düştüm çünkü elimdeki kitap bir üçlemenin ikincisiymiş ve yine anladığım yayınevi daha önce ikinciyi basmadan üçüncüyü basmışmış. Gördünüz mü aymazlığı? Biri ve üçü okuyan şimdi ikiyi okuyacak. Pöhhh!

Neyse ki ben avantajlıyım: Bayıldığım kitabı bıraksam diğerlerini alsam ve sıralı okusam diye düşünmedim değil ama biliriz ki tüme varım ve tümden gelim diye bir şey de var!

İşte ben ortadan başa, baştan sona diye yeni bir yola karar verdim. Bir yanıyla kitap beni aşka getirmişti, hemen bitirip yazarım ben bunu da demiştim ama....

Hımmmm... belli ki an itibariyle bir açmaz içindeyim, kısa keseyim ve asıl amacıma döneyim.

Kusura bakmayın lütfen, bu dilsiz mi acaba endişeleri yaşatıp, sonra birden konuşmaya başlayan çocuk gibiyim bu sabah; güneş coşkulu, gün güzel, çenemse farkındayım ki fena düştü.

Oysa ben, ben için çok enteresan bir okumadan söz edecektim, sadece. Hatırlarsınız fısıldıyan bloglardan kitaplar seçmiştim, işte onlardan en tereddütlü yaklaştığımı, hatta bayağı ön yargılı olduğumu, içimdeki ukalanın laf aramızda biraz burun büktüğünü okumuş, bitirmiştim. Fotoğrafını da özellikle bahçenin bahar yeşilliğinde çekmiş, başlığı yazmış, fotoğrafı yerleştirip öylece bırakmıştım. Ne yazık ki o arada içimde yazmaktan imtina eden bir tembel türemişti, o tembel fısıldanan kitaplar içinden birini daha bitirmişti üstelik! Aslında hiç de tembel değildi, işini sadakatle ve keyifle yapıyordu ama ilham bekleyen "yazar" kasıntılığı içindeydi belki de... bilmiyorum.


Şimdi!.. Gelirsek bu yazının ana konusuna...

Öncelikle kıymetli bloglardan Klio'nun Şarkısı'na teşekkürler. Ve onun nezdinde de kıymetli yazarı Sevgili Sezer'e...  Çünkü ben bu kitapla ve yazarla Sevgili Klio'nun Şarkısı'nda sıklıkla karşılaşmasam, Onun hayranlığının altını çizerek bir yazısının altına biraz da esprili şekilde, "Sayende bir gün İsmail Güzelsoy okuyacağım," diye yazmaz, O da -içinde endişe de barındıran cümlelerle- kitabı öneren bir yanıt vermez ve ben de o güne kadar adını duymadığım, muhtemelen rastlasam da ilgimi hiç çekmeyecek yazarın herhangi bir kitabını hiç bir şekilde almaz ve okumazdım.

Kesin!

Kitabı sırası gelince alıyorum elime. Ön yargım yerli yerinde. Çünkü bir ukalam var; öne atınca ukalam kendini, biraz takılır ve beklerim. O kendini beğenmiş beni küçümser, ama ben önce suyuna kapılıp tepki versem de kendime döner, anlayışla bakar onu da pek umursamam sonrasında.

Alınca kitabı elime, önce, "Kim bu bilmediğim, çok kitap yazmış yazar?" diyerek künyesini okuyorum. Ortak noktamız ilk satırlarda: Kars! Yazar oralı. Birinci golü attı...

Sunuştan sonraki ilk sayfanın ilk paragrafının şu cümlesi: "Aras Nehri, lacivert karanlığın içinde bir bütün olarak uzayıp giden iki ülkenin sınırını çizerek akıp gidiyordu." Ellerim havada, teslim oldum! Beni çekiyor kitap içine. Çünkü içinde Kars geçen ne varsa benim teslim bayrağını çekmem için yeterli! Üstelik kurmaca bir yerleşim var romanda, bir köy, coğrafyanın neresi olduğunu anlıyorum. Bir de onların deyimiyle ve t'si yutulmuş haliyle Doslar Kahvesi ve köyü. Sınırdaki askerler! Bir köprü ve iki taraf askerlerinin olağan protokol toplantıları. Aras'ın buzlarının altında da bir Abi. Dediğim gibi, beni teslim almak için bunlar yeterli. Kars yazılarımı okuyanlar bunu, Kars'ın benim için değerini, anlayacaklardır.

Arada bir içimdeki ukala kafa kaldırmıyor mu?

Hiç rahat bırakmıyor ki, bazen beni bile ele geçirip yandaş yapabiliyor. Bir zaafım var, onu biliyor. Fantastik kitaplara, masallar dışında uzağım, özellikle tercih ettiğim bir tür değil ve bilmeden okuduğum bu tür kitap sayısı çok azdır.

Bazen yazar İsmail Güzelsoy'u taklitçilikle suçlamıyor değilim, bazen zamanda yolculuklarını anlamsız buluyor, biraz ondan biraz bundan oh ne âlâ diye küçümsüyor, sınıfın çok zeki olmayan ama çalışkan, ondan bundan kaptığının orasını burasını alıp kendince bir farklılıkla yazan öğrenci konumuna taşıyorum. Yalan yok... Ama bir yanıyla bakıyorum ki meraktayım. Okuyorum. Görsel hafızam maşallah. Bir film izliyorum. Demek ki dil akıcı, betimlemeler mükemmel.

Bazen çok severek okuduğum ve en kitaplarımdan Benim Adım Kırmızı ile kıyaslıyor; "Bak ona özenmiş işte!" diyor, ukala. Ama ben tam o anda bir bakıyorum ki hooop bir zaman sıçraması daha... Yetişemediğim ama okuduklarımdan bildiğim bir siyasal çalkantı dönemindeyim. Bir gazete!

Sonra hooop bir zaman sıçraması daha... Sanki birbirinden kopuk insanlar dünyasında farklı zaman dilimlerinde farklı hikâyeler içinde absürt ama garip ki birbirinden bağımsız ama anlaşılır mekân ve zamanlarda dolaşıyorum. Arada kahkalar atıyor, bazen üzülüyor, bazen tırsıyorum. Ukalaysa, bunun bir fantastik kurgu olduğunu gözetmeden, benim gündelik yaşamdan koparak girdiğim kitaba kapılıp gidişime, ayar oluyor. Uyumlu ve okuduğundan zevk alan yanım ona müdahale ediyor, kafa tutuyor, işte o zaman dalaşmayı göze alamıyor, tırsıklaşıyor, bunu kendine yediremediği için "E ne yapalım oku bari," deyip kenara çekiliyor.

Derken hooop bir zaman yolculuğu, yer ve mekân değişimi daha...

Uzattım mı?

Daha da uzatabilirim.

Farkındayım!

Çünkü çok güzel bir deneyim, şahane bir arasıcak oldu ben için. 369 sayfalık, 1.Kitap, 2.Kitap, 3.Kitap ve kişilerinin adları ile bölümlere ayrışmış Değmez'i zevkle okudum. Onu büyüklere masallar diye tanımladım. İçerikleriyle dönemleri merak ettiren bu tatlı dilli ve çok karakterli romanın, bilgilenmek isteyenleri kaynak kitaplara yönlendirebileceğini de düşündüm. İlginç ve zevkli bir okumaydı, su gibi aktı. Başta da dediğim gibi bu tarz kitaplar ben için istisna, o nedenle tutkunu olacağımı söyleyemem. Üstelik aynı yazarda takılı kalmayı kişisel olarak sevmem, çünkü daha farklı yazarları tanımak isterim. Türü sevenler içinse biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum ki şu yazıyı daha uzatabilecek olmamı mümkün kılan nedenin; her bir olayını, ilginç karakterlerini ve satırını aklıma nakş etmiş olmayı, yazar İsmail Güzelsoy'un başarması! Çalışkan bir yazın emekçisi olduğu ve yazmayı sevdiği kesin.

Ötesi ise okura, bence okura ait bir durum...


*Mekân

Klio'nun Şarkısı ile tanışmak için buradan lütfen

8 Nisan 2021 Perşembe

NEFES

İlk görüşte aşk olur mu?

Çok tartışılan bir konudur ki benim de herkes gibi bir fikrim vardır. Ama bu italik başlangıç bir kenarda durabilir, çünkü Ben de "Hayırdır?" şaşkınlığı içindeyim, şu an.

Okumayı sökmüş, kısa pantolondan yeni kurtulmuş, ilk mektepten ortaya geçmiş, ilk kotumun cakasını satarken önüme gelen anket defterlerinden başlayan, biz büyüdük artık dediğimiz evreye varana kadar sürekli yanıtladığımız anket soruları içinde en göze batanlar; aslında defterin sahibine bir anlamda selam çakma olanağı da veren ve aslında manalı bir yanıt arayışı içindeki soruşturmacının en tatlı soruları; "Aşka inanır mısınız?" "Sevdiğiniz biri var mı?" "Tarif edebilir misiniz acaba?" gibi, yoksa o ben miyim, duymak istiyorum merakında yolunuza dökülmüş yem sorulardır.

Neden böyle alakasız bir girişle başladım ki?

Sormayın! Çünkü ben de bilmiyorum. Öylesine çıkıverdi... Muhtemelen fısıldanan kitapla ilgili olarak süslü bir başlangıç arzum, ya da her yazıda olduğu gibi o ilk cümleyi verin bana, sonrası kolay tavrıydı buna sebep. Şimdi düşündüm de bana o pası atana minnet duydum; o, benden bağımsız haraket etme yetisine sahip spontan Beni bazen çok seviyorum. Çünkü ben sayfaya içimden taşan ve bir türlü dışa vuramadığım coşkuma ne yazacağım, nasıl anlatacağım ben bunu şimdi diye boş boş bakarken ve üzerimde bir boş ver koy kenara hali çekiç olmuşken, bir kaç teşebbüs sonrasında "Off ya!" deyip sayfayı kapatarak vazgeçmişken; O, bir anda alakasızca sandığım bir pası atıyor ve kenara çekiliyor. Ben elimde bir ilmekle başbaşayken ve ilmeğin ucu elimdeyken bir anda bir şey oluyor ve O değil de ben çözülüyorum.

Sakın halime gülmeyin, şaka hiç sanmayın. Lütfen! Çünkü işim gerçekten zordu. Yaşamıştım. Daha önce de yaşamıştım. Belki yine yaşayacağım ve bunların her biri de özel olacak. Ama şu an anlatmak, ondan bana geçeni ve ele geçirilişimi anlatmak gerçekten hiç kolay değil. Belki de kolay! Şu pek hoş  bir klasik olan ve her zor şart altında imdada yetişen vurgu her şeyi bin kat daha iyi anlatabilir, belki: Muhteşem!

Ya da mesela bugüne kadar okunmuş bazı iddialı ve parlatılmış romanlara bakarak, "Siz romansanız bu ne?" de denebilir. Fakat o zaman duygusuz, soğukkanlı, duygu kumbarası boş ya da boşaltılmış bir akıla ihtiyaç var. Aslında bu ben açısından zor bir durum değil! İş hayatı olsa mesela, tak... tak... tak! Üç beş matematiksel düşünce, strateji, kıvrak bir zeka, çözümleme, duygusal bir dokunuş ve üç beş sıcak cümle yeter. Ama bu!

Evet bu ne?

Bu HAYAT.

Yaşama NEFES!

                                                                                            ***



Önce Sevgili Leylak Dalı'na minnet duygularımı ifade etmek isterim. Ben  Kuzey diye tanımlasam da İskandinav Edebiyatını ben de çok seviyorum. Ama yine de bir göz teması ve o temasla bir şimşeğin çakıp kalbime akması gerekiyor, bazen. Bu kez çakan şimşek pek fenaydı.

Aslında kitapçımda -İdefix'di eskiden, sonra bir sermaye grubu satın alınca onu, işim olmaz deyip Eganba'ya transfer etmiştim kendimi- bakınırken, görmüştüm daha önce. Bir tuğlaydı ve kitabın eni aynı olsa da boyu standarttan bir tık uzundu! Şu sıkıntılı süreçte, kısa ve çok sayıda kitap okumak, günün rutininden uzaklaştırıp sürekli beni başka hikâyelerin ve mekânların içine sokacağı için daha işime gelir bir durumdu. O şimdilik aklımda kalabilir, sonra da isterse kalbime taht kurabilirdi.



Ne diyordum? Ha, evet! Blogları dolaşıyor, fısıldayanlardan kitaplar seçiyordum. Aklımın bir köşesine iliştirdiğim kitapla Leylak Dalı'nda karşılaşınca, birikimine ve hayata duruşuna ve mizahına saygı duyduğum, bir dönem sayfasına giderken önümü iliklediğim Sevgili Leylak Dalı'nın hakkında yazdığı satırları okuyunca kısa kitaplar ezberimi bozmuş, ocak ayının sonlarında diğer fısıldayan bloglardaki kitaplarla birlikte almış, kitap fısıldayan bloglar yazımda da bahsetmiştim.

Çektiğim kura sonucunda da sıra ona gelmişti.

Tam bir tuğla olmamakla birlikte 694 sayfa içimdeki düzenbaz tembeli ayartmadı değil. "Bir hile yapsan, bunu sonraya atsan, daha kısa bir kitap okusan," dedi, o düzenbaz elbette. Ona uyup sıvışmak istemedim değil! Sonra dedim ölüm yok ya... Dürüst yanım, hadi oradan deyip bir de ayar verince, baktım o çok istekli.  Aldım elime, çekildim okuma lambamın altına.

Kayboldum. Lüp diye kitabın içine düşmüşüm. Okumuyorum. Mekânım değişmiş, evimde değil ama sanki bildiğim bir evin içindeyim. Hiç bir soğukluk yok, ben bir kenardan bakıyor olsam da her anın içindeyim. İsim isim bahsedebilirim herkesten ki çok karakterli romanların çoğunda zor bir durumdur bu. Ama yazar Lars Saabye Christensen öyle bir roman yazmış ve öyle güzel bir rol dağılımı yapmış ki zorunlu olarak hepsiyle merhabanız oluyor.

Ve DENİZ CANEFE. Ona minnetarım. Bu kitaba emeği geçenler içinde adı ara ki bulasın şeklinde yazılmamalıydı! Tıpkı oyun üzerine yazımın altına şu serzeniş cümlelerini "….. sanırım Türkçe metin SİZİ etkilemediği için “Ben, Feuerbach” adlı oyunun çevirmenin ismini yazmaya gerek duymamışsınız….. Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?" yazarak, bu kıymeti fark etmemi sağlayan, ve bu farkındalıkla bir kez daha tekrar edersem hayatımın en güzel özeleştiri yazısını bana yazdıran Sayın Sema Engin-Edinsel'e olduğu gibi.*

Muhteşem bir çeviriydi, dili bilmiyorum ama ne yaşadığımı biliyorum! Çünkü ben bir kitap okumadım. "Bir film izledim," desem yeridir ama demeyeceğim! Çünkü bu kitabın lezzetini anlatamaz. Oradaydım.

Çatı katı, büfeci ve gazete dergi bayi Esther, okul, kilise, papaz, sokaklar, Grönland, Fred, Arnold, Vera, Boletta, İhtiyar, Barnum, Peder, onun anne babası, Vivian, babası ve annesi... Ve Buick... Ve ve veeee Lauren Bacall!

Piyanonun apartman içinde akan sesi, o piyanoyu çalan hanımefendi ve kocası, yani Arnesenler ve diğer tüm karakterler sanki hayatımın bir parçası gibi hafızamda yer ettiler. Ayrılmak zor gelmedi desem, diyemem. Kocaman bir yalan olur.

Oslo caddelerinde dolaştım, gemide, güvertesinden onun buzları kıra kıra gidişini gördüm, film setinde takıldım, kar çiğnedim, sinemaya gittim, Frogner Parkında dolaştım, üç arkadaşın yaşına dönüp onlarla bira içip hayaller kurdum, Esther'den  Aftenposten'in akşam baskısını aldım, Boletta'yı işyerinde gördüm, onlarla birlikte şaşırdım. Hem yabancı bir ülkedeyim hem kimseyi tanımıyorum; dil deseniz yok ama kendi başıma dolaşabilecek kıvamda olduğum gibi hepsiyle sohbet eden bir kankayım. En ince zevklerinden tutun, bütün arızalarını biliyorum. İçimden "Ya şu bebeğe bir hediye de ben alsaydım keşke," diyor, niye bir kadeh de ben içmedim şu lokantada diye hayıflanıyor, gittiğim boks maçında şehrin insanları ile birlikte "Vur Fred, vur!" derken, heyecanlanıyor... rakip dizlerinin üzerine çöküyorken, içim havalanıyor, heyecandan ölüyor, coştukça coşuyordum. Ve Anneanne'nin annesi, sessiz filmler ve bir yıldız! Yan rol olması mümkün olamayacak, izini okuyucuya kesin bırakacak bir yıldız!...  Ve Aşk!..

Derken efendim, bir an geliyor; ki farkında değilim! Bitmiş. Belki de ilk kez bir kitap için bitmeseydin keşke, diyorum.


*"ben" Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım. 

 



Leylak Dalı ile tanışmak için buradan lütfen.

2 Nisan 2021 Cuma

Çünkü O Joan Baez


Önsöz


On beş gün önce belgeseli izliyorum, sonra bir kez daha... O'nun izi derin! O bir şarkıcıdan fazlası. O'nun içinde olduğu pek çok anı'm var!

Bazen geçmiş gelir, elimden tutar, şefkatle bu zamandan koparır sanki bir başka yüzyılda bir başka hayat yaşamışım gibi beni o zamanın içine bırakır. Mutluyumdur. Bazen hiç dönmek istemem. Aklı başında bense sessiz kalır. O iyi bir çocuk, der; sessizce, kendimi fark ettirmeden çekilir, uzaktan uzağa izlerim.

Geçen gün o çocuk duygusal dünyasında mutlu mesutken gaza geldi ve uzun zaman önce yazdıklarından bir yazı derledi. Ve yayınladı. Sonra bir şey oldu, sanırım ben, biraz gerçekçi, fazlasıyla yetişkin baktım. O genç çocuksa ikileme düştü. Onun romantizmi benim donuk gerçekçiliğimi gördü. Gülümsedi. "Ahh şu büyükler!" dedi ve yazının fişini çekmeme isyan etmese de biliyorum ki buruldu.

Ben çekince yazıyı, Sevgili Okul Arkadaşım, sordu. Ona şu minvalde bir yanıt yazdım: " Bir takım anlardan tetiklenmiş eski yazılarımdı zaten, Joan Baez belgeseli evvel zamanlara götürünce, epey o zaman diliminde kaldım, fotoğraf kareleri yağmur oldu yağdı. Sonra da o yazıları bir araya getirip biraz da düzenledim. Normal zamana ve gündelik ruh haline dönünce, zaten bunlar "hatıratta" var, deyip tekrarı gereksiz buldum ve çektim."

Bu sabah, gün ışımamışken uyandım, biraz kitap okudum, uykuya dönemeyince bloglara döndüm. Dumanı üzerinde bir yazı vardı. Sevgili Küçük Joe yazmıştı, başlık manalı, içerik çok hoştu. Yazmak-Yazmamak.*

Yazıyı okuyunca ısındım, bir sıcaklık kapladı kalbimi, ufaldım. Yazıyı çeken yetişkin gevşedi. Yaşını küçülttü, tutucu kilitlerini kırdı, bir önsözle yazıyı akıp giden zamana bırakmaya karar verdi.

Teşekkürler Sevgili Küçük Joe ve Sevgili Okul Arkadaşım.



Bir Şarkıcı Belgeselini İki Kere İzledim de Ondan!

Kulağıma üflenmiş kaydını bulunca bugün çok sevindim. Sonra dilimizde marş oldukları günlere gittim. Ara sıra, yemeğe gittiğimiz balıkçıdan* bakarım, Dev'li- Genç'li izbemizdeki izlerimize... Ne gariptir ki çok uluslu bir şirketin ofisidir şimdilerde! Hani balıkçıda gelince kıvama; sesler gelir karşıdan kulağıma...

Haziran 2010




Müthiş bir sonyaz ...

Keyifli bir sabah yolculuğundayım; geçmişe ve bugüne...

Karşıda, en bi müthişinden müthiş bi yeşil; otlar, ağaçlar...

Tam yanımda, meyvelerini camdan buyur eden; önce yeşil, sonra iri, sonra tan sabahı kızıl, sonra kankarası kırmızı olacak eriklerin ağacı...

O ağaca çarpıp içeri dolan; denizin kokusunu taşıyan rüzgâr...

Karşıdan selâm veren ağaçların dibinde güneşe yüz vermiş böğürtlenlerin diken diken aralığından kafa kaldırmış, inadına tek başına, ve inadına hırçın bi fuşya...

Şu an Joan Baez söylüyor; parkaların sıcağında, bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi Deniz kadar mavi...

Slyvia Plath üzerinden düşünüyorum... Farkedilme ve umursanma üzerine. Ruhların düştüğü, cephelerin sertleştiği, sanmaların tavan yaptığı hallere yani...

Damağımda bir sigaranın dumanı...

Derin yerlerin kilitlerini açıyor, Joan Baez'ın sesinden rüzgârın kokusuna uçuşan her nota.

Moskova sokaklarında, Leningrad soğuğunda ırmak boyunda,
ve eski bir kentin ırmak kenarında...


Bir duvar üstünden ayaklarımı sallandırmış, havaya üflüyorum.

Yanımda şöyle biri olsaydı yalnızlığında, derin uykulara sığınmışlığın gün batımındaki evlerin akşam yemeğindeki huzuruna, ve dağların ihtişamlı yalnızlığına bakarak...

Ve güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunu izleyerek...

Elimde kahve kokusu...
Günü katık ederek kendime; sessizliğin gevezeliğindeki akşamın hayalini kuruyorum.

Eylül 2008




Saat dört gibi yağmurun sesine uyandım. Evin etrafındaki duruma bir göz attıktan sonra yatağa dönemedim. Buse'nin peşinden "Abla abla," diye bağırarak koşan Sude'de takılıyım artık.

Mardin'deki düğün evi katliamındaki küçük kızın gözyaşları, hiç terk etmemişti beni... Hatta şöyle bir not düşmüştüm akıp giden zamana: "Saat 19:05. Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor! Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: "O, benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü."

Ben orada koptum... Yokum artık!.."

CD çalara bir albüm koydum. Soledad Bravo. Önce, evet önce, küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış, devrimci romantizm anlarıma gittim.

Hasta Siempre'yi onun kadar güzel söyleyenine tanık olmamıştım; taa ki o güne kadar. İlk Joan Baez'la tanımıştım şarkıyı... Tıfıl devrimcilerin "ikon aşkı", Joan Baez.

Sonra, "sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün neyleyim ben" geldi. Gitarı ve vokali aklıma karıştı...

Kanapeye uzanıp, birleşmiş ellerimi kafamın altına yastık yaptım. Bacaklarımı uzatıp, ayaklarımı kanapenin kolçağına koydum. Başı göklerde ağaçlara yoldaş oldum. Pür kulak... Duyduğum en yalın, en içe işleyen, hikâyesini en iyi anlatan seslerden birine, Soledad Bravo'ya teslim ettim kendimi...

Onu dinlerken, sanki birileri alt yazı geçiyor sanıyorum aklıma... Sanki O, sözleri Türkçe bir şarkı söylüyor. Müziğin evrensel bir dil olduğunu en çok onu dinlerken hissediyorum. Dinlediğim albüm 68 ruhunun evrensel bir yansıması Cantos Revolucionarios De America. Bravo’nun otantik yorumu, doyulmaz, yalın, berrak sesinin gücü kaçınılmaz bir biçimde yoldan çıkarıyor insanı, alıp götürüyor zamanın derinliklerine.

Daha önce duydunuz mu, kendini tanır mısınız, hiç dinlediniz mi bilmem?.. Onu bana "Kitarist" tanıştırdı. Öyküsüyle, ruhuyla, karmaşıklığı ve kırılganlığı ile bu kadar örtüşen bir ad görmemiştim o güne kadar. Selvipınar... O bana gönderene kadar, hiç haberdar değildim devrimci şarkıların en güzel sesli kadınından, hatta başlangıçta, Latin bir grup sanmıştım.

Yağmurun ritmine kapıldığım bugünkü yolculukta, yazma günlerinden edindiğim dostlukları düşündüm. Kitarist'in beni akademisyen biri sanmasına, hatta karşılaştığımız ilk gün mesleğimi öğrendiğinde şaşıran, beni edebiyat öğretmeni ya da öğretim görevlisi olarak hayal eden Captaiin'e güldüm. Farkettim ki; bugüne kadar, arkadaşlarım, iş çevrem dışından tanıştığım insanlar, hiç bir bağ kuramamışlar mesleğimle ben arasında...

Yine klavyemin freni patladı farkındayım.

Dedim ya, şaşkınım, üzgünüm, yolcuyum bugün. Bir abi ya da abla yitikliğinin gelecekten neler çaldığını bilirim. Kaç keyifli konuşma, gülüp eğlenme, dertleşme, teselli arama gecesi eksilir yaşamdan. Aynı odada bir gece ansızın tek kalmak, sonra yaşama yeniden başlamaya çalışmak! Zordur.

Venezüella'lı bir ailenin İspanya'da doğmuş, sonra Venezüella'ya dönmüş, 1943 doğumlu kızıdır Soledad. Mimarlık, edebiyat ve psikoloji eğitimi görmüştür. Çok geniş bir yelpazede söyler şarkılarını...

Çamaşır makinasının bile aklı şaştı bugün.

İki tokat sağına, iki tokat soluna, anca öyle çalıştı.

Sersemlik diz boyu...

Haziran 2010



 *O balıkçı

Joan Baez belgeseli için buradan lütfen

Soledad Bravo şarkıları için de buradan lütfen.

Yazmak-Yazmamak, içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP