27 Mart 2021 Cumartesi

Paylaşmadan Duramadım

Az önce bitirdim ve kişisel tarihimde böylece durmalı bu, dedim. Dedim çünkü izlerken kendime şaşırdım. Bir belgesel ve süresi 1 saat 14 dakika!

Her ne kadar konu kahve olsa da bir kahve belgeselini, üstelik bir makine üreticisinin belgeselini, üstelik belgesel yerine reklam kokusu alan ben; imkânı yok izlemezdim. Ve üstelik belgeselin içinde yazarlar, konusunda uzmanlar olsa da izlemezdim.

Kahve severim ama bir tiryaki olduğum söylenemez. İnceliklerini de bilmem. Okan Bayülgen ve bildiğim diğer bir kaç isim istersen bir izle, deseler de... Yine de çekimserdim. O sırada tazecik ekmekle, içine süt de katılan, mantarlı, kuskuslu ve tavuklu çok hoş bir çorba yemiştim ki o lezzet kahve çağırmıştı aslında. Bir gazete haberine bakıyordum ve onun ardına bırakmıştım kahveyi. Tam kalkacaktım ki o ara bu belgeselin haberini gördüm.

Şöyle bir tıklayıp görelim şunu, diyerek başladım izlemeye. Sonra kapıldım. Bir ara durdurdum ve bir kahve yapıp öyle izlesem, dedim. Çok hoşuma gitti. Gülümsüyordum ve hemen dönmek istiyordum belgesele. Çok keyiflenmiştim. Kahveden vazgeçtim. Telefonu aldım elime, heyecanla pencerenin önüne gittim. Deniz o kadar güzeldi ki. Sanki biraz yükselmiş, aydınlık bir gri-mavi ve üstelik madeni bir renkte, az rastlanır bir güzellikteydi.

Tek tuş ve Enn Sevdiğim Kadın. Nasıl bir coşkuyla kuruyorum giriş cümlemi. Üstelik o izlememiş, haberdar değil. O izlemediyse ve duymadıysa kimse duymamıştır, diye düşünüyorum. Ona çorbadan da bahsediyorum. "Kahvesiz izleme ama," diyorum. Sonra dönüp kaldığım yerden devam ediyorum.

Mekân seçimlerine bayılıyorum. Kurgu çok hoşuma gidiyor. Ciddiyetli bilgilerin ışığında tatlı da bir mizah var. Kahvemi unuttum, onun için bile kalkmıyorum. İçim gülümseyerek izliyor, bir yandan da bilgileniyorum.

Bir lokantaya gidiyor anlatıcı. Çok hoş bir mekân. Bildik bir şef geliyor masaya. Diyaloglar çok hoş. Bir laf kalabalığı yok. Bayılıyorum.

Ahh ne çabuk geçtin zaman!

Son dakikalar... Galata Kulesi ve son binadan yukarı doğru yükseliyor görüntü. Ne çabuk bitti dercesine kalıyorum. O zaman daha da heyecanlanıyorum. Bunu blogda paylaşsam, diyorum. Sonra gereksiz buluyorum... Ama, diyorum, bu izlemenin yarattığı heyecan ve aldığın keyif bir anı!

Sonunda duramıyorum ve bilmeyenler bilsin, sevenleri izlesin, diye, ama daha çok kendim için; film tadındaki bu belgeseli tarihime bir kayıt olarak düşüyorum.




23 Mart 2021 Salı

Gram Altın Bulmuştum Dün Akşam Külçe Oldu

Aslında geçen yıl bir açık hava festivalinde rastlamıştım ve şaşırmıştım. Bir gram şarkıyla bırakmıştı Arte beni... Benimse içim gitmişti bu sempatik gruba. Devamını sonra hep aradım ve bir türlü bulamadım.

Beni ele geçirmişlerdi çünkü çocukluktan bildiğim şarkıları özünü hiç bozmadan, biraz da esprili bir tonda çalıp söylüyorlardı. Devamının olmamasına benden çok keyfim üzülmüştü.

Dün akşam buldum onları. Arte onlara özel bir kayıt yapmıştı ki gurur duydum. O ekranda olmak için bir şey olmak gerekti ve benim kanaatimi Arte'de onaylamıştı.

Tıkladım kumandayı ve izlemeye başladım. Birken iki, ikiyken üç oldukça modum coştu; o çoşku gündemi silip süpürmekle kalmamış olmalı ki kaybettiğim kendimi sürekli gülümseyen bir insan olarak buluyordum.

Benim kuşağımdan olanlar Anadolu Rock denen müziği ve gruplarını bilirler, sokak düğünlerinde çalan yerel grupları da... İşte aldığım tat buydu! Çooook eğlenceliydi ki yazmasam olmazdı. Üstelik bu şahane çocuklar Amsterdam'da yaşıyorlar. Klavye çalan ve aynı zamanda solist de olan kızımızın cilveli şöyleyişiyse çok tatlı.

Piyasaların panik halinin çığlık çığlığa olduğu, uluslararası fonların ve güçlü sermaye gruplarının perşembe-cuma günleri hisseleri gayet güzel yükseltip fasılalar halinde -hemen zengin olunabileceği hayallerine kapılmış- yerli yatırımcıların kucağına bırakmaları ile başlayan, yüksek fiyatlı döviz satışları ile devam eden ve ardından  bir adamın tuz biber ekmesiyle alabora olan, an itibariyle alttan alanların kârlarına kâr katmalarıyla daha da yoksullaşan memleketin hallerinden sonra ve topluca tırlatmaya az kalmışken...


Eminim ki iyi gelecek!

Konser sonuçta bitti akşam. Durmadım. Bol buzlu çift limon dilimli, bir tık M.Dry dokunuşlu bir cin tonik yaptım. Televizyonu 3D görüntüye aldım, 3D gözlüğü taktım... Ve baştan aldım bu hoş seyri.

Ülkemin kayıp zamanları için üzülsem de asla bu ülkeye dair umutlarını yitirmeyen beni gündemin gerginliğinden alıp, hayatın sıcacık kollarına bırakan şarkılarla, daha da çok sarıldım ülkeme.

 

O halde bugün Altın Gün.

Veeeeeeeeeeeeeeeeeeeee..... Eller havaya!





*Arte nedir?

16 Mart 2021 Salı

Bir Bak Göreceksin

Kesintisiz devrim, devrimci çocukluğumun idollerinden biri tarafından kulağıma üflenmişti. Sonra biraz büyüdüm, elime ne geçtiyse okudum. Okumakla kalmayıp düşündüm, sentezledim, başkalarının dilinden konuşurken kendi dilimden konuşmaya başladım ve gittikçe daha ben oldum. Kesintisizlik teorisi hayatın durağanlığının aksine kendi çizdiğim yolda coşkuyla yürüme cesareti ve onun tadına yönelik güçlü bir farkındalık sağladı bana. Okudukça, dinledikçe sorularım oluştu; sorular oluştukça yanıtlarını aradım, buldum; beğenmediklerimi ayıkladım, sevaplarımı yanıma alıp yürüdüm.

Bu sayede yaşam çeşitlendi ve bir çok arkadaşım can sıkıntısından söz ederken, bu kelam benim dilimden daha az çıkar oldu. "Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm," diye tanımlamıştım çocuk beni, yakın zamandaki bir yazımın içinde. Aynı cümlenin bir kısmını Sevgili Leylak Dalı'nın bu yazı için beni tetikleyen Şarkılar Neyi Söyler? başlıklı yazısına yazdığım yorumda da kullandım. Çünkü, Nesrin Sipahi hayatımın müzik tarafının ikinci kazancı Türk Sanat Müziğini  sevmemin, daha çok da anlamamın sebebiydi.


Benim ilkokul öğretmenin çok güzel kadındı. Cumhuriyetimizi çağrıştırıyordu. Bir gün, enn amcam henüz nişanlıyken, akraba olacağımız seçkin ailenin evine yemeğe gitmiştik. Gençler bir masanın etrafında sohbet ediyorlarken, tıfıl ben de çalmakta olan  bir 45'lik plaktaki sese kulak kesilmiştim. Aslında her şey o gün başladı. Bir aranjmandı ve ben aranjmanı batı müziğinin bizden olanı sanıyordum. Çalan vizyondaki bir filmin müziğiydi, masadaki gençler izlemişlerdi ve onu konuşuyorlardı. Belki de ben, o filmin müziği sanmıştım!  Plağa baktığımda okuduklarımdan ve konuşulanlardan popüler bir batı sanatçısının ve şarkısının müziği üzerine Türkçe söz yazılmış hali olduğunu anladım. Batı müziği bir eserin sözlerini anlıyor olmak hoşuma gitti.  Plağın kabını aldım, inceledim. Nesrin Sipahi yazıyordu. Sesin adını aklıma kaydettim. Öğretmenime benziyordu.

Bir de müzik öğretmenimiz vardı. Piyano çalıyordu. Cumhuriyetimizin yarım asrına bir kaç ay kalmıştı. 50.yıl marşına çalıştırıyordu. Ben için nasıl da zordu! Arada, muhtemel ki bizim yadırgamayacağımız türden klasik batı müziği eserleri de çalıyordu. Sanki bünyemizdeki  klasik nefretin buzlarını usul usul çözüyordu. Kenardan mahallelerden gelmiş bizler için ne kadar farklıydı; Atatürk'lü filmlerde gördüğümüz öncü kadınlara benziyordu.

Yıllar sonra kızkardeşim nedeniyle akraba olacağımızı, aynı masada yemek yiyeceğimizi, onunla -artık müzikten biraz daha anlar benim- sohbet edeceğimizi, hayal bile edemiyordum.

Ufak ufak, radyoda -daha çok da popüler parçalar çalındığı ve bir iki parça ile sınırlı olduğundan- reklam kuşaklarında yayınlanan popüler sanat müziği şarkılarını dinlemeye başlamıştım.

Plakçı vitrinlerine baka baka mağazaya giderken yine bir gün, onu vitrinde gördüm. Ya ilkokul sonda ya da ortaokulun başındaydım. Cumartesi günüydü, bir kaç saat çalışacak, ortalığı süpürecek, haftalığımı kapacak ama araya plak alacağımı da sıkıştırcaktım.

İşimi yaptım, masum ve emeğinin hakkını bekleyen, alın teri akıtmış çocuk rolümü gayet güzel oynadım. Haftalığım ödendi, bir de prim verildi. Kapı aralanmıştı, mağazanın kapanma saatini beklemeye tahammülüm yoktu. Sürekli sinyal gönderiyordum ve sanki büyükler farkettikleri ruh halimle eğleniyorlardı. Biraz kıvrandırdıktan sonra babam, "Sen istersen erken çık," dedi. Hafifledim, lastik öttüren araba gibi çıktım mağazadan. Bir uzunçalardı bu. O günkü adıyla Long Play. Vitrinin önünde biraz kalıp, ne söyliyeceğimi kurduktan sonra biraz daha cesaretlenerek, girdim plakçıya; sahibi Türk Sanat Müziği koro şefiydi, küçük şehrin ünlülerindendi, soyadı Çağlayan mağazanın adı da Taner Ticaret'di. "Taner Amca," diye seslenirken; işaret ederek, "Şu plağı istiyorum," dedim. Güzelce ambalajlandı. Bekledim. Sonra koştum eve, radyoya entegre pikaba koydum. Şarkının hızına yetişemedim! Sonra güldüm ve pikabı 33'devire getirdim. O kadınsa, yani Nesrin Sipahi, körfezdeki dalgın suya götürdü beni.

Yazarken bir yandan da albümden bir şarkı koymayı düşündüm yazıya. Google'a "Onu bul bana," dediğimde, bulamadı. Ama daha güzel bir şey yaptı: Telaşla aranırken o şarkıyı ben, 1973 tarihli ve Cumhuriyetimizin 50.yılı logosu köşeşinden parlayan, aldığım ilk sanat müziği albümümdeki şarkıların olduğu bir video çıkardı önüme.

Teşekkür etmem kaçınılmazdı...

12 Mart 2021 Cuma

Kısa Günün Kârı

"İçimde fena bir isyan var, yetti artık şu cumartesi-pazar sokağa çıkma yasakları... Özlüyorum, hafta sonu tatlarını," demiştim. Duyulmuş sesim, ne güzel! Kırmızı listede olsak da, sadece cumartesi çıksak da, mekânlarda oturamayacak olsak da; yine de sabrın ruhu tüketir hale geldiği bir anda zıp zıp zıplıyoruz. Ve ayrıca öyle bir zamanlama ki geçen cuma günü akşam saatlerinde ilk leyleklerin bir kaç tane de olsalar geldikleri haberini alan tatlı kadın, müjdeyi veriyor. O an, bizim de mekânlarda oturabileceğimizi düşünmekte olan ben, kendimi, miss gibi tandırın suyuna ekmek banarken görüyorum.

Sabah için anlaşıyoruz. Okulun orada buluşalım, diyoruz. Giysilerimi yastığımın altına koyuyorum. Kalbimse çocuk heyecanlarında.

Kasım ayından sonra ilk kez delta! Ve kasım ayından sonra enn sevdiğim kadınla koca bir gün...

Yola çıkıyoruz. Telefonunda müzik setine aktarılan, güne özel bir seçki. Melike Şahin konuşuyoruz. Dün akşamı anlatıyor: İnternet üzerinden meyhane ortamı Britanya'da; pandemide bile olsa hayatın güzelliğini, bir de Galce sohbeti... Ne renkli, ne tatlı, ne güzel bir kadın, diye düşünüyorum. Ruhum çiçek açıyor.

Engiz girişinde, geçen yıl ilk leylekleri gördüğü ağaçlardan söz ederken bu tatlı kadın; O ağacın hizasında ve ana yolda yavaşlıyor. Şimdi zıp zıp zıplıyor. Çok sevinçli. Çok da sevimli. Durdu. Oradalar! Elektrik direğinin üzerindeki mini trafonun üzerinde. Bir tane. Bu, evi toparlamak için önden gelen evin erkeği. İniyoruz ve onu izliyoruz. Bu bir umut anı. Bahar müjdesi.

Sonra kaptan ana yoldan vazgeçiyor ve ona paralel toprak yola dalıyor. İlk kez bu yoldayım; bahar "Ben geldim artık," diyor. Çiçek açmış ağaç el ediyor. Duruyoruz. Enn Sevdiğim Kadın ilk marteniçkasını bu ağaca bağlıyor! Ben bileğimde saklıyorum. Dileğim upuzun bir yolculuk. Onu hissediyor. Biliyor, ama ben yine de saklıyorum.


Yanımızda her ihtimali gözeterek aldığımız Salih Usta börekleri var. Gün cumartesiyse hakkını vermeliyiz. Bir ritüelle başlamalı o halde. Pide! Hem de Dedem'den...

Kıvrılıyor ve tekrar ana yola çıkıyor kaptan, kontrol etmemiz gereken bir kaç yuva var.  Köşedeki kahvehanenin ağaç altı masalarında çay içen amcalar... Dışarıda oturulabiliyor mu acaba? Ne zevklidir bilseniz orada çay ve elbette kahve içmek. Günü batırırken ve deltaya veda ederken...

Sevdiğimiz salaş kebapçının yerinde artık bir balıkçı var. Daha yakıştığını düşünüyor enn sevdiğim kadın; çünkü yanları da balıkçı, ve arka tarafta, ırmak kenarında, denizden yeni çıkmış balıkları yemek pek zevklidir, gün batımında.

Yanaşırken pideye, ürküyoruz, Dedem terk edilmiş gibi. Yok yok terk edilmemiş, tamiratta... Bir an el mi değiştirecek, diye korkuyorum. Bir aile işletmesi ve ilk günde gönlümüze taht kurmuş mekân. En sevdiğim kaptan satışta olduklarını okuyor, asılı olan bezde; yan yola kıvrılıyor ve sevimli parkın köşesinde duruyor. Hoş bulduk.

"Biri kıymalı, biri köy peynirli iki pide lütfen."

Takılıyoruz verandasında. Bu tatlı kadın verandanın sokağa korkuluğunun üzerine ata biner gibi oturuyor. Sırtını üst verandayı tutan beton kolona dayıyor, bacakları iki yana sarkık, keyfinde sigarasının. Bu afacan çocuk an, kaçmamalı. Kaçırmıyorum.

Pideler artık hazır. Yanlarında turşu paketi. Ev yapımı.

Şurada piknik yapsak dediğim bir yer var. Bir de son keşif ırmak kenarında bir nokta! Daha önce şurada piknik yapsak dediğim yola sapıyor. Oraya varmadan bir alan "Durun bakalım," diyor. Karşı dağlarda kar. Zemin yumuşak. Mevsim geçişi iki mevsimli fotoğraf karesinde hapsoluyor. Komşusuysa, şurada bir gün piknik yapsak fikrini daha önce zıplatmış olan yer. Fakat su dolu! Muhtemel ki kenarlarındaki toprak da yumuşak.


Enn sevdiğim kadın bir seçenek sunuyor. Diyor ki: "Niye?" Cümleye aslında "Sahil Kafe yoksa," diye başlıyor.  Ve devamında Sahil Kafe'yi var ediyor...


Saklı yoldan devam ediyoruz. Burada, bildiğimiz leylek yuvaları var. Şu ana kadar trafo dışında leylek görmedik. Hatta az önce enn sevdiğim bakkalda durduğumuzda hem yol kenarlarındaki hem de tam kavşaktaki büyük elektrik direğinin üzerindeki yuvalara da baktık. Kimsecikler yoktu... Bu bakkalaysa bayıldığım malum. Kibar bir genç, söz etmiştim. İki kola, iki su ve çocuk sevinçlerimi zıplatan ve sadece köy bakkallarında olan bir şey alıyorum.

Galeriç ormanlarının arkasına kıvrılıyoruz. Epey ilerliyor, buraların eski halini konuşuyor, söz yine akşamdan bir Melike anektoduna dönüyor. O anlatıyor ben gülüyor, bu seneki susuzluktan dem vuruyor ve enn bayıldığımız mekânda duruyoruz. Fiziken yok ama bizim için hep olacak Sahil Kafe'nin toprağındayız şimdi. Enn sevdiğim kadın düzeneği kuruyor. Sahil Kafe'nin ölmesine asla izin vermiyor.

Yüzümüzü denize dönüyoruz. Bir an kıyıya, o son masanın olduğu yere kursak mı?  diyor, rüzgar masayı rahat bırakmaz hem de üşütür diye, ürküyorum. Toprağını terk etmiyoruz.


Pideler enfes. Özlemişiz. Köy peynirlisini tüm peynirli pideler içinde tek geçeriz. Hakeza kıymalısı da özgün. Hatta yerken konuşuyoruz: "Tıpkı çocukken, içi evde hazırlanmış ve mahallenin fırınında pişirilmiş gibi. "


Hepsini bitiremiyoruz pidelerin. Karışık ev yapımı turşu ne renkli, ne güzel. Tüm ailenin bir arada olduğu ve evin hâlâ banyo koktuğu pazar sabahları tadında. Arada bir, dün gecesine götürüyor beni en sevdiğim kadın; onun anlatımıyla masaları dolaşıyor, ülke dışında kalmış ünlülerle sohbete katılıyorum ve şu uzun tren yolculuğu hayalimizin yönünü bu kez de dün akşam masalarının coğrafyasına çeviriyorum.

Arada bir de, sahipsiz kalışına üzülüyoruz deltanın. Ve eski başkanı anmadan geçemiyoruz yine! Çabuk çıkıyoruz bu andan, çünkü delta ne yapılırsa yapılsın cebinden tavşan çıkarabiliyor. Çok yetenekli ve çok dilli çünkü.

Biraz ilerimizde Hatay plakalı bir araç... Onun ardında ve kumsalda gönüllerince top oynayan bir aile. Bu plakayı ve şehri seviyoruz. Bir an pandemiye küfretmeyi aklımızdan geçirsek de kıyamıyor, o da farklı anılar biriktirmemize ve belki de zaman denen şeyin kıymetini anlamamıza vurgu, diye gülümsüyoruz.

O ara çekik gözlü mavi kuşa yöneliyor, poşetin içinden alıyorum markası bilinmez, köy tadında ama ambalajı çağa uymuş gofretlerimizi.


Önce bir hatıra fotoğrafı. Oh ne güzel! Ambalajın içinde iki ayrı paket. Açıyorum, heyecanla, ilkini... Bu bilinmez ve Anadolu şehirlerinden birindeki firmayı seviyorum. Kanım kaynıyor ona. Çocukluk gibi an! Açıyorum ikinci jelatini, okul disiplininden çıkmış çocuk telaşında. Alıyorum ilk gofreti. Isırıyorum; o çocuk tadı istiyorum. Üzerinde doğal şekerle yapıldığına vurgu var, paketin. Gözlerim kapanıyor. Bir zaman sıçraması. Muhteşem bir an. Eski bir mahallede Bakkal Hasan'ın dükkanında açık lokum ve yanındaki tane işi gofretlerin arasındayım. Bayılıyorum. Bu bir sanrı da olabilir! Teyit etmem gerek. O'na bakıyorum. Gitti. 

Bakkaldayken bir an vanilyalı yok sanmıştım. İlk kakaolusunu görünce aranmış bu kez fındıklısı ile karşılaşmış, tam vaz geçmek üzereyken mavi ambalaj "Buradayım," demişti. Şimdi bir gofret güzellemesi yapma ve anılar içinde yüzme zamanı. Bir de çay olsa mıydı? Fakat o da ne? Ahh delta, güzel delta, dur durak bilmeden sunan delta.


Uzakta bir kuş sürüsü, uzun yoldan geliyorlar, ilk gördüğümüzde -tankçı deyimiyle- kama düzenindeler, sonra bir bakıyoruz sağa kama, sonra bir bakıyoruz bu kez sola kama, sonra tekrar klasik kama derken... Tam önümüze vardıklarında bir dans gösterisi başlıyor. Şekilden şekile giriyorlar ki bu bir coşku! Deltaya, yazı geçirecekleri yazlıklarına varma coşkusu. Bitmez tükenmez bir gösteri.


Doya doya seyrediyoruz. Ne numaralar, ne  numaralar! Bir dağ esintisi altında olsak da içimiz sıcacık. Gösteri bitiyor, sahneye dizilip selamlarını veriyor ve tekrar yükseliyorlar ki artık buradalar, sağ salim vardılar ve sıklıkla görüşeceğiz. Isınacak ve renklenecek dünya.


Bu şahane karşılama anının ardından toparlanıyoruz. Ve sola dönüp üst yola yönelirken daha önce marteniçkalarımızı bağladığımız ağaçların önünde duruyoruz. Bugüne kadar hep üzerindeydiler, ne kadar aransak da bu kez yoklar. Şimdilik bağlamayı düşünmüyorum. Geçen yıl leylek köyünün kıyısındaki bamyalara bağlamıştı enn sevdiğim kadın ki fikrim o yönde. Önümüzdeki haftalara bakacağız.


Varıyoruz Ponilerin ve elektrikli araçların olduğu noktaya. Hava sert ve sabahki sıcaklık yok artık. Araç kiralamaya da gerek yok. Oysa sabahki hava tahrik etmişti, gün parlaktı ve kesin kararlıydık. Şu an donuk. Sazlıklarda yürüyor, suyun azlığını sürekli tekrar ediyoruz. Delta bugün yoğun. Çocuklar mutlu çünkü ipini koparmış bir coşku içinde Poniler. Nasıl yuvarlanıyorlar, zıplıyorlar, bir koşu oradan oraya uçuyorlar, birden çocukların arasına karışıp onlarla oynuyorlar. Nefes almış insan yüzleri mutlu. Burada pandemiye yer yok.  Ve kesin olan şu ki hafta sonunda leylekler buradalar!

Günün ruhları dürtükleyen saatleri. Kaptan çıkıyor otoparktan, düşüyoruz yola. Yol kenarında bir teyze ve yanında mini mini bir kuzu. Bahar, günün bu saatlerinde pek hissettirmese de, ben geldim, diyor. Artık, belki bu haftasonu daha çok ağacı çiçeklerle görmenin yanı sıra daha çok leyleğe hoşgeldiniz diyeceğiz.

Bir de güneş olursa var ya!

Mandalarsa her zaman oldukları yerde bizi bekliyorlar; oradaki leylek yuvaları da henüz boş. Mandalarla sohbetsiz bir delta günü olamaz! Can dostları yanaşır yanaşmaz, üşüşüyorlar. Sohbet gırıla... O ara sahipleri geliyor. Eve dönüş vakti. "İçeri geçin birlikte fotoğrafınızı çekim," diyor. Teşekkür ediyoruz. O kapıyı açıyor, bir fırtına gibi çıkıyorlar, telaşla karşıya geçiyorlar ve evlerine koşuyorlar.


Geçerken gözüm kayıyor. Muşta Lokantası'nın dış masalarında oturanlar var. Bir de dışarıya servisimiz var pankartı asılı, yukarıdan aşağı!

2 Mart 2021 Salı

Bir başlık sorunum olmasa...


Cuma akşam. Pencereyi açıp denize bakıyorum. Artık sıktığını düşünüyorum. "Oysa," diyorum, "hayat ne güzel, cuma günü akşamları ne tatlı, ertesi de ne canlıydı."

Çok değil bir yıl önceye kadar!

İçimde fena bir isyan var, yetti artık şu cumartesi-pazar sokağa çıkma yasakları... Özlüyorum, hafta sonu tatlarını.

Dün akşam Ay ne güzeldi, geliyor o an aklıma. İlk görüşte heyecan yapmış, elime telefonu almış, tek tuşla aramış ve sevinçle "Gördün mü Ay'ı?" demiştim. Sonra sular sellerce konuşmuş, ben neredeyse 15'lik halime dönmüştüm.

Öyle güzeldi ki.

Cumartesi sabahı market açılma saatlerini sabırsızlıkla beklemiş, gün için tavuk köftesi alsam, diye içimden geçirmiştim: Çünkü geçenlerde tavuk şadra almak istemiş, gitmiş, onu alırken tavuk köftesine başladıklarını söylemiş ve övmüştü genç adam. O gün değilse de sonrasında almış; fırında havuç, patates, biber ve bezelyeli yapmış; parmaklarımı zor kurtarmıştım. Öylesine güzel baharatlanmıştı ki tadına doyamamıştım.

Buzdolabını açıyorum ki beyaz peynir bitmiş. Dışarı atmak için kendimi, hâliyle bir çok sebebim var. Üstelik kahvaltı için Salih Usta'dan miss gibi börekler alma, yanına da 350 cl'lik  kahve ekleme fikrim, parlak.

Hava şahane, kapüşonlu ama illaki lacivert bir triko, elbette jean, askısından bir mont geçirilmiş ve tek omuza asılmış mini sırt çantası, siyah spor ayakkabılar... Ve çift maske!

Yeterince havalıyım.

Bir tereddüt anı!

"Denizden mi yürüsem?"

Dönüşün tadını denize bırakmaya karar veriyorum. Yoldan -eğlenerek- yürümeden önce önünden geçtiğim komşu sitenin bekçisi ile selamlaşıp, "N'aber, nasılsın Adnan?" diye soruyorum. Koçtaş ve e-Bebek'in köşesine varınca bir an Beauty Bar açık mı acaba? diye meraklanıyorum. Yolun öte tarafındaki binanın altına yeni bir pizzacı açılmak üzere. Küçük ama dekorasyonu pek hoş Marketim Delux'e yanaşırken de "Satışı yasak ama şuradan iki bira alsam mı?" diye düşünüyorum. Geçen hafta almıştım. Üstelik bunu yasağa baş kaldırmış çocuk eğlencesine çevirmiş ve sormuştum, "Yasak ama bira alabiliyor muyuz?"  "Alırsın abi," demişti genç adam. Üstelik de ufak çaplı, illegal durum teslimat ritüeli yaşanmasına sebep olunmuştu: Diğer genç adam "Çantanı alim, abi," demiş, ben kasaya ödeme için yönelmiş, O, o arada çantama markasını ve cinsini söylediğim iki birayı atıp, fermuarını kapatıp bana uzatmıştı.

Bu kez biradan vazgeçiyorum, akşam kardeşte maç izlerken onun viskilerinden bir tek içerim, diye düşünüyorum.

İlk olarak tavukçuya gidiyorum. Cadde ve sokakların ıssızlığı dikkatimi çekiyor. Oysa bugün ve bu saatte her yer açık. Geçen haftalarda yasağa rağmen daha canlıydı! Şehrin yoğunluk listelerinde üste çıkması, sanırım ürkütmüş!

Ahh! Köfteler derin dondurucuda, oysa geçen hafta normal dolapta ve tazeciklerdi. Almıyorum. Bir an "Migros'a girsem mi?" diye düşünüyor ama sokaklardaki bu cansızlık fazlaca soğuk geliyor ve kendimi canlılar arasında tek kaldığım garip bir filmin içinde gibi hissediyorum. Salih Usta'ya varıp, iki tatlı pasta, iki dilim su böreği, ve iki tane ıspanaklı gül böreği, bir de ekmek olmak üzere dört çeşit alıyorum. Çıkarken ellerime dezenfektan sıkıyor, ışıklarda yeşili bekliyorum. Hayat bu sabah ıssız.

Şimdi sahildeyim. Mekânlar kapalı, bu normal. Hayatın insan tarafı bomboş. Yoksa, aheste dalgalar ve martılar şen şakrak. Güneş insanı çatlatacak derecede parlak, deniz masmavi. İnsanların yok olduğu, dünyada tek kalmış bir insan halindeyim hâlâ. Ve mutsuz değilim, garip! Üstelik su gibi akıp giden, onunla olmaktan mutluluk duyduğum bir tuğla var bugün elimde. Bayım bayım bayılıyorum!

Akşama yaklaşıyor gün. Bir an aklıma dün akşamki Ay geliyor. Pencereye yanaşıyor, dün akşam olduğu yere bakıyor ama onu göremiyorum. Bir an "Yoksa bu akşam gelmeyecek mi?" diye düşünürken, sağ cenahtan denize doğru baktığımda bir pembelik görüyor, onun mavi ile uyumu, pastel tonu beni uyarıyor ve yatak odamın penceresine yürüyorum. Düşüp bayılmadığıma şükretsem iyi olacak.

Fotoğraf makinesi elimde ve balkonun ucundayım. Ve bencilim! Fotoğraflıyorum. Değişik ayarlarla tekrar tekrar çekiyorum. Sonra salona dönüp elimde telefonla pencerenin önüne geçiyor, tek tuşa basıyorum. Uzun uzun konuşuyoruz. B'yi soruyorum. İçeride daraldığını, pencerenin önünden dışarıyı özlediğini ve sokağa çıkıp eski alanlarına gittiğini öğreniyorum. Çenem coşkulu. Keyifli ve gülüşlü bir sohbet, çünkü bu kadına bayılıyorum.

Gün pazar. Bir an yine Salih Usta'ya yürüsem ve kahvaltıyı onun ürünleri ile yapsam diye düşünüyorum. Sonra bundan vazgeçiyor, geçen gün ıspanaklı, kremalı, karabiber ve muskat ile tatlandırılmış ve peynir rendeli Linguine için aldığım paketten artan ıspanaklar aklıma geliyor. Koyuyorum tek kişilik döküm tavayı ocağa, yıkadığım bir kaç ıspanağı iri doğrayıp, ıslak halleri ile atıyorum tavaya, biraz çeviriyor ama canlarını almıyorum. Sonra zeytinyağı ilave ediyor, bir daha çeviriyor ve küçük dilimlediğim hindi fümeleri ekliyor, şimdi birlikte çeviriyor ve kısık ateşte bırakıyorum. O ara iki yumurtayı bir kaba kırıyor, içine biraz muskat rendeliyor, biraz karabiber, biraz da pul biber, iki çorba kaşığı kadar su ekliyor, çatalla şöyle bir çırpıyor ama tam karışmadan bırakıyorum. O ara kısık ateşi biraz yükseltiyor ve yumurtayı ekliyor, üzerine de beyaz peynir dilimleyip kısa süre sonra altını kapatıyorum. Ekmeklerim kızarmak üzere, demlenmekte olan kahvemin bir iki dakikası var.

Dünden beri aklıma düşen bir mevzu var. Çocukluktan, ağırlıkla lise yıllarından karakterler geliyor aklıma. Güzel duygular bırakmış ama yeniyetme şımarıklıklarım yüzünden öteki yüreklerde yarım kalmış yaşanmışlıklar. O hâlime kızmıyorum elbette... Yüklerini hayatım boyunca taşıdım desem yeridir. Buna ilgi gören bir çocuk şımarıklığı da denebilir. Kötü bir çocuk değil ama...

Sonuçta çocuk işte!

Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum. Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki...

Elbette farkındaydım, elimde O'nun yazmadığı ama onun ilgisini anlatan renkli kağıda yazılmış ve renkli zarfa koyulmuş bir mektup vardı. Henüz 13 belki de 14 yaşındaydım. Belki de o yaşlarda bile değildim.

İkincisi lisedeki kız. Hayatımın en güzel sohbetlerinden birini yaptığım ve bir kız arkadaşın doğum gününde tanıştığım, onunla dans ettiğim ve kimseleri görmez bu sohbetler esnasında sürekli ötekiler tarafından dürtüldüğüm kız.

Uzun zamandır aklımı çelmeye çalışan ve yazsam mı diye düşündüğüm bazı anılar vardı. Vazgeçme ihtimalim yoğundu. Zamanda geri gittiğimde ve o anki hissiyatlarımla baktığımda, bir fotoğraf gibi anılarımda yer bulmalılar, diye düşünüyordum. Kocaman adam halime dönünce de o adam bunu gereksiz buluyordu. 

Sonra aldım klavyeyi elime, akılla düşünmeden yakalayınca kendimi, biraz da bağlayıcı olsun diye, ve kendimle duygusal bir hesaplaşma içindeyken; yazsam şu an yazmakta olduğum yazıyı iyi olacak diye düşündüm.

Ve yazdım!

Bir başlık geldi dizi için aklıma, hoşuma gitti ama not almadım: Günah Çıkarıyorum 1,2,3... gibi bir şeydi. Sanki. Sonra bir tereddüt yaşadım ve bu başlık melodik gelmediği gibi donuk kalır diye düşündüm.

İkinci olarak Sor Bana Pişman Mıyım? geldi ki onu bir yazıda kullanmış olduğumu hatırladım.

Başlık boşlukta kaldı.

Gün içindeyse birden, bu kadar geçmişe gitmişken ve kaçınılmaz olarak duygusallaşmışken, özellikle ikinci yazmayı düşündüğüm kız için, blog dışında hiçbir sosyal medya bağlantısı olmayan ben, Lisemiz derneğinin Facebook sayfasına ulaştım, kamuya açık olduğunu biliyordum, dernek ilk açıldığında sayfaya bir uğramış ve orada görmüştüm O'nu, elinde gitarıyla. Hatta bu şehirde kalmış olmasına şaşırmıştım. Bu kez göremedim, ve anladığım sayfa tazelenmişti ve eski kayıtlar yoktu ya da benim hesabım olmadığı için göremiyordum. Sonra O'nunla tanıştığım doğum gününün sahibi kız geldi aklıma, İnstagram hesabına ulaştım. Kamuya açıktı. O grubumuzdan bir kaç kişiye rastladım. Yeni hallerine şaşırdım. Çünkü yıllardır, başka şehirlerde oldukları için görmüyordum.

Akşam maç vardı. Benim izleme niyetim uçmuştu. Ta ki küçük kardeş "Yemek yapıyorum, 18'15'de gelin," mesajı atana kadar.


Sabah birden aklıma düşmüştü, halamla gittiğimiz ve tüm tribünlerin "Fikret... Fikret..." sloganlarını attığı, kapalı spor salonundaki konseri hatırlamış ve gün boyu Spotify'da Hümeyra şarkıları dinlemiştim!

Alttakini ise üst üste...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP