25 Eylül 2020 Cuma

Uçakta Bir Yolcum Var

Gün Pazar, sıkı bir uyku ve her zamanki gibi erken uyanma... Önce, uyuyamayacağımı düşünerek okumaya niyetleniyor, yan yastığımın üzerindeki kitabı alıp kaldığım yerden devam ediyor, bir kaç sayfa sonra da bundan vazgeçiyorum, çünkü: gün heyecan dolu, gün için bir hevesim var, o heves anına kadar da çok zevk aldığım ve böyle günlerde hep yaptığım bir eylemi yaşayacağım. Şu an, o saatlere kadar olan boşlukta zihnimi oyalamam gerek...


Salona geçip çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masadaki bilgisayarı açıyorum. Bebeliğini bildiğim ve şu hayatta tanıdığım en geveze Karga, hâlâ geveze. Birkaç yazı okuyup birkaç el de Laptop'la tavla oynuyorken ve yine ben kazanıyorken göz kapaklarım sinyale başlıyor. Sinyali alan uyku da her zamanki yetişkin tavrıyla "Hadi yatağa," deyiveriyor. Teklifi reddetmiyorum elbette... Üstelik; uzun yoldan gelinmiş ve henüz gün ışımasının elinin kulağında olduğu saatlerdeki, gözler yatağı özler tadında uykulara bayılıyorum.

 



Ve rüyalar alemindeyim...


                                                                                  .............



Bir uyanıyorum ki saat 11.30. Bu bir rekor!  

Yoksa bunlar cumartesi sabahı mıydı?  

Durumu netleştiremiyorum; günler bir an iç içe geçiyor.

Keyifli bir kahvaltı yaptığımı, özellikle kahve içmediğimi hatırlıyorum ama!

 Hımmmm?

Cumartesi akşamı bir kadehte keyfe keder ölçü şarap, minik parçalar halinde doğranmış üç peynirli ve yanında tırtıklı, yoğurt ve yeşillik çeşnili cipsler olan bir tabakla, sevdiğim, hatta bayım bayım bayıldığım Maigret'yi izlemiş, mutlu akşamın tadıyla sızmış, şahane de uyumuş olabilirim... mi acaba?



Yoksa o akşam Cuma mıydı?

Anlaşılıyor ki mutluluk doz aşımı yapınca benim aklımın eli ayağına dolaşıyor ve şu parlak zekâm da bir türlü işin içinden çıkamıyor.

Çok eğleniyorum ama! 

 

 

 



Normalimin dışında uyanmış olmak telaşlandırıyor beni, öncelikle benden beklenmeyecek bir disiplin örneği olarak her sabah sekiz buçuktaki randevuya sadık kaldığımız, neredeyse çocukluktan kankam hay tansiyon* ilacımı içmeliyim ki  ilişkimiz uzun yıllar süren kavuşamamanın ardından sanırım beş, altı yıl önce başladı. Normal bir insan olsam bu sürece gelene kadar, öngörülere göre ölmüş olacak ve aramızdaki bu sadakatli ilişki de gerçekleşmeyecekti. Bir avantajım vardı belki; sigara içmiyordum, fazlaca yürüyordum, aşırı tuzdan uzaktım, kilom normal, boyum uzun, özellikle takım sporları ile aram iyiydi. Laf aramızda uzun ve eğlenceli bir ilişkiydi bu. İlaç aramıza girdiğinden beri öylesine sessiz ki bazen sinüzit bu canım, yok yok migren sanırım, dediğim ama sonunda onun yüzünden olduğu anlaşılan, uzun yıllar birlikte yaşadığımız baş ağrılarımı özlüyorum. Hâlâ kankayız ama, ve seviyoruz birbirimizi...

Hızlı bir kahvaltı hazırlamalı, bir de kahve elbette, sonra da uçak kalkmadan alanda olmalıyım! Kahveyi bu kez kahvaltıyı aşacak miktarda yapıyorum, çünkü yolun keyfini çıkaracağım!

 


Biz hazırız sinyalinin ötmesiyle birlikte fırındaki ekmekleri alıyor, filitre kahvemi fincana süzüyor ve  bilgisayarda Flightradar'ın sayfasını açıyorum.


Telefon!

Tek tuş ve O.

 



Uçuş öncesi klasik cümlelerimi kuruyorum. Güleryüzlerle iyi yolculuklar sohbeti yapıyoruz. Akşamdan ayarlanan Taksicinin randevu saatinden sekiz dakika önce arayıp bilgilendirdiğinin altını çiziyor. İyi yolculuklar dileyip, sevgi sözcüklerini de şımarıkça ve gülümseyen bir lezzetle sıraladıktan sonra, uçak bende klasik vurgumu yapıyor, kahvaltıma devam ederken de arada bir ekrana bakıyor, Kaptanın sinyali açmasını ve uçağın ekranda görünür hâle gelmesini bekliyorum.



Ve sinyal açılıyor; Türk Hava Yolları'nın TK 2260 sefer sayılı Boeing 737'si görünür hâle geliyor. Bir kaç dakika sonra da taksiye başlıyor uçak. Şimdi pist başında... Son konuşmalar, yüksek gaz, yerinde duramaz ve ipini koparmış bir afacanlık, gem vurulamaz bir göğe kavuşma arzusu ile sanki zembereği boşalmışcasına ve gittikçe artan bir hız... Kafa bir hamle ile kalkıyor, az sonra da son tekerlekler pistle vedalaşıyor... Sonra sakince ve usul usul baş öne eğiliyor, kemerler çözülüyor, Marmara Denizi üzerinde sakin bir seyir başlıyor. Her şey kontrol altında!

Fakat uçuş numarası 2261 olmalıydı; o zaman, belki  çocuk sevinçlerim yetişkin halimin mizah konusu olacak ve dile gelecekti. Lisedeki okul numaramdı çünkü, buradan hareketle lafı uzatacak ne kelamlar edecektim kim bilir?!

                                                                                     ................

O ara bu yazıya başlıyorum ama sıkıntılı, çünkü eski arayüz gün itibari ile kaldırılmış. İlk izlenimlerime göre bir haftada bu yazıyı bitirebileceğim şüpheli! Paragraf mantığı ile satır arası yapılamıyor, dolayısıyla oluştur modundan HTML'ye geçiyor ve o boşluğu yaratacak kodları kendim ekliyorum!

Kahve, uçak takibi, bir şeyler yazma şeklinde devam ederken hayat okuduğum bir yazıdan Flight radara döndüğümde sayfayı yenilemem gerekiyor, bu yenileme de takip ettiğim uçağın izini kaybetmek demek. Tecrübeli bir kullanıcı olarak buluyorum uçağı ki inmek üzere... ve indi!

Uçağın boşalma süresini yeni havaalanındaki mesafeleri göz önüne alarak şöyle bir hesap ediyor, yeterli süre geçince de telefonu elime alıyorum.

Tek tuş ve O.

"Denizin üzerinden uçtunuz," hava atmasıyla başlayan, Kaptan hızlıydı ile devam eden, başka komiklik ilaveleri ile renklenen, şımarıklık parodileri ile efektlenmiş, bol gülüşlü, iki uçak arası planımdan söz ettiğim, sevgi sözcükleri ile pek çapkınca ve çok tatlı, içinde bira geçen bir sohbet! Aktarma uçağına 3 saat civarı var. O kahvesini içecek ki bulunduğu alanı kısaca tasvir ediyor; sohbet,  sevdiğimiz havaalanlarının sevdiğimiz mekanlarına doğru uzuyor. Laf aralarına da şu lanet ve gezme planlarımızı engelleyen süreçle ilgili serzenişlerimizi sıkıştırıyoruz.

                                                                                  .............

Canım, mekanlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde- kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekanlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın diyor bu mizansen. Vakit an itibariyle uygun ve yolcumu İstanbul Havaalanı'ndan uğurlamaya yetişebileceğimi düşündüğüm kadar boşluk var!

Mini sırt çantama severek okumakta olduğum, aslında sıra onda değilken Sevgili Radyo Z'nin blog yazısında** rast geldiğim, ona yazdığım yorumda da bahsettiğim üzere öne aldığım, yazarını bilmediğim ama konuşma esnasında bahsedince, Enn Sevdiğim Kadının iki kitabını okumuş olduğunu öğrendiğim Wilhelm Genazio'nun Elden Düşme Dünya'sını, her olasılığa karşı yağmurluğumu, iki yedek maskeyi atıyor, serin ve kapalı havayı da gözeterek yanıma ince bir hırka alıyor, maskemi takarak çıkıyorum hayata.


Gün Pazar, saat öğle sonrası, hava güneşten yoksun fakat aydınlık, ısı hırkaya ihtiyaç duyuracak gibi!.. Basketbol sahasında kızlı erkekli bir kaç grup genç iki farklı potada maç yapıyorlar. Ağaçların altında piknik yapan bir kaç aile, sohbet halinde mi desem yoksa ayartma mı desem eylemselliği içinde sevimli bir kaç köpek, onların yakınlaşmasına diğerinin façasını kendi evlatlarının düzeyine yakıştıramadıkları için müdahale halinde sahipler, hareket halinde ve denizin kıyısına attıkları şemsiyelerinin altında pandemiye inat hayatın nefesini soluyan insanlar, karşı kıyıya uzayan deniz, çam ağaçları, salıncaklarda sallanan ve uzak hayalleri yüzlerinden okunan bir kaç kadın: güne sıcaklık ve nefes katıyorlar.

Yaşadığım coğrafyayı bir kez daha seviyorum. Bir an, önünden geçmekte olduğum arkadaş mekânına takılsam mı? diye düşünüyor, sonra kitabı okumak için bunun iyi bir seçenek olmadığına karar veriyor, o ara önüne geldiğim, uğrasam bir gün diye düşünmekte olduğum mekândaki insan sayısını istediğim sakinliğe uygun bulmadığım için  eliyor ve sonuç itibari ile bu eylem ilk aklıma düştüğünde orada olmaya karar verdiğim Big Yellow Taksi'nin önüne varıyorum: Dış masalar kalabalık, müzik tür olarak kitapla eşleşemiyor, üstelik ses bir tık yüksek.... bir yanım "Geç işte!" diye dürterken ağırlıklı tarafım bir kararsızlık halinde! Mekana geçtiğimde müziğe daha yakın olacağım, şu an en az otuz metre uzağımda çünkü, değerlendirmesini yapıyorum ve kesin kararımı verip geri dönüyorum?
  

 


Yürürken kafamda alternatif mekânlar oluşuyor, karnım aç mı? emin değilim, bir an bir kahve mekânına gitsem diyorum ama fikrimin kenarında bile yok. Daha önceden bildiğim, yürüme mesafesinde, pidesini çok beğendiğim, daha önce de söz ettiğim yerde, geçen gün Yemek Sepetinde öylesine bakınırken menülerinde fark ettiğim pideden yesem mi? şeklindeki bir düşünce usuldan usuldan tırmalıyor beni. 

 



O esnada okuma bankıma, Babamın ağaçlarının altına varıyorum.***

Oturup öylece denize bakınca, kafamdaki alternatifleri beynimin derin alanlarına doğru şöylece bir iteliyor, kitabımı ve okuma gözlüğümü çıkarıyor, bir çok anıyı yaşadığımız ve paylaştığımız banka iyice yerleşiyorum. Kitabı çok seviyorum, bir erkek karakter var, o anlatıyor, ben okuyorum. Elbette erkek anlatınca içinde kadınlar da oluyor: ve ilişkiler de elbette. Öyle geniş bir yelpazede kadın erkek ilişkileri değil tabii ki; buradakiler Abinin yaşama bakışını yansıtan, onun gözünden ve fikrinden yaşananlar! Bir ara üzerine yazarım sanırım! Sonra toparlanıp kalkıyorum, çünkü uçağını bekleyen ve uğurlamam gereken bir yolcum var!

Vakitse daralmış durumda!

Pide fikri güçlenip güçlenip neredeyse Birayla aynı düzleme geliyor. Hayal Kahvesi'ne göz atıyorum; öndeki masalar bana uymaz durumda, yan sokak boyunca uzayan masalar cazip fakat boş yer yok, gibi... Devam ediyor, Mavi Pub bana uymaz diyor, Bomonti'yi geçiyor, Pasagge olur mu? fikrime egemen oluyor ve ona yönleniyorum ama vardığımda tahmin ettiğim ve gördüğüm gibi iğne atsam yere düşmüyor.

O halde istikamet Tarihi Bafra Pidecisi!****



Denizi geride bırakıp mahallemizin iç kesimlerine doğru yol alırken farklı noktalar aklımı çelmeye çalışsa, kafe türü bir yerde mi otursam gibi düşünceler geçse de kafamdan, sonuçta dışarıdaki, bulvara yakın masalarından birine oturuyor, kitabımı, çıkarıyorum. O ara menü geliyor ve göz atıyorum, içeride oturduğum sıcak olmayan mevsimlerde masama bakan genç kızı arıyor gözlerim ki yok, bir an el mi değiştirdi burası diye de düşünüyorum. Kararım net, menüyü getiren bey geliyor masama.

"Bir kavurmalı Görele pidesi lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Görüntüsü, lezzeti noktasında bir fikir veriyor, hamur incecik ki klasik pidelerde  bundan bir tık kalın olması gereken hamur, çıtır çıtır bir lezzet sunuyor. Aslında bu pidenin adı her ne kadar Görele olsa da aslında kendisini Çınarlık Pidesi olarak tanıyorum ben. Özellikle Atlı Spor Tesislerinin enfes ortamında, daha önce bir yazıda bahsettiğim üzere her zaman özel bir seçenek olarak var. İkisi arasındaki tek fark, şeklen: Orjinal Çınarlık Pidesi yuvarlak, bu ise görüldüğü üzere klasik pideye yakın bir formda. Güzel ayran eşliğinde tatlı bir mizahı da olan kitabın tadını çıkararak götürürken pideyi, bunun iç malzemesini Çınarlık adıyla nam pideye göre az buluyorum. Bir sonraki gelişimde farkını ödeyip içindeki kavurma ve peynir miktarını çoğaltarak denemeye karar veriyorum.

                                                                              ................

Keyifle geçen bir zamanın sonrasında Kitabı çantama atıyor, maskemi takıyor, ödememi yapıp biraz da hızlanarak eve doğru yürümeye başlıyorum. Bir çöp bidonun yanında duruyor, maskemi çöpe atıp yenisini takıyorum.

Bira hayalli gün pideye evrilse de mutluyum!

Biraz acele etmeliyim: Karasızlıklarım yüzünden enn sevdiğim yolcumu aktarmada uğurlayamadığım gibi iyi yolculuklar da dileyemedim. Elbette telefon aklıma geldi; ancak, çok telefon kullanmayan, uzun konuşmalardansa sonuç alıcı -net- bir üslupla kısa konuşmayı seven, yüz yüze konuşmalara alışkın ve bunu tercih eden, telefonda bir tek kişi dışında  çok az konuşan bir özürlü olarak özellikle mekandaki insanlar; dünyadan kopmuş, şu alemde sadece karşısındaki kadın varmış gibi coşkulu ve her zaman heyecanlı, ona geveze şu insanın konuşmasının tanıkları olsun istemedim.

                                                                                  .................



Yol üstündeki Migros'a uğrayıp eve varıyorum. Karantina odası olarak da kullandığım çalışma odasına üzerimdekileri bırakıp yeni kıyafetleri giyiyor, gerekli dezenfekte işlemlerinin ardından laptopta Flightradar'ı açıyor ve uçağı henüz deniz üzerindeyken yakalıyorum: Türk Hava Yolları'nın TK 2810 sefer sayılı Boeing 737'si an itibari ile 3500 feet'de 469 kts hız ile sorunsuz bir şekilde yola devam ediyor ki planlanandan 10 dakika önce inecek. Engiz hava sahasına girince iyice alçalmaya başlıyor TK 2810. Fotoğraf makinemi hazır ediyor, biraz sonra da pencereye yanaşıyorum. Solumdan yanıp sönen ışığı ile görüş alanıma giriyor 2810. Tam karşıma gelince de flaşı kapatıyor ve basıyorum dekalanşöre, bir kaç poz çekiyor, içlerinden sadece birini beğeniyorum.

Ve ekrana dönüyorum. O alçalmaya devam ediyor. Deniz bitmek üzere ve az sonra teker koyacak. Frenlere asılıyor Kaptan, hız hızla düşüyor ve 737 pist sonuna gelmeden taksi hızına erişiyor; sonra kıvrılıp geliş yönüne dönüyor ve usulca salonun önüne park ediyor.

Bir süre bekliyorum.

Telefon.

Tek tuş ve O.

Biz uzun ve gülümseyen kelimelerin arasında dolaşırken banttan gelmekte olan bagajını yakalıyor. Birazdan onu çok özleyen Çekik Gözlü Mavi Kuş'u ile kucaklaşacak.  Eve vardığında, henüz kapıya ulaşmamış ve onu açmamışken Benedict boynuna atlayacak. Diğer kardeşleri de etrafını saracak. 112'ciler yemek verdiklerini söyleyecekler. Sonra, telefonda uzun uzun sarılacağız...



Ve elbette...

 



Covid-19'u anacağız!





Devam yazısı Bira Takıntısı Hâlâ Sürüyor için buradan lütfen.

 

 



*Hay: Yüksek anlamındaki High.

 



**Radyo Z'deki yazı. için buradan lütfen!


***Babamın Ağaçları burada.

 

 

 

 



****Pideciden bahseden bir başka bölüm linkteki  yazının Dün Pazar ara başlığından sonra 

16 Eylül 2020 Çarşamba

Sabaha Basit Cümleler

Hava kapalı ama aydınlık. Sabah sakin. Günün pek güzel hallerinden biri, ufuk çizgisinden kafa kaldırıyor.

 Güneşin bugün yokum diyen hınzır tebessümü, orada.

Bir yük gemisi sol cenahtan sağa doğru usulca hareket halinde... Camdan giren serin, tazelik kokuyor. Deklanşörden gelen klik sesiyse bu anı hapsediyor.

Müzik dinliyor, blog yazıları okuyorum.

Ne yazık ki kahvem bitmiş! 

Domates iri parçalar halinde dilimleniyor. Bir de yeşil biber...

İnce ama büyük bir dilim ekmek teflon tavada.

Domatesler şöyle bir çevriliyor. Izgara edilmiş biber parçacıklarıysa şimdi domateslerin yanında... Karabiber, kekik ama nane esintili...

Eklendi.

                                                                                ...........

Önce yumurtanın beyazı...

Şimdi sarısı.

Biraz peynir...

Ve şimdi dinlenme zamanı!


                                                                           
                                                                                  ............

Manzaraya paralel masa.

Bilgisayar biraz öteleniyor. Menemen, kızarmış ekmekle birlikte ekmek tahtası, masada yerini alıyor.

Bir yazıda uzun kalıyorum: İçindeki ve çok hoşuma giden bir cümlenin altını çizen kısa bir yorum yazıyorum.

Dinlediğim albüm bitiyor.

Gözat'a göz atıyor, daha önce rastladığım ama yabancı sandığım albümü tıklıyorum bu kez.

Yakın durduğum bir tür değil fakat dikkatimi çekmeyi başarıyor. 

İçindeki bir şarkı antenlerimi dikiyor.

Paylaşmak istiyorum.*

Blog listesindeki taze ve duygu yüklü bir başka yazı okunurken içindeki hoşa giden ve bir tanım içeren cümle, bir kaç kelime eklenerek  yorum haline dönüşüyor.

                                                                              ................

Ne ilginç: Enn Sevdiğim Kadın da sanıyorum o meydanda!
                                                                          
                                                                               ...............

Albüm bitiyor.

Bir yazıya girişiyorum.

Fotoğrafları yerleştiriyor fakat eksik buluyorum. Eksik olanlarsa, yazının girişinde bahsedeceğim ve zamanda yürüdüğümüz bir noktanın.

Taslak olarak bırakıyorum.

Bir planım var!

                                                                              .............


Sonra şaşırıyorum.

Biliyorum ki yıllarca çok fotoğraf çektik. Ama neden bir tane bile bulamıyorum ve var sanırken; blogda onca yazı içinde sadece iki yazıda birer cümleyle söz etmenin dışında O'na dair bir şey yok?!.

O, çok özel bakkaldan söz etmek istiyorum.

Ve onun köşesinden inen ve O'na giden yoldan.

Yüz yıldan eski ve ben için, bizim için çok kıymetli, pek çok popüler ve bilinen ve de görkemli yerleşimin önüne koyduğumuz, bir bebek tadında sevdiğimiz bu olgun ve dünyada çok azı kalmış nokta üzerine yazarken; defalarca geldiğimiz 4000 yıllık coğrafyanın fotoğraflarını eklemeden ve ondan söz etmeden yapamam, yazmamalıyım, diye düşünüyorum.

                                                                           ..............

Bir umudum var ama!

Enn Sevdiğim Kadın hafta sonu dönüyor.

Oysa ki ben için hep buradaydı.

Şu telefon ne güzel bir şey!

                                                                             .............

Kahvem var!

*

12 Eylül 2020 Cumartesi

Biri AKSİYON mu dedi?

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu. Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında bir araya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını...

Aksiyonlu Günler... Umur -2010

Bugünkü siyasal sıkıntılarımızın, demokrasiden ve parlamenter sistemden ayrılmamızın, yüzde onluk seçim barajı  ile başka bir çarpık düzenin oluşma adımlarının atıldığı, azınlığın "demokrasiye" hakim olabildiği, katılımcılıktan uzak, sorgulanabilir olmayan, halkın değil de yönetenlerin iki dudağından çıkan sözcüklerin yön verdiği ucubeliğe geçişin tohumlarının atıldığı günün yıldönümü!

                                                                                  .................

 Sabah 09.08

Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Güzel de bir filtre kahve. Kahveme devam ederken yazılarımda dolaşıyorum. Bir başka yazı planlıyorum ama gün öyle sakin ve huzurlu ki yazmıyor, okumaya, kendi zamanlarımda dolaşmaya başlıyor, iyi ki blog yazmaya karar verdim ve iyi ki de bu yazıyı yazmışım dediğim, bir bölümünü yukarıda paylaştığım yazımda kalıyorum. Onun altındaki yorumlar, en çok da o yorumlardaki şu cümle "Acı, çok acı ama, çağın tanığı olanların bunu paylaşması tarihe karşı da bir sorumluluktur." tetikliyor beni.


Yeni nesil gençleri çok seviyorum. Merak edenlerini ve okuyup yazanlarını, soran ve sorgulayanlarını, konu ne olursa olsun hayranlıkla izliyorum. Sonra bir adım ileri gitmeye, bu yıldönümünde, yaşandığından 39, yazıldığından 10 yıl geçmiş, bir bölümü yukarıda paylaşılmış kapsamlı tanıklıklar ve yaşanmışlıklar içeren, her birinin altındaki linkin bir sonrakine götüreceği: şu hayatta yaptığım en yararlı işlerden biri olduğunu düşündüğüm, dört bölümlük, hayatımın en özel, en aksiyonlu gününü ve dönemi anlattığım, bir yandan da sorgulayan yazımı -okumamış olan ve o günleri ve insan hikayelerini merak edenler için- son kez paylaşmaya karar veriyorum:

Aksiyonlu Günler... Umur 1.Bölüm

5 Eylül 2020 Cumartesi

14 Dakikada Şarap Menü

Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!


                                                                                  ****

Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.

                                                                               .................

Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!

Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!

Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.

Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.


Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....


Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.


Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.

Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı.  Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.

Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.

                                                                              .................

Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.


Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.

Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar  acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
                           
                                                                                ..................

195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.

Sonrasıysa... 

iyilik, güzellik!




 *CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL

*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!

2 Eylül 2020 Çarşamba

Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

"Bir Amerikano lütfen."

"Bir de elmalı, tarçınlı, ballı kek lütfen."



                                                                                   .................

Güzel okuma Pusula'nın ardından her zaman olduğu gibi o mu bu mu kararsızlığı yaşıyorum. Günün çalışma saatleri bitti, dükkanı kapatıyorum. Yeni kitap için çalışma odasına geçiyor kitaplığın okunmayanlar bölümüne göz atmaya başlıyorum; o mu bu mu anının keyfini yaşarken  ara sıcak  fikriyle daha ince kitaplar arasında dolaşıyor, 176 sayfalık, kapağından anlaşıldığı üzere müzikli ve yine tanımadığım bir yazarın kitabını alıyorum raftan. Salona geçip kanepeye uzanıyor, gizem bağıran, uyanıkça yazılmış önsözünü okurken ardındaki hınzır gülümsemeyi de fark ediyorum.

O görmezden gelinen millet, başlıklı birinci bölümü geçip 14. sayfaya  kadar geliyorum ki onun üst başlığı da Ne olur gerçeği dinle! Bu kısa sürede de kitapla aramda kuvvetli bir bağ oluşuyor, seviyorum. Hatta Pusula'nın altındaki cin yoruma bu kitabı kastederek;   

Bu kitabın ardından başladığım kitap!

Bu kadar mı olur, dedirtiyor: yine bilmediğim ve ilk okuduğum biri, elim gitmiş; "mevzubahise, yani müzik kısmına şahane bir katılım yapıyor," ipuçlarını vererek... çekiliyorum."
  şeklinde bir yanıt yazıyorum.

Gizemli, farklı üslubuyla ve de şaşırtıcı kurgusuyla yazar Lev Matvej Loewenthal etkiliyor beni. Güçlü kitap Pusula'nın ardına gelmesini de kitap meleğimin beni hissediyor olmasına yoruyor,  şansıma seviniyorum. Fakat bu arada, zorlu ve geri dönüşlü bir okuma olacağını, şiddetle öneriyorum sözcüklerini kullanamayacağımı da hissediyorum.

Gönlümse zihinsel bir yorgunluk istemiyor, yoğun mesainin ardını lay lay lom ve emeksiz geçirme fikrinde. Kapatıyor kitabı açıyorum üyesi olduğum portalı, BBC First'de ne var ne yok diye bakarken yeni olduğunu düşündüğüm, bilmediğim ve adından hareketle komedi olduğunu sandığım bir dizi ile karşılaşıyorum ki başlama saatine henüz var. 3.bölümü olduğunu görünce de nasıl fark etmemişim diyerek, zamanda geri gidip birinci bölümünü arıyor, bunun zaman alacağını düşününce de portalın tekrar izle bölümüne geçiyor ve 2017 yapımı bu dizinin 3.sezonunun 12 bölümünün bana gülümsediğini görüyorum. Kısa özetin cümlelerine göz atınca da aramızda şiddetli bir aşk kıvılcımı oluşuyor... Ve birinci görev için Nepal'deyiz! Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere 2017'den bu üzümler için özel tasarlanmış, Paşabahçe-Nude serisinden bir kadehe bir miktar koyuyor, onu da kısa süre için buzdolabına, kadehin ağzını kapatarak serinlemeye bırakıyorum. Bu üzümler söz konusu olduğunda Buzbağcı* olan ama Tekel özelleşince de Kayra Buzbağ Rezerv'in başarılı bir kupaj olduğunu düşünen ben yemekle değil de aperatif fikri taşıdığında şarap: Kav'ın bu şarabının -eğer şişe bitirilmeyecekse- kadehte biraz havalandırıldıktan sonra içimini keyifli bulduğumun da altını çizmek istiyorum, yeri gelmişken.


Nepal'de deprem sonrası bir yardım için bulunuyoruz. Bu arada bölük ile tanışıyoruz. İlk anda seviyorum kendilerini. Çekim ve elbette sahne düzenlemeleri muhteşem, çok da başarılı bir reji ki bir film izlemiyor bizzat içine dahil oluyorum. Üstelik ilerleyen bölümlerden birinde bir Katmandu turu bile atıyoruz. Velhasıl-ı kelam diziye bayım bayım bayılıyor ve hayatımda ilk kez, Saga'yı iki bölüm üst üste izleme hallerim dışında ilk kez bir dizinin 6 bölümünü aynı gecede izliyorum. Nerelere gitmiyoruz ki ve yakın tarihten hangi terör grupları ve ateş altındaki ülke yok içinde...


İyice kanka oluyorum bölükle, heyecandan heyecana sürükleniyor, arada bir gülüyor, arada bir siperin ardında ter döküyor, uyuşturucu kaçakçılarının hakim olduğu muhteşem nehirlere ve Güney Asya doğasındaki güzelliklere hayran kalırken bir yandan da canımın derdine düşüyorum. Bir yanıyla da bunun Amerikan değil de İngiliz dizisi ve askerleri ve elbette BBC yapımı olmasına seviniyor, sempati duyuyor, nispeten tarafgil olmayan politik üslubunu seviyor bunu kendi okumalarımla sentezliyor, aynı düşünmediğimiz yerlerini ayıklıyor, kaliteli ve heyecanlı bir diziyi soluksuz izlemenin tadını çıkarıyor ve üç akşamda bitiriyorum diziyi! Elbette ki Emperyalizmin gülücük dağıtan güzellemeleri var, ne kadar yardım sever, ne kadar kollayıcı politikalarla oralarda oldukları masalını gözüme sokuyorlar lâkin bir yanıyla da terör gruplarının baskısı altındaki yoksul ve sivil halk gerçeği var. Solcu ve insan yanımı şöyle bir kaç adım uzağıma yolluyor, düzenin içinde yoğrulmuş kimliğimle dizinin keyfini çıkarıyorum.

                                                                                      ............


Kitapla arkadaşlığımız ise epey sürüyor, bazen geri dönüyor, sayfalar arasında bazı yerleri arıyor, onu, o an okuduğum sayfadaki durumu netleştirmek için buluyorum. Belki ara vererek okumanın sıkıntısını yaşıyorum, bilmiyorum. Ama yazarın beni zorlamış olsa da başarılı ve sıradan olmayan zengin dokundurmalı, ufuk açıcı bir polisiye yazdığını düşünüyorum ki bunun bir polisiye olduğunu anlamam ve kabul etmem zaman alıyor! Sonra her şey yerli yerine oturuyor: Bu kitabı mesela Enn Sevdiğim Kadın okusa, başladığı gibi bitirir, eminim ki çok tat alır, kolayca anlar ve anlatılanı kavrar, ve daha kesin cümlelerle bir anlatım bütünlüğü kurardı hakkında. Demem o ki bir kenara atmadan en çok iki gün içinde bitirmek ve biraz da emek vermek gerek!


Bir akşamüstüyse dükkanı kapatınca atıyorum çantama kitabı, çünkü onunla olmayı seviyorum. Küçük bir kitap gibi dursa da ben için zengin ve kocaman, müziğe dair çok bilgi var, tarihsel anlatılar, meraklandırıcı durumlar, üslup sanki 176 sayfalık bir kitap değil de en az beşyüz sayfalıkmış gibi doyurucu...

Açık havadayız, girişte siparişimizi verdik, hazırlanmasını bekledik, dışarıda, yola biraz uzak, denizi gören, yan sokağın sakinliğine teşne masaya oturup kahvemizi ve pastamızı masamıza yerleştirdik. Bölüm başlıklarına bayılmaya devam ederken gülümsüyorum... Mesala Oldukça tuhaf bir tahkikat!  Mesela, Tamam Müfettiş umutsuzluğa kapılma! Ve mesela, İşte şimdi yaratılanların ruhu kozmozun armonisiyle akorlanıyor viyolasında...

Bu arada Kahve Dünyası'nın elmalı, ballı, tarçınlı keki muhteşem: şekersiz Amerikano ile de rüya gibi. Bu tatlara karışmış kitabın tadıyla güzel yaz akşamının denizle buluşmuş serinini çekerken içimize, On İkinci Nota ile ben:  bu zorlu kitabı başarıyla çeviren Betül Parlak'ı da anıyoruz. Dip notlar şahane, Kudüs'e, Budapeşte'ye, Prag'a, Tel Aviv'e uzamak... Yahudi geçmişin derinliklerinde dolaşmak, Roma ve Paris'te aynı anda düzenlenen konserde Rachmaninoff çalınırken iki virtüözün düellosuna tanıklık etmek; kahve ya da hoş bir şarabı kitap ile birlikte, onun dünyasını dolaşarak yudumlamak muhteşem. Ve ayrıca Bomba, tablolar, Terezin gibi haller... kurmacadaki bulmacaları usul usul çözme, yazarın okurla konuşma anları çok çok farklı, ben için zorlu ama lezzetli ve hatırlanası bir okuma haliydi ki bir gün baştan sona hiç ara vermeden ve yeniden: sıfırdanmış gibi okumayı düşünüyorum.

Roma Müzik Parkı Konser Salonu, Paris, Paris Filarmoni, Villette Parkı?

Karmaşık bir mekanizma: bomba?

Paganini'nin Bir Teması Üzerine Rapsodi (24 Numaralı Kapriçyo)!

Kurmacacı bir yazar!

Daha ne olsun...


*Buzbağ Şarap!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP