17 Temmuz 2020 Cuma

Adopte Un Veuf*

Önceki Gün Akşamüstü

Üyesi olduğum portalı açıyorum, saat 20.30'da Liverpool maçı var, onu işaretliyorum ki bana hatırlatsın. Sonra, hazır kanepeye uzanmışken kalkma bir de film izle sen, diyorum. Sonuçta bir bayram günü! Tıklıyorum favori listemi. Fazla uzağa gidemeden bir afiş "Ben," diyor. Açıyor, bilgilerine bakıyorum: Dram yazıyor ama bana hiç de dram gibi gelmiyor. Önce vazgeçer gibi oluyorum, hatta nette arıyorum fakat üzerine neredeyse hiç yazı bulamıyorum. Hatta düzgün bir afişini bile zor buluyorum. Aldığı puanlar vasat. Vazgeçmek üzereyim. Maça kadar vakit geçirirsin işte, diyor içsesim.

Ve tık!

Artık geri dönemem, sıkarsa dönerim ama!


Jenerik hoşuma gidiyor, yazı karakterlerini şık buluyorum. Bir yazı yazarsam bunun altını çizerim, diyorum. Sonra ana karakterle tanışıyorum, yorgun bir ihtiyar. İçim kararıyor, şu dram vurgusu kafamı tırmalıyor ve vazgeçer gibi oluyorum.  

Tamam, afiş komedi çağrısı yapıyor ama biliyoruz ki mutlu mutlu gidip de sonunda hüzün gölüne ulaşan filmler de var.

Görüntü yönetiminden etkileniyorum; Paris güzel, dış sahnelerden de çokça var, sonra ekmek satan dükkan, ekmek satan dükkandaki boşboğaz abla, Abinin can arkadaşı renkli kişilikler. İzliyorum. Bir kız çıkıyor ortaya, şu afişte ortada olan.

Aşağı yukarı tahmin ediyorum. Mesela sinema yazıları yazdığım, az da olsa profesyonelce baktığım dönemlerdeki ben "Bırak ya," dese de, "Dur bir bakayım yahu," diyerek devam ediyorum. O ara içimdeki Ukala da  kafayı uzatıp, "Al işte genç kadın, yaşlı adam, klişe..." falan deyip kasılsa da ben yine de devam ediyorum. Henüz beni yoracak hiçbir şey yok filmde.

İstediğim de bu değil miydi?

Tereddütlü evreleri çevre ile ilgilenerek -filmdeki çevre ile yani- savuşturuyorum. Kalk, bırak falan gibi sözel eylemler yapan uyarıcılardaysa an itibari ile tık yok. Ya umudu kesip ne halin varsa gör, dediler, ya da film onları ele geçirdi.

Çılgınlık, sızmak, renkler, üstelik orada, yaşından başından utan, denilesi haller hadi diyelim ki klişe

Tamam klişe de, her klişenin de kendince verdiği bir duygu yok mu? Ve bu duygu onu farklı kılıp bir beğeni, bir sıcaklık yaratamaz mı? diye, ortaya iki soru atıyorum. 

"Çok da hoşuma gidiyor ki..." diye başlıyorum yanıtıma, ama sanki duvara konuşuyorum. Muhalifler tam siper! 

                                                                           .........

Sonra gelişmeler gelişmeler...

Hoşluklar hoşluklar.

Soldaki genç kadın bir hastanede görevli, bir tatlı ergen de var; çok tatlı ama. İyi oynuyor, esprili ve diyalogları gülümsetici.

Filmin sıcaklığı, yakınlaşmalar, ilişkiler, kucaklayıcılık ve de bağlayıcılığı falan derken... bir bakıyorum ki hayattan kopmuşuz.  

Onlarla gülüp onlarla ağlayacağız, neredeyse.  

Hep kazansınlar ve mutlu olsunlar istiyoruz.

                                                                             .........

Yerim çok rahat ve hiç de kımıldayasım yok.  Serotonin damlacıkları yağıyor gökten.

Maceraysa macera!

                                                                               .........

"Şimdi zamanı mıydı peki, senarist efendi: her şey yolunda giderken, filmle kucaklaşmışken, oh ne âlâ hiç üzülmüyoruz derken, mutlu mesut tam da istediğimiz gibi bir film rahatlığındayken, bu yaptığın iş mi şimdi?"

Derken tam...

Kalemin mürekkebi bitiyor!




*Google bu kez tam anlamıyla saçmaladı çeviride ki ben bile anladım ve yazmadım;)

**Filmin Türkçe Adı ise Tuhaf Kiracılar.


13 Temmuz 2020 Pazartesi

İstikamet Alacahöyük

 1.Bölüm-Rüya/Hattuşa

2.Bölüm-Boğazkale

Sağa direksiyon kırdıktan sonra sanki yeni bir kapıyı açtık; o kapıdan girince de yeni bir eşiği geçip zamanda bir kez daha sıçradık ve usul usul göğe yükselip onunla paralel yol almaya başladık. Doğa değişti ve biz sanki çok katmanlı zaman dilimlerinden, seçmediğimiz ama bizim için seçilen birinin içindeyiz. Sonsuzca bir ıssızlık... Yeşilin tadı farklı, gökyüzü bin yıllar öncesi renginde, taşın toprağın hali de bir başka dünyayı yaşıyormuşcasına mat, madeni ve ıslak. Bu yolu kestirme yapmış kamyonlarla ıssızlığa göre çok, ama seyrek karşılaşsak da sanki onlar başka bir dünya, başka bir zaman dilimindenler ve biz de o zaman dilimlerinde yol alan bir Mavi Kuş ve içindeki iki insanız. Ürpertici!..  Bir başka gezegendeymişiz tadında, tadı da çıkarılası bir maceranın fragmanındayız sanki.

Hani lastik patlasa ve arabadan çıkmak zorunda kalsak, dış atmosferdeki koku ve hava bile farklı gelecekmiş gibi bir hisle ve hissin tadını bir macera kitabının karakterleri gibi oyuna çevirerek, yeni bir zaman sıçramasıyla da bugüne dönerek, otuz beş kilometrenin nihayetinde varıyoruz; küçük ama çok şirin köy Alacahüyük'e.

                                                                                     ***

Müze alanının hemen kenarındaki küçük yeme içme noktaları, hediyelik eşya dükkanları sevimli. Ve aslında bu köyün ilçesi, çok kere geldiğim, buraya yaklaşık 15 km. mesafedeki Alaca da sevilesi: Hani buralara kadar gelinirse ve imkan varsa bir uğransa ve görülse, diye de düşünüyorum. Fakat son durumunu bilmediğim için de günümüze benzemiş olma ihtimalinin  altını çizmek istiyorum.


Alacahöyük benim için çok anlamlı, onla bağım özel. Ucu ilkokul çağlarıma dayanıyor. Oradan çıkan pek çok buluntunun Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde olduğunu, Atatürk'ün ilk kazı parasını cebinden verdiğini ve literatüre geçmiş ilk Türk kazısı olduğunu da biliyorum. İlk kez gördüğüm bu alanda hiç de yabancılık çekmiyorum; burada yaşamışcasına bir duygu bağım var... Ağaçlar arasındaki müze binasınaysa bayılıyorum. Raylarla bağım zaten kuvvetli ki bu dekovil hattı da bizzat Atatürk'ün verdiği para ile yapılmış ve hâlâ o.  Sahanın aktif  bir kazı alanı olmasıysa pek hoş... Hoş olan bir şey daha var ki o da birinci yazıda  Hititlerin en büyük tanrılarından ve bir tanrıçadan bahsederken adını geçirdiğim Arinna şehrinin burası olması. Bir kesinlik midir bilmiyorum ama bir dönem Hattuşa'da kazı yapan bir Alman arkeologun elde ettiği bulgularla buranın o şehir olduğunu söylediğini, okumuşluğum var.


Sfenksli kapıdan geçip yürümeye devam ediyoruz. Ediyoruz da görünüşte Hattuşa'dan küçük duran burası akıl karıştırıcı bir yer. Dört kültür evresi ve onbeş katman olduğu söylenmekte... Birinin yok olup ya da yok edilip diğerinin kurulduğu onbeş katman! Hesap etmekle uğraşmadım ki tavsiye de etmem. Her bir katmanın yok olması ve üzerine yeni bir inşa, hımmmm, kentsel dönüşüm?! Bin yılların katlarıyla hesap edilebilir mi bilmiyoruz. Aklı zorlamanın da bir alemi yok deyip, devam ediyoruz.

Ve şahane bir sürpriz...


Bir kazı noktasındayız. İğneyle kuyu kazılıyor. Bir mezara ya da bir ölüye ulaşıldığını sanıyoruz. Hocayla selamlaşıyor enn sevdiğim kadın. Öğrenci gençler titizlikle eşeliyor toprağı... Girerken okula hayal ettikleri bu muydu acaba? Seviyorlar mıdır, pişman mıdırlar, diye merak da ediyorum ama Hocaya da ayıp etmek istemiyorum.


Kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu... edindiğim bilgiye göre 1997'den beri kazı çalışmaları onun başkanlığında yürütülüyormuş. Bu arada kazı alanında bir mezar kazılırken, yandaki sokağın kenarındaki binada da bir cinayet işlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Cenaze birazdan kalkacak. Bir Ahmet Ümit efekti katasım vardı yazarken aslında da akıllı uslu yanım ciddiyete davet ediyor.


Bir höyük olduğuna göre bir kaç kat olabileceğini düşünmüştüm aslında, ama onbeş kat beni aştı. Bulmacayı çözmeye çalışıyorum. Daha çok da kafayı tırlatmaktansa işin eğlencesine kaçıyorum. Üstelik 1800'lerin ilk yarısında keşfedilmiş Alacahöyük; Bay Hamilton tarafından. Sonra 1910'da ufak bir kazı yapılmış ve bir taş balta bulunmuş ki o kazıyı yapan da Bay Thompson'mış.

Cumhuriyet'in ve elbette Atatürk sayesinde yurt dışına, Sorbonne'a gönderilen felsefe mezunu Rıza Alış Oruk'un arkeoloji eğitimini tamamlayıp yurda dönmesinin ardından 1935 yılında Hamit Zübeyir Koşar'la birlikte  kazılar başlamış. O sıralar köy son katman olarak bu alandaymış ve kazı başlayınca Atatürk'ün emriyle alanın dışına taşınmış. 


Poternler tam bizlik; buradaki hem uzunluk olarak güzel hem de birbiri ile kesişen kavşakları var. Tam saklambaç oynanmalık. Bu köyün çocuğu olsaydık mesela, ne şavaşlar yapardık bu alanda. Biz de boş durmuyoruz tabii ki... Çok eğleniyoruz. Poternler için biraz cesaret gerekiyor sanırım, çünkü yığma ve taşların birbiri ile harç bağlantısı yok, üstelik üzerlerine tepeler oluşturularak gizlenmişler; ya çökerse korkusu geri adım attırıyor bazılarına ama, biz zaten delisiyiz. Fakat öyle serinler ki...  Çok seviyoruz alanı, sevimli bir ören yeri, ahşap döşeli yürüme yolları çok hoş. Uzun mesafeler yürümek gerekmediği gibi yükseklere de çıkmak gerekmiyor; derli toplu ve tabii ki Hattuşa'ya göre küçük, kolay bir alan.


Varıyoruz önemli kişilerin mezarlarına ki bunlardan altı tane var aynı yerde. Şahsen çok beğeniyoruz, hem yer olarak, hem de üzerlerinin camla gayet hoş kapatılmış olmasını... Mezar içleri elden geldiğince korunmuş. Nasıl gömüldükleri ve yanlarına neler koyulduğu konusunda fazlası ile fikir veriyor. Tabii ki dualarımızı  da ediyoruz. Sonuçta aynı toprağın insanlarıyız, aramızda kaç bin yıllık yaş farkı olsa da, komşu illerden olsak da aynı toprakları vatan bilmişiz.


Ağaçlık alandaki Müze binası çok kere elden geçmiş sonunda da yeni bir tane yapılmış ve 2011 yılında da yenilenmiş. Bu yenilenme özünde fazla değişiklik yapmamış olmalı ki bana eskinin tadını veriyor. Çok sevdim kendisini. Salon adları emeği geçenlere saygı anlamında kazı başkanlarının adlarından seçilmiş. Fotoğraf çekme arzunuzun tavan yapacağı, tüm fotoğrafları kullanmak isteyeceğinizse mutlak.  Ben, gönül hepsini kullanmak istese de önemli sembollerin olduğu tek kare ile yetiniyorum. Şu geyik çocukluktan beri, öğretmenimiz burayı aklımıza resmettiğinden beri benim için önemli. Çünkü aynı zamanda Anadol marka yerli otomobilin de amblemi ki bana her zaman Alacahöyük'ü çağrıştırıp hayal ettirmiştir.


Hemen giriş katındaki bölümde Atatürk'ün bu konulara, yani arkeolojiye ve tarihe verdiği önemin altını çizen cümlelere rastlıyoruz. Maketse sahada görüp de hayalimizde resmettiklerimizin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. İnsan bir ikilemde de kalıyor: "Aaa ne güzel," diyen çocuk yanım bayılsa da, bu makette ortaya koyulan şehir içimden bir fesat çıkarıyor ve bu fesat bunu yapanın yüceltici bir tavır sergilediğini, biraz da bilim kurgusal bir güzelleme yaptığını düşünüyor. Şüpheci akıl böyle düşünse de kalp yapanın duygusunu anlıyor, ona inanıp, "Vay be," demek istiyor. Sempati ve bilimin sundukları her ne kadar  uyum içinde bir inanç yaratsa da insan, gerçeğini şüpheye yer vermeyecek biçimde netleştirmek istiyor. Ne demişti ünlü kimyacı Lavoisier: "Hiçbir şey yoktan varolmaz varken de yok olmaz!" Bir gün birileri ışığın hızını kat be kat aştığında, gerçeğe ulaşacaktır mutlaka...  Rabbim ömrümüzü uzun eylesin yeter ki.


Vedalaşıyoruz güzel anlar yaşadığımız müze ve ören yeriyle. Ama öncesinde kafaya taktığım verandasında, kadim ağaçların serininde buz gibi kolamı içiyorum. Çıkınca ana kapıdan hemen karşısındaki bir hanımefendinin işlettiği, hediyelik eşya satmanın yanı sıra  kafe de olan mekana geçiyoruz.

"Bir sade, bir de orta kahve lütfen."

Hemen karşıda, ören yerinin duvarının dibindeki pınar ve elbette ki yazı ilk andan beri gülümsetiyor bizi: Stres Giderici Su. O aralar stresi olan bir tanıdığım var, erkek kardeşim, bunun altını hep çiziyor, üstelik de doğal sular merakı sürekli yükseliyor. İş seyahatlerinde Doğu Karadenizin değişik doruklarından şişe şişe sağlıklı su getiriyor. Bu haliyle de büyük dayıma benziyor. Dolduruyoruz şişeleri; içecek ve stresleri püf diye yok olacak sevdiklerimiz için.


Bir küçük tur atıp,  köyün tadında, çok da hoş bir çardağı olan kazı evi ile rastlaşıp vedalaşıyoruz bu şirin köyle. Çorum'a kadar durmak yok, oradaysa yemek yiyeceğiz; elbette Katipler Konağı'nda!.. Bumbar dolması ve şuruplar kesin de ona başka neler ilave olur şu an bilmiyoruz. Çıktığımız ana yol oldukça yoğun ki hem Doğu Anadolu'dan hem de sınır ötesinden gelen trafik bu yolda... Zevkli bir seyir, manzaralı, genişce ve çok şeritli bir yol. Küçük bir göl ses ediyor; çağırdı bizi, uğramadan geçmek olmaz. Pek şirin yamacının tepesinden seyrediyoruz. Pikniğe gelmiş bir kaç aile var, mangallar yakılmış. Biraz nefeslendikten sonra vuruyoruz yeniden yola.


Çorum'a varınca görüyoruz ki hafta sonu kalabalığı bayağı... Ana bulvarda ağırlıkla genç kalabalığı, yeme içme alanları yükünü almış, iğne atsan yere düşeceği şüpheli ki tam da piyasa saati. Bir de park edecek yer bulabilsek!.. Ara sokaklara dalıyoruz ama nafile, park edip yürüyeceğiz Konağa, niyet bu. Bulamayınca yürüme mesafesinde bir yer, belki umuduyla yöneliyoruz Konağa doğru ama o tarafta yol tek şerit ve kalabalık fena, saat de günün yoğunu... Vazgeçiyoruz. Çıkıyoruz yeniden Samsun asfaltına, bir benzinliğin beğendiğimiz pastanesine uğruyor, atıştırmalık bir şeyler alıp, şekerlemelerinden ve lokumlarından paket yaptırıyoruz. Çorum coğrafyasında olup da leblebi almadan geçmek olmaz... olmamalı da!

Varıyoruz Çakallı'mıza, Menemen Cennetimize yani! Çekiyor kaptan Ünal Menemen'in önüne. Çok açız!  

"İki kişilik menemen lütfen."

Karışık turşu ile geliyor önden; biraz zeytin, biraz bal, biraz da tereyağı. Yöreye özel ekmeklerse banmalık;  pofuduk ve dumanları üstünde...

Geliş yönünden sayarsak Samsun'dan sonra Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Sarp'ı geçip Gürcistan'a, oradan Ermenistan, Azerbeycan, Rusya derken dünyanın öbür ucuna ve hatta Sibirya üzerinden Amerika'ya giden kocaman yolun en uğranılası noktalarından birindeyiz; asıl uğrak yerimiz karşı şeritte olsa da bu yöndeki en iyi menemen -aklınızın bir köşesinde bulunsun- bu mekanda.

Çıkarırken menemenin tadını ekmeği bana bana, kokuyorken ortalık miss gibi tereyağı, zevkten uçuyorken damaklarımız, bir tüyo daha vermek elzem, tam da buradayken: Eğer gidiş noktanız saydığım şehirlerse, bu menemen noktasını geçtikten sonraki ilk virajdan önce sağa, Atayolu tabelasının işaretlediği yöne  saparsanız, Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongrelerine gittiği yolu kullanmış olacaksınız ki şu ankinden önceki iki kıymetli başkanın eseridir. Ve hatta o yola dönmeden önce aynı kavşakta sola dönerseniz ve mevsimlerden kazsa, yine eski başkanın kazandırdığı Taşhan'da, kaz tiridi yiyebilirsiniz! Önceden aramaktaysa fayda vardır! Sonrasında manzaralı Atayolu'ndan tırmanarak Mamur Dağına, en tepe noktasındaki eski Amerikan Radarı'nın SSCB'yi gözlediği tesislerinin önüne varırsınız ki soğuk savaş dönemini anlatan bir müze olarak -cihazları ile- kalması gerekirken ne yazık ki ufuksuz yeni başkan döneminde yıkıldığı için toprağının önünden devamla -eğer Samsun'u es geçecekseniz de- şehirlerarası yola tekrar bağlanırsınız... 


Ve bir gün bir bakarsınız ki şu satırları yazan "yazar" özentisi; hem bu radara yapılmış bir ziyareti, hem de dağılma aşamasına az kalmış SSCB'den gelecek bir saldırıya karşı savunma stratejilerimizi, planlarımızı; yılların ötesinden, henüz tımtıfılkenli zamanlarından, ve göreve özellikle seçilmiş olmasının havasını da atarak ve bizzati sahada tanık olduklarını, yaşadığı anları bloguna taşımış!

"İki çay daha lütfen."


31.07.2016  


9 Temmuz 2020 Perşembe

Boğazkale

Öncesi

Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.

Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!


Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın  merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.


Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor...  Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.

"Üç su lütfen."

"Üç de şu gofretten lütfen"


Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.


Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!


Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla  dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.

Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda  buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...


Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!

Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss  kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek."  Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.


Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba! 


Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini. 


İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin.  Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla!  Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*  
  
Meydana doğru yürüyoruz.  Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını. 


Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu.  Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde! 

Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.

Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.


Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.

Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.


31.07.2016


* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta, 



Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Tout Le Monde Debout*

 Dün

Güneş az önce doğmuş ve odama vuruyor. Ona uyanıyor ve  sabah mahmurluğundaki ısıtıcılığına gülümsüyorum. Başucu bardağımdan bir yudum su içiyor, yeniden kafamı yastığa koyuyor, tavana da gülümserken gün içi planları yapıyorum: Peynircime uğramalıyım, kahvaltı için de sıcak poğaçalar hayal ediyorum. Türkan'dan aldırabilirim!..

Yataktan çıkasım yok, sağımdaki yastıktan sarı kapaklı tuğlayı alıyorum; geldiğim sayfa sayısı nedeniyle gülümsüyorum. Gülümsememi dürten şeytansa sanki dostummuş gibi bir tonlamayla, "Hayatına iki kitap daha katmış olabilirdin, aynı sürede," diye bir cümle sarf ediyor. Oltaya gelmiyorum...   

Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var. Televizyonunu sıklıkla izliyor, ülkenin değişik yerlerindeki meydanlardan yaptığı açık hava konserlerine ve o konserler esnasındaki drone çekimlerine bayılıyor, dolayısıyla da kendisini görmemiş olsam bile yapıları, şehirleri, kültürleri ve yaşamları ile ilgili canlı ve görsel bir hafızam var.

Kitabın satırlarındayken ve yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum. Çoğu zaman da; kitabı bıraktıktan sonra mesela, neden  yazmaya 10 yıl daha erken başlamadım, diye, hayıflanıyorum. Biriktirdiklerimi, iş için bile olsa anlatılası coğrafyalara yaptığım sık seyahatleri, tanıdıklarımı ve tanık olduklarımı yazmalıydım, diyerek, iç geçiriyorum.

Bir süre sonra da kitabı bırakıyor, salona geçiyor, camları açıyor ve denizi salona dolduruyorum. Hemen üsteki damlalıkta artık yeni nesil kuşlar var. Kusura bakmasınlar ama tatlı oldukları kadar da gevezeler. Sonra blogumu açıyor, gelen yorumları yanıtlıyor, son yazımın devamı olacak olan için yerleştirdiğim fotoğraflara üç paragraf ekliyorum ki normalde bugün yayımda o olacaktı!

                                                                                   ***

Sonra akşam oluyor, mesaim bitiyor, son verileri kaydediyor, kısa bir atıştırma sonrası televizyona biraz bakıyor, daha serin olan yatak odama geçip uzanmak ve kitabıma devam etmek istiyorum. Bir can sıkıntım var, sabahtan... Bir bardak su ve az önce soğutulmak üzere dolaba koyulmuş bir kadeh şarapla birlikte geçiyor ve kitabı elime alıyorum:

Uyku emareleri yok, taktığım mesele yüzünden kitap da yürümeyecek belli. Dönüyorum salona, dizilerde de aradığımı bulamıyorum ve favorilerime eklediklerime geçmeden önce filmlere şöyle bir göz atıyorum. Bir afişte duruyorum. Aldığım sinyaller güzel, üstelik komedi yazmışlar. Âlâ.  



Sen Komedi misin Peki?



Oyuncuları tanımıyorum. Yönetmeni bilmiyorum. Filmden de haberdar değilim. Afiş ve ondan geçen hoş bir duygum var. Hepsi bu! Erkek oyuncudan Alain Delon efekti alıyorum sadece...**

Giriş izleyiciyileri tam anlamıyla filme hazırlıyormuş meğerse! Zengin bir ailenin çocuğu, orta yaşı sayısal olarak tüketmek üzere, kadınlara ilgisi tümüyle bedensel, yaşlanma kaygılarını da sporla ve arabasıyla halleden ve yaşamla ilgili zevkleri şık, yakışıklı bir adam.

Spoiler vermeden yazmaya çalışıyorum ama uzun uzun anlatma arzumu ve aldığım tattan taşan coşkumu frenleme konusunda epey zorlanıyorum, bu da biline!  

Film ilerledikçe oyuncular oyuncu olmaktan çıkıp sahici oluyorlar. Bir gerçek an duygusundayım, film çekip alıyor beni, artık onunlayım. Üzüldüğüm anlar var, güldüklerim var. Bazen alkışlamak istiyor ve bazen de dürtmek... Bazen korkuyorum! Bazen talep ediyor, bazen çüşşş, diyor, bazen "Ya öyle bitmezse!" diye ürküyor, bazen de ileri sarsam da kaygılarımı gidersem, diye düşünüp müdahale etmek istiyorum.

Öyle sahneler var ki ve öyle anlar... öyle işte!

Mesela sekreterine bayılıyorum, çok güldürüyor beni. Başlangıçta, anne evine döndüğü anda ve Abinin  tavırlarına bakınca da bir yandan gülüyor ve başka yolda ilerleyecek bir film sanırken o sıralar,  hafta sonundaki aile yemeğinden sonra başka bir yöne çevriliyorum. Esas kadın karakterle tanışınca da düşünce dünyalarımda yeni ufuklar açılıyor. Onun filmin bir yerindeki sözüyle de nefessizliğe düşüyorum.

Çok güzel müzikleri ve şarkıları var filmin ki hayatımda ilk kez bu kadar hızlı hareket edip o şarkıları arıyorum ve soundtrack'ini buluyorum ama şarkı ismi vermeyeceğim, tanıdık gelenler de olacaktır, diye düşünüyorum.

Kusura bakmayın, sadede bir türlü gelemiyorum çünkü filmden kalan duygu ve tat çok. Ve ben neredeyse her anı yazmak istiyorum... hatta yazacak coşkumu zaptetmekte zorluklar yaşıyorum. O kadar mutlu bir film izleme anıydı ki bugün yazmazsam, bir başka günde başka bir yazı olur diye korkuyorum. O kadar hoşluk var ki aslında uzun uzun anlatmak istediğim... ve o kadar çok, güzel, umut tazeleten, hayat sen ne güzelsin, dedirten duygu... 

Mesela sayfalarca yazabileceğim ve izleyenlerin bayılacağı bir kaç yemek anı var. Onlardan birinin  öncesindeki cümle, mesela! Diğer birindeki "Müziğin sesini biraz alçaltır mısınız," isteğinin ardından gelen şarkıcı ve şarkı... Ve an kesinlikle şarabı çağıracak emin olun.

                                                                                   ***

Aslında sürekli beni geren, heyecanda ve hatta diken üstünde bırakan yönetmene ve hinliğine de iki çift laf edesim var ama yaşattığı gece muhteşemdi, diyor, fazlaca ipucu vermemek için de burada bırakıyorum. Üstelik de büyükçe bir fedakarlık daha yapıp okuyanlar için; kendi duygularımla detay geçeceğim ve dantel gibi işleyebileceğim bazı sahneleri de yazmaktan alıkoyuyorum kendimi. Takdir edersiniz ki bu, uzun uzun anlatmayı seven coşkun ruhum için ne kadar zor bir durum!

Fakat filmin son sahnelerinde ben gülerken gözümden aşağı benden habersiz sızan sıvıdan söz edeceğimi de aklınızdan geçirmeyin..

Filmin daha ortalarındaykense bir anda hiç saati fark etmeksizin direk tuşladığım telefonla Enn Sevdiğim Kadını aradığımdan, saate bakınca hemen telefonu kapattığımdan, sonra onun beni geri aradığından: Bin özürle... Uyandırdım mı? diye defalarca sorarak bu filmi paylaşma arzumdansa, görüldüğü üzere söz etmiyorum.



Sorun, Peki Neden?


Eğer Enn Sevdiğim Kadın olmasaydı... 

Bu filmin ardında nasıl bir duygu oluşurdu bünyemde, diye de düşünmüyordum! 

Sonra bakalım bizim insanımız ne düşünmüş, diye merak ediyor, üzerine yazılmış pek bir şeye rastlayamıyor ama bir zamanlar yıldızı olduğum sinema sitesinde bir kaç yoruma rastlıyorum. Biri hoşuma gidiyor ve onu bir pas olarak alıyorum: "İzlenmese pek de bir kaybın olmayacağı daha çok +50 yaşlara hitap eden akıcılığı düşük film."


Gülümseyerek düşünüyorum:

Duygular mı değişti, yoksa insanlık mı? Bazı kuşaklar var ki Love Story'lerle, kağıda yazılan mektuplarla büyüdü, insanların ayrışmadığı, mahallenin bir anlamı, paralı olmanın çok anlamlı olmadığı yıllardı, öğretmenler bir şeyi anlatırken hayata da dokundurtuyorlardı... O yıllarda çocuktular ki iyi ki de hep çocuk kaldılar. 

Bir kuşak da var ki eski zaman tarihi güzellemeli diziler, hızlı mesajlar, hızlı tıklamalar, kabadayımsı ve duygudan ziyade matematiği dayalı satacak televizyon dizileri, tek yönlü ve bilgiden ziyade kavga dövüş içeren oturumlar, yalan ve iktidar güzellemeleriyle dolu çıkar gözeten patron gazeteleri ve mizah yokusunu sulu sepken komikliklerle dolu filmlerle büyümek zorunda bırakıldılar... ve bırakılıyorlar. Ve ne güzel ki bir bölümü söküp atabiliyor bunları yaşamından. Ama bir gerçek var ki bugün kolay ulaşılabilenler, eskinin ki kadar derin ve emek sarf ettirici değiller!.. 


Aşk olduğu söylenenler bile!



*Google Translate Herkes Ayakta, olarak çevirdi filmin adını ve bir kusur varsa ona aittir. İzlediğim Portaldaki Türkçe adı ise Aşk İçin'di.

**Filmin yönetmeni, iki senaryo yazarından biri ve erkek oyuncusu: Franck Dubosc
    Kadın Oyuncu: Alexandra Lamy,

Son dakika: Kendisini Fransız Mutfağı adlı fimde oyuncu olarak izlemişim.


1 Temmuz 2020 Çarşamba

Rüya

Defalarca yanından geçiyorum. Defalarca en yakınına kadar geliyorum. Defalarca, hangi tarafında olursam olayım direksiyonu bir kıvırsam, gittiğim ya da döndüğüm istikametten bir sapsam tam göbeğine varacağım; o kadar el altında!.. Üstelik de kafaca en uyuştuğum, en ilgimi çeken, kendime en yakın hissettiğim, onlara dair ne bulsam okuduğum, seçme şansım olsa orada, onlarla yaşamayı isteyeceğim bir uygarlık... 
  
Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek  bir tetikleyiciye...


Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...

Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...

Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler  ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!


Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.


Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.


Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.

Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!


Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.

Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!


Bu yazıda kalıntılarla  ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı  Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**


Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!


Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.


Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz;  şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.

Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık. 


Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!

Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.


Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen  ve 11 satırlık  hiyeroglif yazıdan oluşan;  Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup  resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.


Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış  kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!

Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.

Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.

Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel  kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu! 


Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların  arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?


Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da  karşıya, tesise doğru yürüyoruz.


"İki bira lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen."

"Bir de kızarmış sosis lütfen." 

Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...

O halde,

"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"


Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!

Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç! 

Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.

"İki bira daha lütfen..."


Ve Sonra...

Eve  geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta  flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.  

Bir minik tavşan bu!


30.07.2016


* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!

**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen


Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP