14 Mayıs 2020 Perşembe

Balıkçı Pantolonundan Kota

Küçüğüm, etrafımda kot pantolonlar görüyorum, tek tük, ya da kot denen pantolondan sanıyorum gördüklerimi... Daha çok da filmlerde izlediğim kovboyların üzerinde!.. Özeniyorum ve istiyorum fakat o yıllarda ülkemizde ulaşmak zor. Bir de mağazaya gittiğim günlerde kolilerden çıkan tarihi geçmiş Amerikan gazeteleri ve dergilerinde boy boy reklamlarına ve bunun yanı sıra da çeşit çeşit modellerine rastlıyorum. İstiyorum, daha çok da tarz olarak seviyorum. Elbette izlediğim filmler ve reklamlar etkiliyor beni, bu tartışmasız.

Annem onları balıkçı pantolonu olarak adlandırıyor, balıkçı yaka kazak gibi. Onun bu tanımlamasıyla fark ediyorum ki balık satıcılarında ve balık teknelerindeki insanlarda bunlardan var! Bense ısrarcıyım. Sonuçta bir gün dayanamayıp alıyor. Zevkle giyiyorum, çocuk yaşıma biraz bol gelse de kemerle sıkıyoruz belini, paçalarını da balıkçılar gibi kıvırıyorum. Fakat ilk yıkanmada morlaşıyor pantolon. Bu olmadı işte! Hayallerim yıkık. Çünkü filmlerde gördüklerimin rengi mavinin tonlarında açılıyor; diz ve diğer aşınan bölgeleri beyazlıyor. Orijinal bir kotum olmalı benim! Tarabaları mutfak camının hizasında olan evden sosyal anlamda daha üst ve şehrin en önemli caddesi üzerindeki, anne burada da o kıyafetlerimi giyeceğiz, dediğimiz  bizim olan ilk eve taşınıyoruz o ara.

Bir süre sonra, belki de taşınma sürecinin hemen peşindeki bir kaç yıl içinde liseye başlıyorum. Tek tük orijinal kotlar görüyorum insanların üzerinde. O gün ulaşılabilen marka Rifle ki bildiğim kadarıyla bir İtalyan markası, ona sıcak değilim. Spagetti Western yılları... Lee, Levi's, Wrangler adlarını biliyorum; sonuçta yedek parça kolilerinin içinden Amerikan dergileri çıkıyor! Bunun bir tüketim algısı için mi az gelişmiş ülkelere özellikle yollandığı konusunu düşünmüşümdür, zaman içinde çoklukla. Çünkü sadece giyim kuşam yoktu o dergilerde, otomobilden beyaz eşyaya kadar her şey vardı. Sokaklar Amerikan arabalarıyla dolmaya başlamıştı ki babam da onların yedek parçalarını satıyordu.

Benim kot tutkumsa artarak devam ediyor. Bir iki insanda orijinalini görüyorum ki bunlar kalburüstü, sosyetik ailelerin çocukları ve yurt dışı ile ilişkileri olan insanlar... Sonuçta babam bir arkadaşına tembihliyor ve İstanbul'dan, muhtemelen Amerikan Pazarı'ndan bir pantolon geliyor. Haberini alır almaz, akşamı bekleyemeden mağazaya zor atıyorum kendimi. Biraz burun büküyorum, çünkü algıma işlenmiş markalardan değil. Brezilya malı pantolonumun markası Roy Roger's. Brezilya'da ucuz emekle yapılan bir Amerikan markası da olabilir! Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!


Neredeyse her hafta sonu deniz kenarına gidip, onunla denize girip, çıktıktan sonra da ilkel taşlama olayına girişiyor, kumlarla özellikle dizden yukarılarını ovmaya başlıyorum. Çok olmasa da kısmen başarılı oluyorum. Ne yazık ki okulda giymek yasak!

Sonra bir hafta sonu arkadaşlarla gezintiye çıkıyoruz, kotum üzerimde! Fuar alanına geliyoruz. Ama öncesinde aramızda para toplayıp bir dükkandan bir şişe köpüklü şarap alıyoruz; şampanya niyetine. Fuar alanında biraz dolaştıktan sonra Matasyon'a gidiyoruz bir minübüsle... Sahilde dolaşıyor, bir sürü şaklaban fotoğraf çekiyor, şarabı altı kişi paylaşıyor sonra da şehire doğru yürümeye başlıyoruz ki tam Veteriner Müdürlüğünün önüne geldiğimizde, içimizden birisi Bülent'e uğrayalım diyor. Kapıdan kolayca geçiyoruz, lojmanı aramaya bile gerek duymuyor görevli, çünkü Bülent'in babası kurumun başındaki kişi. Çocuklar ve biz yaşta bir sürü genç futbol sahasının civarında eğleniyorlar. Bir grup biz yaşlarda kız da bizi kesiyor sanıyoruz! Futbol maçı yapıyoruz, oradaki çocuklarla. Sonra da dönüyoruz evlerimize.


Kotum mu ben mi?

Sıramdayım, bir şeylerle oyalanıyorum ve Bülent sırasından kalkıp, geliyor yanıma... Bir kızın beni sorduğunu söylüyor, ne tür ve ne kadarlık bir konuşma olduğunu, konunun ne kadar ben olduğunu hatırlamıyorum pek, ama kotumun konu olduğunu, kızın onu beğendiğini biliyorum; çünkü konuşma nasıl gelişiyorsa, "İstersen imzalı bir fotoğrafını getirim," diyor Bülent. Bir gram bile şımarmadan, üzerine tek bir kelam bile etmeden şu fotoğraftan birinin üzerine "Kadriye E.'ye sevgilerimle," yazıp imzalıyorum. İnce uzun, esmer ve çok hoş bir kız.

Bir süre sonra da onun üzerinde benimkiyle aynı kottan görüyorum!

İlk kotum Roy Roger's olmasına rağmen ki onu çok sevmemiştim, en sevdiğim jean'lerim Lee olanlardı; onu ve elbette parkamı solculuğa ve emperyalizm karşıtlığına daha yakıştırırdım! Wrangler'i de severdim ama sanki o kızlarda daha hoş olurdu, ya da O kızın üzerinde çok hoş duruyordu!. Levi's ise Amerikan Emperyalizminin dibiydi!.. Bir süre özellikle dark mavisi ve kesimleri yüzünden Mavi ile takıldım, şimdi kesimini beğenirsem hepsine eyvallah ki yerli markalar tercihim. Çok özel günler dışında hep kot'umu çeker gezerim; şu hayatta, kumaş pantolonlu günlerimin sayısı pek azdır.

Bir Coca Cola'yı bir de jean'i icat eden için, her namaz sonrası dua et babanne, derdim bir de...

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Göze Çarpmayacak Bazı Kitaplar

En sevdiğim kitaplar hanemde özel bir yeri olan, bayılarak okuduğum, Oylum Yılmaz'ın  Gerçek Hayat adlı romanında söz ettiği ilk kadın roman yazarlarımızdan biri olarak rastlamıştım Suat Derviş'e; yazar sadece onu dahil etmemişti elbette bu lezzetli ve mekanı İstanbul olan 132 sayfalık romanına... Aynı kuşaktan ve ilk kadın yazarlarımızdan Fatma Aliye ve Cahit Uçuk ile de tanıştırmıştı beni. Bu vesile ile almıştım Aksaray'dan Bir Perihan'ı, zevkle de okumuştum; elbette o yılları gözeterek ve eleştirel bakmadan, yücelterek... Yüksek bir beklentim yoktu, ne de olsa yakın çağın insanıydım, edebiyat denen şey de gelişiyordu sürekli. Fakat çok tatlı bir okumaydı ve sempatiyle, o yılların İstanbul'una, nadide semti Akasaray'a dahil olarak, ahşap yapılarını içime çekerek ve yazara, emeğine saygıyla yaşamıştım kitabı. Geçmişe, yaşamadığım yıllara dokunmayı seven bir insanım sonuçta!


Zabel Yeseyan'la rastlaşmamız nasıl oldu pek net hatırlamıyorum; "Nail Kitapevi'nde olabilir mi?" diye düşünüyorum ama netleştiremiyordum. Enn sevdiğim kadına sordum, değil, dedi. "Yine Oylum Yılmaz'ın kitabında mıydı?" diye düşünüyor, üçünün adı arka kapakta geçtiğine göre o neden olmasın deyip muhtemelen hakkında okuduğum bir yazıyla tetiklendim sanıyorum ki etkilenilmeyecek bir yaşam değil onunki... Sonu meçhul! 1922'de Viyana'da basılmış, Ermenice'den M.Fatih Uslu tarafından çevrilmiş Sürgün Ruhum adlı novellasının her satırında dönemin gerilimli fonunu hissediyor, İstanbul'un o yıllarına gidiyor, yurt dışından dönen ressam Emma ile birlikte o yılların partilerinde, sosyal yaşamında, entelektüel dünyasında dolaşıyorum. Dönemin baskıcı ortamına tanıklık edip, Emma'nın iç dünyasındaki sıkışmışlıkları hissediyor, Üsküdar'ın ve o yılların tadını çıkarıyorum.  

Ve yazıya şu an ara verip, uzun zamandır ertelediğim Son Kadeh adlı romanını da hemen şimdi sipariş listeme ekliyorum.

                                                                                 ***

Koç Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi yayımladıkları kitapların düzeyi ve bir ticari işletme mantığı ile satan kitap üzerinden bir yayın politikası gütmedikleri için başımın tacıdırlar. Arada bir  bakarım ve mutlaka bu ülkenin geçmişinden, ilginç ve tatlı izler bulurum. Koç Üniversitesi yayını Boşboğaz Bir Adem, 1852 yılında İstanbul'daki Mühendisoğlu Matbasında basılmış ve Latin harfleri ile Türkçe ve yazarın adı belirtilmeden yayımlanmış ki çok hoş da bir önsözü var. Yazarı Hosvep Vartanyan ilginç bir kişilik, devlet katında önemli görevler almış. Kitapta özetle bahsediliyor kendisinden... Boşboğaz Adem tasvirlerle süslenmiş -kısa- bir risale-roman, öyle tanımlanmış; ilk bölümde eserin günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş hali var; ikinci kısımda da romanın latin harflerine aktarılmış orjinal metni... Boşboğazlık ve gevezeliğin sakıncalarını eğlenceli bir biçimle, gülümseterek anlatan kitap  zamanda bir  yolculuk yaptırdığı gibi, akılda hoş da bir tat bırakıyor. Meraklısına ama!.. Çok eğlenerek, dönemi hissederek ve severek okumuştum; bugünün tadına alışmış bünyelerde hayal kırıklığı yaşatmak ve günümüz kitapları gibi bir tat beklentisi de oluşturmak istemem açıkçası!


Boğaziçi Üniversitenin yayımladığı Ohannes Aram Kondanyan'ın  Sandıktaki Hatıralar-Çocukluk, Tehcir, İstanbul adlı anı kitabını, roman tadı alarak okumuştum. Huzurlu zamanları Bardizag (Bahçecik)-İzmit'de geçiyor ki bu beni şaşırtmıştı, yazar orada doğuyor ve büyüyor, sonra Konya'ya uzanan zorlu bir yolculuk ve zorlaşan bir hayat başlıyor. 95 sayfalık bence çok hoş, bir dönemi ve bu ülkede neler yaşandığını anlamak adına bilgi inşalarına bir tuğla daha ilave eden bu kitapta her şeye rağmen öfke yok. Aram Kondanyan daha sonra uzun yıllar matematik öğretmenliği yapıyor Robert Kolej'de. Çevirisi Karin Karakaşlı tarafından yapılan kitabın oluşma sürecinin anlatıldığı önsözü yazan ise Ohannes'in edebiyat öğretmeni olan Amerikalı eşinin bir öğrencisi: Nüket Esen. Çok severek ve yaşayarak okumuştum kitabı, ilk satırlarından itibaren, yıllarca dibinden geçip de hiç içine girmediğim bir İzmit heyecanı yaratmıştı bende... Gitmeyi düşündürtmüştü, Bardizag'a...

                                                                                            ***

Zahrad, asıl adıyla Zareh Yaldızcıyanla tanışmam muhteşemdi, hayatımın en  kıymetli anlarından biridir ki üstelik bayılınası bir semtte ve bayılınası bir kitapevinde... En özel kitaplarımdan biridir, diyebilirim rahatlıkla. Kuzguncuk'da ve Nail Kitapevi'nde yaşanmış bir an, daha ne olsun. O ana kadar varlığından haberdar değildim. Enn sevdiğim kadın bir an rafta göz göze gelince kitapla, gözlerindeki sevinci görmek lazımdı. Tazecikti kitap, dumanı üstündeydi. Sürprizin böylesine paha biçilemezdi elbette, zıp zıp zıpladı, o zıplayınca ben de zıpladım... Ama bana uzattığı kitabın içine yazdıklarına söyleyebilecek kelimem yok... Bilgileniyorum da. Ermenice şiirin en önemli yazarlarından olduğunu öğreniyorum Zahrad'ın ki bu kitap kedilerle ilgili şiirlerinden oluşuyor. İçinde çok ama çok bayıldığım bir şiir de var. Kitabın bir hoşluğu da Türkçe'nin yanısıra Ermeni alfabesiyle Ermenice de yazılmış olması. Ermeni alfabesinin altını özellikle çizdim ki Boşboğaz Adem'deki orjinal metin o yıllarda dahi Türkçe! Kitap, Zahrad'ın çizimleri ve ebatları ile de çok özel, benim gözümde, koleksiyon değeri bile var. O kadar yani!


İstanbul severlerle İstanbul'da yaşayanlardan olsam kesin okurdum diyebileceğim kitaplardan biri de İstanbul Anıları... İstanbul'u seven biri olarak da haberdar olur olmaz aldım zaten. Hagop Mıntzuri'nin anıları var bu kitapta, neredeyse 1897'den başlayan 43 yıl! Çok tatlı bir anlatımı var kitabın, sohbet eder gibi; bir çok semtin eski hallerini görmek, ekmeklerinin kokusunu hissetmek mümkün. Ben okumadım yaşadım, bugünden kalkıp taa o yıllara gittim, hissettim. Bugününü bildiğim bir çok semtin, güzergahın, sokakların o günlerine ışınlandım sanki... Ermeniceden Silva Kuyumcuyan tarafından çevrilen İstanbul Anıları Yetem Çubukçuoğlu'nun arşivindeki kartpostallarla da desteklenmiş ve sonuçta ortaya çıkan kitap film gibi akıyor; İstanbul'u ve yetişemediğim eski hallerini seven ve merak eden biri olarak, okurken yaşadığımın altını bir kez daha çizmek isterim. 

7 Mayıs 2020 Perşembe

Ve Evden Çıkıyorum

İnce belli bardakta çay fikrim net, istiyorum, oysa ki çayın delisi olmadığım gibi tiryakisi de değilim! 


10 Gün Önce

Çok uzun zaman geçmemiş olmasına rağmen kapalı günler yaşamak zamanı yavaşlattığı gibi günlerin sayısını uzatmış ya da sokakların özgür ferahlığının yerini sınırlandırılmış mekânların, ev hapislerinin almış olması algıdaki zaman kavramının ayarını bozmuş ve bünyeye "ya biz eskiden özgürce sokaklara çıkardık, güler oynardık," gibi çok eskideymişlercesine özlemsel hisler oturtmuştu.

Bu hissiyat çay içmenin ötesinde, dışarıda bir yerde, özellikle ince belli bardakta çay içme isteğinin de ötesinde bir duygunun, belki de bu kapatılmış hâle isyankâr ama aynı oranda da sınırlarının iradesi dışında çizilişine başkaldıran çocukça bir cesaret göstergesi... Ama ne olursa olsun yarattığı duygu hoş, oyuna çevirmelik ve eğlenceli.

O halde önce Saadet Hanım'ı aramalıyım; bahçede oturabiliyorlarmış, sorun yokmuş, fakat şirket ortakları ile az sonra başlayacak haftalık olağan toplantıları varmış...  O halde çay fikrine bir çizik. Sırt çantama iki kitap, fotoğraf makinesi, ıslak mendil paketi, maske, küçük bir şişe kolonya atıyor, montumu çantamın askısından geçiriyor, sağ elime de yine bir tek ıslak mendil alıyor ve işaret parmağımın dokunacak yerini o mendilin arkasına saklıyorum. Önüne gelince asansörün kapısı açılıyor, dokunmatik düğmesine mendilin arkasına saklanmış parmağımla dokunuyor, asansörcümüz tarafından kabine yapıştırılmış korona günlerine yönelik asansör kullanımı ile ilgili uyarıların olduğu, çizimleri çok hoş, çocukların da ilgisini çekecek şekilde tasarlanmış metinle karşılaşıyorum. Bu duyarlılıkları hoşuma gidiyor. Yöneticimiz ki kendisi kızkardeşim olur, binamızın giriş kapısının dış kolçağına bir dezenfektanı ipin ucuna bağlayarak asmış ve göz hizasına da dezenfektanı ok ile işaret eden bir uyarı yazısı yapıştırmıştı, ilk günden itibaren.

Bahçe kapısını da elimdeki ıslak mendille açıp, sokağa çıkıyorum.  Sanki sokağa çıkmanın yasaklandığı bir günde yasağa inat kendini sokağa atmış cesur ve başkaldıran çocuk tadındayım. Elimdeki ıslak mendili sorumluluk sahibi, kurallara uyan bir çocuk gururuyla çöpe atıyor, kendimi bir filmde, bütün insanları yok olmuş bir şehrin sokağında yalnız ve tek insan gibi hissediyor, neredeyse "ne oldu bu insanlara yahu," diyecek kadar bilimkurgunun içine dalıyorum.  Çocukluk işte...


Ne yazık ki  güneş çekiliyor, denizin kenarında çekilen güneşle birlikte sanki az öncenin 5 derece altında bir ısı oluşuyor ve montumu giyiyorum. Normalde oyun parkı dahil cıvıl cıvıl olması gereken alan bomboş... banklar ıssız. Görüş alanımdaki uzun mesafede iki polis görüyorum sadece ki iki genç kızı uyardılar, aslında kızların sorusuyla bir tarif verdiklerini düşünmüştüm ama bir süre sonra geri döndüklerinde rastlaşıyoruz ve kibarca beni de uyarıyorlar.

"Beyefendi bu taraf valilikçe yasaklandı, lütfen karşı kaldırıma geçer misiniz."

Bunu pek anlamlandıramıyorumsa da eve dönünce ve bunu anlatınca, deniz kenarlarının tüm ülkede yasaklanmış olduğunu öğreniyorum.

Yoluma karşı kaldırımdan devam ediyorum. Sırt çantamda iki kitap var demiştim; biri okuduğum Locos: Bir Jestler Komedisi ki niyetim çam ağaçlarının altında her zamanki bankıma oturup okumak onu ama, bugünlük, belki de daha uzun bir süre sahil yasak... Diğer kitabı ise fotoğraf için yanıma almıştım!

Takip ettiğim bloglardan Hayal Kahvem'in yazısında "Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi'nde roman tarzında bir yemek kitabı hazırlamış diyebilirim. İyi de, kitap kendini okutmak için  ramazan gününü mü buldu? Pes vallahi. Bitiim ben."* cümlelerini okuyunca tetiklenmiş ve kitabı raftan indirmiş, sonra da içinde bir tur atmış ve kendisi üzerine bir yazı hayal etmiştim. Toplu bir kitap alımıydı; sanırım 25 civarı kitap seçmiştim, muhtemelen Milliyet Sanat'daki ya da Cumhuriyet'de yayımlanmış kampanya ilanlarından... E Yayınları'nın çok popüler olduğu ve sağlam kitaplar bastığı yıllardı ve ayrıca tasarımlarına bayılıyordum. Yeni evimizdeki yeni kitaplıkta güzel duracakları kesindi! Üzerine attığım tarih 14-1-1976 olsa da onu muhtemelen bugünden 8-10 yıl önce okumuştum, çünkü o günlerde 15'ini süren benim favori romancım; başta Çakal ile dünyayı kasıp kavurmakta olan Frederic Forsthy idi.


Papaz Her Zaman Pilav Yemez, J.Mario Simmel'in hoş, casusluk faaliyetleri de içeren, karakteri epey ilginç bir kitabıdır; çünkü kahramanı faaliyet üzerinde bulunduğu şahıslara ilgi çekici menüler hazırlamaktadır. Bu listelerin kitaba yerleştirilmeleri de pek hoştur.

Kitapta Verilişe Bir Örnek:

Menü: 19 Ağustos 1940

Kuş Yuvası Biçimi Sosis Yemeği,
Josephine Usulü Yumurta,
İsveç Usulü Meyva Salatası

Sonrasında da "KARAVENÜS THOMAS LIEVEN'İN JOSEPHİNE USULÜ YUMURTASINA HAYRAN KALDI" gibi alt başlıklarla roman devam eder ve sohbetlerde yemeklerin tarifleri de yer alır..


Polislerle karşılaşmadan önce, ki yönüm iskeleye doğru, önünde neredeyse fotoğraf için sıra olunan Amazon heykelinin ve simge yazının önünde duruyorum; inle cin bile yok! İskele uzaktan mahzun mahzun bakıyor. En bayıldığımız, yazı sabırsızlıkla beklediğimiz, tam geliyorken ve tadını çıkarmaya hazırlanırken Covid-19'unun hışmına uğrayan restorana da özlemle bakıyor, işte buna üzülüyorum. Muhtemelen geçen yaz en keyifli işlerimden biri olan, mesai bittikten sonra İskele Kafe'de oturup kitap okumak ve okurken de denizin ortasında kitaba ara verip dört bir yandaki manzaraların tadını çıkararak bazen bir şeyler atıştırmak, çoğu zaman da kahve içmekti ki muhtemelen o da yok, bu yaz... O zaman bahçede, sokağın kadim lambasının ışığında kitap!


Her zaman insan kaynayan Diyarbakır Ocakbaşı, her zaman şirin ahşap masalarında ve çam ağaçlarının altında piknik yapan insanlara rastlanan park, Kahve Diyarı, yine her daim tıkış tıkış iki kahveci terkedilmiş bölge efekti veriyorlar. Bölgeye bir gece önce bir bomba düşmüş ve o sadece insanları yok etmiş. Körlük filmi geliyor hep aklıma nedense. Bir muhabir edasında dolaşıyorum, kimselerin giremediği yerlerde dolaşabilen, havalı bir muhabir edasında... İskeleye giriş kapatılmış, oyun parkı hüzün bürünmüş;  belli ki o da oyundan geri kalmış bir yalnızlık içinde. Az önce polisler karşı kaldırıma yollamamış olsalardı, teselli olacaktım elbette... Sadece seslendim, "sıkma" dedim canını, "sık dişini..."

Kahve Dünyası, Big Yellow Taksi, Starbucks, Palmiye Kafe ve onun komşusu; sıra sıra yerleştirilmiş, üstleri korunaklı ve halkın kullanımına açık, her daim cıvıltılı, arada bir oturup Türkan'dan aldığım poğaçaları kola ile tükettiğim, plajı da olan şirin parktan öte geçmiyorum, çünkü içim elvermiyor ve bu yalnızlık onlara olduğu gibi bana da iyi gelmiyor. Oysa bundan kısacık günler önce insan kaynıyordu buralar; neşeli, ateşli, tansiyonu yüksek tartışmalar, sohbetler, kahkahalar, müzikler, canlı, cansız konserler, gülüşler birbirine karışıyor; dertler dağları aşmış olsa bile bu coğrafyanın canlılığı bünyelere umut, neşe saçtığı gibi sıkıntıları da def ediyordu. "Masalar sandalyeler oldukları yerde kalsaydı," diye geçiriyorum içimden... Bu terk edilmişlik hali, sanki bir daha o günlere dönülemeyecekmiş  umutsuzluğu bağırıyor çünkü...


Dönüyorum geri, enn sevdiğimiz restoranın önünden geçerken özlediğimiz masamızla selamlaşıyorum. Yolda bir iki kişiye rastlıyor, onlarla teselli oluyor, Coolchicken'ın önünden geçerken içeride bir kaç kişi görüyor, uğrasam mı diye içimden geçiriyor, sonra bundan vazgeçiyorum. Ama tam bizim köşeye geldiğimde gördüğüm, görmemle eleştirdiğim, bu tehdit altında, hijyen bu kadar kıymetliyken kim alır abi bunları, diye içimden geçirdiğim Pamuk Şekerciyi şimdi, şu yazıyı yazarken anlıyor ve onu elim kızarırcasına alkışlamak istiyorum. Umut budur, hayatın elini bırakmamak budur; her biri poşete geçirilmiş ve bir tane bile satılmadığı belli pamuk şekerlerin hepsi PEMBE'ydi! "En az 10 tane almalıydım ve hepsini de eve varmadan önceki son çöp kutusuna atmalıydım." diyerek kızıyorum şimdi kendime... Şu siyah günlerin boş sokaklarında, boş oyun parklarının etrafında minicik bir umudun, ekmeğinin ve belki de çocuklarının derdinin peşinde bir adam!

Varınca bahçe kapısına, yeni bir ıslak mendili alıyor, dış kapıyı açıyor, binanın şifresini ıslak mendilin ardına sakladığım başparmağımla tuşluyor, kapıyı itekleyip içeri giriyor, asansörün kat düğmesine korunaklı parmakla basıyor, uyarı yazılarını gülümseyerek bir kez daha okuyor, evin kapısını açıyor, doğrudan balkona geçip sırt çantamı, montumu ve kapıda çıkarıp mendille aldığım ayakkabılarımı balkona bırakıyorum... Ev, iş, müzik, aryalarına devam etmekte olan kuş ve kahve iyi geliyor bana.



*Hayal Kahvem'in alıntı yaptığım cümlelerin olduğu yazısı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP