20 Şubat 2020 Perşembe

Cumartesi'nin Hikmetinden Sual Olunmaz

Trene doğru yürüyorum, saat onikiyi ondan sayarsak, vakit öğlen. Bir kaç hafta evvel, ben için çok kıymetli bir blog yazarının, sevgili Evren'in yorumuna, "Bu hafta yazamazsam da haftaya kesin, kazın âlâsı nerede bildireceğim, alem kaz neymiş bir görsün!" cümlesini de içeren bir cevap yazmıştım. Yazıyı vaat ettiğim sürede yazamadım ki yazacak malzemem de vardı aslında! Sonra dedim ki ben bu Kazın tazesini de yazarım, nasılsa. İhmale bırakmadım yani, sıcak olsun istedim ki bir tık eksiğine rağmen lezzeti arşa değen ve yazabileceğim, bir kaç haftalık eski kaz fotoğrafı aşağıda.


Trene doğru yürüyorumdan devam edebilirim şimdi! Gerçi evden çıkmam zaman aldı, bankamatiklerde kuyruk vardı ki ayın maaş günü olduğunu bilememişim, vazgeçtim. Gecikmeli olsa da duraktayım. Sanki cebimden telefonun sesi geliyor. Alışkın olmayan kulak zor duyuyor, çoğu zaman da başkasının sanıyor!.. Enn sevdiğim kadın arıyor; gecikince merak etmiş, buluşma noktası konuşuyoruz. Binince arayacağım, mutabıkız.

İlk gelen trende bingo ki çok sevdiğim durakta inebileceğim; tren tırmanmaya başlayınca kapıya yanaşacağım ve göğe doğru yükseldiğinde de denizi seyretmenin tadını çıkaracağım. Hafta sonu ıssızlığındaki göğe değen o durakta inmeye bayılıyorum, çünkü kendimi Brooklyn'in tenhalarında sanıyorum. Yan yolda bekleyen araba merdiven başında görünmemle hareketleniyor; merdiveni inince de duruyor, mini sırt çantamı ve kabanımı arka koltuğa bırakıp enn sevdiğim kadının yan koltuğuna oturuyorum. Gün katmerleniyor.


İstikamet belli ki şu alemdeki en sevdiğimiz noktalardan biri; ünü dünyayı sarmış biriciğimiz, tam adıyla Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti.* Sabah nerede kahvaltı yaparızı konuşurken telefonda, zokayı atmışım. "Katmer," demişim ki bir kaç hafta önce görünce heyecan yapmış ve aklı kalmıştı. Yanına kahvaltı, ya da şu bu demiş, sonuna da sanki bir seçenekmiş gibi kazı eklemiştim. Aslında ben bazı ipuçlarından hareketle cevabından emin olduğum tuzaklar kurabiliyorum; belki bilmezsiniz ki yazılarda hiç sözünü etmedim. Ama kesin olan bir şey var; bizim Kaz, o ünlü kazı döver!

Üst fotoğraf bahse konu cennetten ve bir kaç hafta önceye ait. Şu ipuçları verdiğim ve birazdan anlatacağım mekanı biraz da mecburiyetten keşfettiğimiz güne dair. Gerçi buna pek keşif denemez ki biliyorduk, önünden geçiyorduk ama biz o zaman başka bir yeri seviyorduk ve bak onu gördüler ve hemen açtılar, diyerek de ötekine sahip çıkıyorduk! Böyle de koruyup kollayıcı bir yanımız var.

"1,5 porsiyon Kaz Tiriti, lütfen" demiştik, o hafta.

"İki ayran, lütfen" de demiştik.

Üzerine de pek süslü bir sunumla gelen kahvelerimizi içmiştik.

Üstelik lezzetiyle ilgili olmayan bir eleştirimize rağmen çok güzel bulmuş, hatta ki ona gidiyoruz diye çıktığımız ama artık kapanmış olduğunu gördüğümüz ve bayıldığımız önceki yere göre bir tık daha lezzetli olduğunu konuşmuştuk, tiritlerinin.


Sonra da geçen yıl "Şu yoldan gidelim," diyerek saptığımız ve bayıldığımız yoldan devam etmiş, demir kapısına asılmış tabelasında "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı olan ve bizi gülümseten evin, dereli arazisine dalmış, uzun ağaçların üzerinden göz kırpan dolunayın gündüz güzeli halinin fotoğraflarını çekmiştik. Sonra, o yolu devam etmiş, küçük köyün içinden geçmiş ki bir süre kavga eden iki genç ineğin yolun ortasındaki kavgasını beklemiş, henüz öfkesini dindirememiş olanın arabayı yeme niyetine posta koysak da yoldan çekilmesini bir süre beklemiş, o arada terk edilmiş ve içinden ağaçlar çıkan iki evin fotoğrafını da ihmale bırakmamıştık. Sonrasında da yoldan çıkmış, traktör izlerinin yol yaptığı  yemyeşil doğaya dalmıştı ki enn sevdiğim kadın, pek şeker ve çekik gözlü kuşu da dönüvermişti arazi aracına. Ben için ne konfor! Müzikler de doğayla uyumlu ki gün de olması gerektiği kadar ışıklı.


Bu genç benim can dostum, otlamakta olduğu çitlerle çevrili alandan, onu izleyen beni görünce doğrudan gelmiş, hemen sıcak bir iletişim kurmuş ve hoş sohbet etmiştik kendisi ile... Sonra, "Havalar ısınınca ama!" demiştik ve bazı planları birlikte hayal etmiştik. Hele bir havalar ısınsın, bahar topraktan fışkırsın ve çeşit çeşit kuşla birlikte leylekler de tepemizde uçsun... İşte o zaman "Şuraya serilelim, yanımızda kitaplarımız olsun," demiştik. Fakat bu saklı coğrafyanın, yer yer su birikintileri ile karşılaştığımız, sadece doğanın ve kuş sesleri eşliğindeki ıssızlığını çoğaltan ve insanı bir başka gezegende hissiyle arındıran, ruhuna konforlu bir coşku ve onunla birlikte de sürüş zevki veren halinin tadını çıkaran biri de var! Elbette çekik gözlünün radyosu bu rüya güzelliğe duyarsız kalmıyor ve konseptle uyumlu müzikleri ruhumuza akıtıyor.





Gelirsek Güncel Kaz'a

Varıyoruz ben için hep Engiz, değişen adıyla Ondokuzmayıs'a... Buradaki bankamatiği neredeyse her geldiğimizde kullanıyorum ki benimkinde sıra falan yok... Çıkıyoruz yeniden Delta yoluna, konumuz doğal olarak kuşlar ve onların peşinde bir tek kare fotoğraf için diyar diyar dolaşan insanlar. Saz Horozu yine baş konu. Sürü sürü geziyorlar ama bir türlü rastgelemiyoruz. Ahh... en sevdiğim kadın canlı canlı bir görse! Özellikle büktüğü ayağının üzerinden yemek yiyişini... Oysa görülmeyen neleri gördük.

Leylek yuvaları şimdilik ıssız, bir kaç hafta sonra gelecek sahiplerini bekliyorlar. Önce erkekler gelecek ve onaracaklar yazlıklarını. Sonra aile boyu şenlik; elbette burada doğacak çocuklar, renk katacaklar. Marteniçkalarımızı bir kez daha asacağız ağaca... Leylek Toki'miz var üstelik bizim, esprili de bir belediyemiz. Önceki iki başkan candı ki ikincisinin yaratımı Leylek Toki. Var fotoları ama hele bir gelsinler, güncelini yazarım, o zaman da koyarım fotolarını, diye düşünüyorum şu an.

Varıyoruz Osmanlı Yörük Çadırı'na. Hava güzel, çadıra girmiyor, dışarıda oturuyoruz.

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk."

Biri daha genç iki abla; belki kardeş, belki iki elti. Genç olanı daha atak, sakin abla daha çok mutfakla ilgili.

"Bir sade katmer, lütfen."  

"Bir porsiyon da kaz tiriti, lütfen"

"Birlikte mi getirelim?"

"Kaz tiritini daha sonra, lütfen!"


Neredeyse pide boyutunda bir katmer geliyor ki daha gelirken aklı alıyor, iyi ki bir tane söylemişiz! Fakat muhteşem; miss gibi ev yapımı tereyağı kokuyor ve çıtır bir tazelik içinde. Götürüyoruz çayla ki beni bile tiriti bitiremezsek korkusu sarıyor. Öylesine bir porsiyon. O ara iki motorsiklet geliyor; sürücüleri full aksesuar. Önce biri, edalı edalı ve göstere göstere geliyor, o esnada kaskını çıkarıyor ki kadın. Doğrudan çadıra yürüyor, o ara diğeri de geliyor ki o da kadın. Ne güzel!

Çoğunu ben yemek kaydıyla bitirmek üzereyiz katmeri, çok beğendik ve kendisi ile ilgili hayallerim var...  Tiritse hazırlanabilir.

Geliyor alemin kralı... Yanında havuçlu, marullu bir salata ve turşu ile. İşte bu, mükemmel tirit bu! Geçen sefer "Bulguru bir tık daha diri olsaydı," demiştik, "lezzette bir sorun yok," diye de eklemiştik. Onlar da ilk kez böyle oldu diyerek kabul etmişlerdi durumu. Eklemiştik ki Kars'ta* da yedik biz bunu ama bu o ünlü ve artık endüstriyel tiritten çok çok daha güzel de demiştik.


Kusursuz tirit, kusursuz bir kaz tiriti, budur işte! Kazların yemeğe bıraktığı yağlarla yağlanmış pırıl pırıl ve incecik ve de çok lezzetli  yufkalar... etin yağının ve tadının geçtiği muhteşem bir bulgur pilavı ve bu coğrafyada büyümüş, lezzetlenmiş, dünyanın tüm kaz yemekleri ile yarışabilecek lezzetteki kaz etleri... Rüya gibi! Koca bir porsiyon, üstelik iki kişiye yetiyor. Önden bir şey yenmeyecekse de iki kişi için bir buçuk porsiyon ideal. Kapanan mekandaki tirit de çok güzeldi ki orada da iki torun bakıyordu mutfak işine, tatlı insanlardı da. Ama işletme yöneticisi ve bu işi bilirim havasındaki eş ile ilgili fikrimi de beyan etmiştim enn sevdiğim kadına ki beni yanıltmadı şahıs ve bir yıl sonra kapandı mekan. Bir haftasonu da kahvaltıya gitmiş, köy yerinde yöre ürünleri hayali kurmuştuk ama bu kez sıradanlığına şapka çıkarmıştım! Köy yerinde, üstelik böyle bir coğrafyada şehir özentisi bir işletmeye ne gerek vardı, en çok işlerine heves ve coşkuyla sarılmış kadınlara üzüldüm.

Aslında bu kaz tiritinin öncülüğünü eski belediye başkanı döneminde belediyeye ait mekanlar yaptı, örnek oldu ve çoğalttı sayılarını, ondan önce şehir dışında bir benzinlikdeki tek bir lokanta vardı, kaz tiriti yapan. Yok olmuştu lokantalarda bu gelenek. Ve dönüşü gerçekten muhteşem oldu.

"İki orta şekerli kahve, lütfen."


Başka bir yerde abartılı bulacağım ama burada, niyet ve heveslerinden de yola çıkarak çok sevimli bulduğum ve artık başka türlüsünü hayal edemeyeceğim bir sunumla geliyor kahvelerimiz. Öyle güzel gidiyor ki kahvenin yudumları bu lezzet kasırgasının üzerine ve öylesine lezzetli ki kahveler, sıklıkla tekrarlıyorum aldığım zevki. Ve öylesine ucuz ki günün şartlarında bu menü... Üç kişi yese doyar bir katmer, iki kişi doyuracağı kesin bir porsiyon kaz tiriti, iki çay, ayran ki kendi hayvanlarının sütünden yapılmış yoğurttan, üstelik de köyün tadının buram buram hissedildiği, hafifçe mayhoş, kıvamlı, çok ama çok lezzetli iki koca bardak ayran ve iki kahveye ödediğimiz para, sıkı durun, 73 TL.


Bugün kısa bir tur yapacağız; önce sıklıkla kahvaltıya geldiğimiz, açık alanına bayıldığımız, kahvaltısı zengin, köyün kadınlarının elinden gözlemeleri lezzetli, havalar soğuyunca ve yağmurlar başlayınca kapanan, su basar ormanlarının içindeki yine eski başkanın eseri mekana. Bolca, poz poz fotoğraf çekiyoruz. Kokinalar muhteşem. Bir de mini minicik ve özel tür kurbikleri görebilsek ama yoklar ortada. Güneş göründü görünecek ki şimdilik ısısız bir beyaz ışık halinde.

Ahhhh işte... bizim hipilerimiz. Canımız ciğerimiz mandalarımız. Manda Klasik Korosu. Provadalar ki enn sevdiğim kadın şahane bir video çekiyor anında, sesli. Duruyoruz elbette, iniyoruz arabadan. Şu deltaya en yakışan yaratıklar, sütlerinden yapılan dondurmaya ise paha biçilemez. Bir de sular çekilince açıkta kalan ay yüzeyi gibi geniş alanda koşturan yılkı atlarımız var bizim, elbette taylarıyla... ve onları yakalayıp binmeye çalışan köyün gençleri. Ne muhteşem bir görüntüdür o.  Peki, Cernek Gölü üzerine uzanan iskelenin uç noktasında, kırlangıç yavrularının hava gösterisi eşliğinde, kahve tadıyla kitap okumanın zevki? Üstelik düğün fotoğrafı için o noktaya gelen ekipler kızdırsalar da bizi yine de gelin damatla iletişimin ve bazen teknik desteğin tadına ne demeli?

Bu bizim delta var ya... ömür!


Öyle doymuşum ki salepten ve de muhteşem sütlaçtan vaz geçiyorum. Bir de akşamı var bunun, sakin olsam hayrıma!

İlk hedef Migros o halde!

Sonra da mahallemizin bir tanesi, pastaların kraliçesi Türkan'ın dükkanına geçiyorum.

"Bal kabaklı  pastadan iki dilim paket, lütfen" diyorum ki, o ara, önce göremediğim, sonra farkettiğim ve niyetimde olan Medovik göz kırpıyor bana.

"Pardon, Medovik varmış, görememişim, onun tamamı lütfen." 

Mutluyum, çıkıyorum pastaneden ve geçiyorum enn sevdiğim kadının yanına, bir dakika sonra da evdeyiz.

Biraz dinlenme derken kuruyoruz çilingir sofrasını televizyonun karşısına...

Şu cümleleri kurmuştum iki önceki yazımda ki bir özlemdi de bu aslında, yine aynı yolu izleyeceğiz, usul usul demlenirken...

"Cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz."

O ara Rum kesimi televizyonu açık, spor haberlerinde ki bizim program bizim saatle 22.30'da başlıyor. O esnada program tanıtımları geçiyor. Fırsatı ganimet biliyorum ve espriyi patlatıyorum: İşte bu! La Paragas'ın gücü, diyorum. "Rum televiyonu bile duyarsız kalamadı," diye diye de olayı iyice köpürtüyorum. Ama çok ama çok mutlu oluyoruz, çünkü sevdiğimiz sunucu, aynı saatte, aynı ekiple hazırlanan, konseptte ve dekordaki yenilenme, yeni ve yerel koro eklenmeleriyle ve yeni program adıyla ekranda.

O halde yarasın! 



*Kars Kazı ve Kars'ta yeme içme

*Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti'nden usta işi bir İzler ve Yansımalar

*Bu da amatör işi bir Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti

13 Şubat 2020 Perşembe

Penfriend'lik Müessesesi

 Bir arife günü yazısı...


Kısa bir yazı planlamıştım. Oldukça kısa! Şöyle başlayacaktım yazıya: Bir gün, eski günlerini düşünürken blogların ve canlıyken dünya; diğer sosyalleşme alanları henüz yokken ve gözdeyken bloglar bir bakayım şimdiki zamanda, dedim; geniş alanda ve daha genç nesillerde durum nasıl? Önce eski blog yazarlarından sevdiğim bir bloga düşülmüş ve genç birine ait olduğunu düşündüğüm yorumdan hareketle o bloğa gittim, hoşuma gitti ve blogroluma ekledim. O blogdan da bir başka bloğa... O da hoşuma gitti, onu da ekledim. Sonra onlar üzerinden tıpkı eski biz dönemi gibi bir çember oluşturduklarını gördüm ve zaman zaman o çemberdeki diğer blogları da okumaya başladım. Çok da sevindim üstelik, bloglar yaşıyordu ve canlıydı! Üstelik bu insanlar geziyor, okuyor, fotoğraf çekiyor ve yaşadıklarını da kendi üslupları ve tazelikleriyle güzel güzel anlatıyorlardı. Ve üstelik başta mimler olmak üzere sürekli kendi çemberlerinde etkinlikler düzenliyorlardı. Buralardan önemli kazanımlar elde etmiş, her zaman bu ülke insanına ve gençliğine güvenmiş, bu ülke ile ilgili umutları hep pozitif olmuş biri olarak mutlandım da. İlgimi çeken, hoşuma giden, sıcak yazılara yorumlar yazdım. Gördüğümde beni en heyecanlardıran eylemlerden biri dünyanın dört bir yanından insanlarla mektuplaşıyor olmalarıydı. Birbirlerine ülkeleri ile ilgili kartlar yolluyor, onları süslüyor püslüyor, emekle güzelleşmiş bir iletişimi zevkle ve hevesle yapıyorlardı. Üstelik ekran üzerinden anlık ulaşabilme olanakları olmasına rağmen o mektupların ve kartların gidiş gelişlerindeki onbeş günlere varan zamanları büyük bir heyecan ve zevkle bekliyor, bu duygularını da pek güzel satırlarına döküyorlardı.





Yıllar yıllar önce 

Liseye yeni başlamışım, İngilizcem çok iyi ama bunu yeterli bulmayan, yıllar yıllar sonra içimizdeki en yetenekli Buraneros'tur diyecek en amcamın eksik kalmış hayallerinin bir projesi olan ben, onun zoruyla özel İngilizce dersi almaya mecbur kılınıyorum. Öğretmenim yıllar içinde bu şehrin bir üniversite, OMÜ'yü kazanmasına sebep olacak, uzun yıllar da Amerika'da kalmış güzel, tanınan bir kadın; Üstün K. Hanım... Fakat ben gönülsüzüm. Çoğu zaman ekiyorum. Bu derslerin de katkısıyla elbette İngilizcem iyice yükseliyor. Amerikalı, İngiliz dahil hangi ülke insanı olursa olsun, çatır çatır konuşabiliyorum. Okuldaki sınıfımda bir kız var, o da iyi. Zamanla İngilizce dersleri kızlar ve erkekler takımları arasındaki maça dönüşüyor. Öğretmen kilit ve zor bir soru sorduğunda sadece iki parmak kalkıyor. Bazen de tek ki o benim. Taraftarlar heyecanla bekliyor ama bunun farkında olan kadın  öğretmenimiz ise pozitif ayrımcılık yapmaya başlıyor. Bu da fayda etmiyor, o kız bilemeyince yine top bana geliyor. Benim içinse her soru topu boş kaleye atmak gibi... Yıllar sonra, sınavda öğretmen tahtaya soruları yazarken kağıdını alıp cevaplarını yazdığım sıra arkadaşım zaman içinde İngilizce öğretmeni olduğunda, "İlk yıllarımda en çok korktuğum, sen gibi bir öğrenci ile karşılaşmaktı" diyeceği kadar iyiyim. Uzun yıllar karşılaşmadığım arkadaşlarımla karşılaştığımda ilk sordukları: "İngilizcen o kadar güçlü kuvvetli mi?" olur, hala.  Fakat bir öğrenci olarak da fizik hariç fen derslerinde, cebirde, kısmen geometride, bir de olaylar ve süreçler değil de tarihler söz konusu olduğunda tarihte yokum.

Bu özel dersler ve özel öğretmenim sayesinde bir uluslararası arkadaşlık servisinden haberdar oluyorum; merkezi Finlandiya'nın Turku şehrinde olan International Youth Service. Bir de form veriyor bana. Kendi sınıfım ve yakın arkadaşlarımla başlıyorum işe ki yanlış hatırlamıyorsam 8 veya 10 kişi buluyor, onları forma kaydediyor, istedikleri ülkeleri, cinsiyetleri ve yaş aralıklarını belirtiyor ve ücretini alıyorum. Sonra o paralarla postaneye gidiyor, international reply coupon denen ve her ülkede paraya çevrilebilen kuponlardan alıp formla birlikte zarfı, sistemin kurulu olduğu Finlandiya'ya yolluyorum. Benim bu işten kazancımsa her formda ücretsiz bir arkadaş edinebilme.

İlk arkadaşım enteresan ki Finlandiya Turku'dan. Sonra İsveç'ten. Sonra jamaika'dan. Gözdem Finlandiyalı Anne ama! Diğerleri ile kısa tutuyorum. Anne ile ise frekansımız örtüşüyor. İkinci mektupta fotoğrafı geliyor. Çok güzel bir Finlandiyalı. Dünyamı ele geçiriyor. Plaklar gönderiyorum ki ilki Modern Folk Üçlüsü'nün bir albümüydü; içindeki şarkılardan birinin adı da Ali Veli. Bu sayede Veli'nin Fincede kardeş anlamına geldiğini öğreniyorum. Bizim müzik yelpazemizden, Esin Engin'in orkestra düzenlemeleri olmak kaydıyla oyun havaları dahil örnekler koyduğum kasetler de hazırlayıp yolluyorum. O da kendi müzikleri ile hazırladıklarını bana... Elbette bugünkü gibi kapıma gelmiyor bunlar, postanenin bir tür gümrük sayılacak ve bayağı uzaktaki birimine gidiyor, orada görevli polisler tarafından açılıp bakılmış halleriyle ve bir sürü sorgu sualden sonra alıyorum onları. Hakeza gönderdiğim her şey de kontrol ediliyor. 

Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin  Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlandaya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltereyi düşünüyordum ancak o yılların şartlarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor. 

Elbetteki kız arkadaşlarım var ki bu manada hiç sıkıntı çekmeyecek kadar hoş, talep gören bir çocuğum. Ama Anne bir masalın, benim masalımın kahramanı ben için. Sonra sınıfta kalıyorum. Sosyal bilimler, edebiyat, coğrafya,  felsefe, sosyoloji, mantık, ingilizce dersleri üst seviye olan bir çocuk olarak... fen bölümünde benim işim ne diye sorguluyorum? Amcamla benim hayallerim bir biriyle uzlaşmaları mümkün olamayacak kadar birbirine uzak. Sınfta kalma meselemi Anne'le paylaşamıyor, bundan utanıyor ve bir süre sahadan çekiliyorum. Bir süre sonra, toparlayınca kendimi  Anne'in bir arkadaşı ile mektuplaşmaya başlayan bir arkadaşımla atlası önümüze alıp Finlandiya'ya varacak bir Avrupa turunu, gün gün, santim santim planlıyoruz ama ülke koşulları yüzünden kağıt üzerinde kalıyor bu da. Babamın hep tahmin ettiğim erken ölümü gerçekleşiyor bir zaman sonra ve ben de zaten öngördüğüm ve hep hazır olduğum hayatı yaşamaya başlıyorum. Ama hayatımın en özel, en tatlı, en heyecan verici olaylarından biri olarak hem hafızamda hem de kalbimdeki yerini hep koruyor bu unutulmaz penfriend'lik serüveni ve müessesesi.

Elbette yıllar içinde zaman zaman düşünüyor, net üzerinden bulup ulaşabileceğimi biliyorum. Ama o yaşların ve orada kalmışlığın, o yıllardaki hayallerin, imkansızlıkların  o özel tadının ve çok hoş bu rüyanın da yiteceğini biliyorum o zaman. İngilizcem de yeni hayatımda pas tutan demire dönüyor zaman içinde.

Bir gün  annem yıllarca biriktirdiğim Hey, Gırgır, Fırt ve Alacarte gibi dergilerimi evde fazlalık yapıyorlar diye çuvallara doldurup atıyor ki onlarla birlikte tüm mektuplarım da gidiyor. O an çok üzülüyorum buna... ama çok. Özellikle St. Valentine's Day nedeniyle gönderdiği, çok hoş ve çok romantik renklerle süslenmiş, üzerinde bir kız ile bir oğlanın, kızın çıkardığı şapkasının arkasına yüzlerini saklamış oldukları çizim kart'a ve içine yazılmış sözcüklerin yok oluşuna üzülüyorum. O günlerde bilmediğimiz, bize uzak ama şimdi yaşamımızın bir parçası olan günden ve bu kültürden de onun sayesinde haberdar oluyorum. Fakat nasıl oluyorsa fotoğrafı kalıyor. Allahtan yaşadığı güzel anların izleri hafızasından ve kalbinden asla silinmeyen, her birini dün gibi hisseden, hatırladığında yaşayan ve kıymetlerini bilen biriyim.

Dün gibi!



*Seni seviyorum.


9 Şubat 2020 Pazar

Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir

 Öncesi

Gün cumartesi, enn sevdiğim kadın bir nikaha katılacak ve sonra da gelecek. Kafamda bira var, bunu konuştuk mu bilmiyorum; bilmiyorsam büyük ihtimalle konuşmamışızdır diye düşünüyorum. Bir an gidip biraları alsam diyorum ama sağ ayak orta parmağım şişmiş durumda ve can arkadaşım doktorumla az önce telefonla konuşuyorum; durumu dinledi, gerekli önerileri yaptı, ilaç adı verdi ve bir kaç gün zorlamamamı söyledi! Aslında çok sevdiğimiz bir mekana gideriz de vardı fikrimde lakin durum yapma, sakin ol, diyor. Geliyor enn sevdiğim kadın; sırt çantasında iki ellilik bira var, daha önce görmediğim ve bilmediğim ama etiketinde mavi yazılar olan, şişenin opak siyah renginden dolayı içi görülemeyen iki bira. Hımmmm bir de profiterollü pasta!

Önce ona sarılmalıyım ve de bir kez daha bayılmalıyım. Kahve!!! Tek şeker, şeker seviyesinin üzeri kadar köpürtülmüş süt, filtre kahve ki her kademede French Press'in kenarını pışpışlayarak köpük oluşturup, o köpüğü en üst katmana kadar taşıma becerisi ve uygun kıvam süresi dolunca da hepsinin kupalarda buluşması. Pastayı dilerim abartmam. Bira şişeleri çok hoş; Efes'in yeni birası Blue Winter; kraft değilse de o kategoriden değerlendiriyorum. Gün geceye doğru yol alıyor, taverna saati yaklaşıyor; uzun zamandır, ilk 6.kattayken uyduda tesadüfen bulduğum ve o gün bugün ev akşamlarının cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz. Orada da çok eğleniyoruz ama; hem Türkçe şarkılar da söyleniyor, ya da Türkçelerini de bildiğimiz Rumca şarkılar... 

Atıştırmalık konusunda ise klasik kovada karar kılıyoruz. Ama önce gidip bira takviyesi yapmalıyım. Ayak parmağım izin veriyor ki buz ve diğer önerileri yerine getirmiştim çoktan. Dört şişe 50'lik Budweiser ile  dönüyorum. Veriyoruz siparişimizi, bir süre sonra geliyor klasik kovamız; COOL Chicken'dan. Bize yakın, bölgenin en güzel müzik çalınan, en ünlü şarkıcısına ve grubuna sahip -arkadaş- mekanlarından biri... Bir yandan atıştırıyor, her zamanki gibi çok eğleniyor, biraları seviyor, şahane sohbet ediyor ama iki şişe ellilik Blue Winter ile kalıyoruz. Biraz hastayız sanki!




 

Pazar Öğlene Doğru

Erken uyanıyorum ki son günlerin enn enn ennnnnnnnnnnnnnnn güzel uykusu. Ona sarılarak uyumak!.. Masal tadında bir gece ben için; kendimi çok çokk iyi hissediyorum. Bütün mırmırlıklar terk etmiş bünyeyi... Bütünüyle fabrika ayarlarına dönmüş, eğlenceli ben olmuşum. Uyuyuşuna bayıldığım Güzeli izliyorum bir süre. Uyandırmak da istemiyorum ki çok yoğun çalıştı bu hafta. Fakat görünen teninin kremsi gerginliğine de bir öpücük kondurmadan duramıyorum. Ben bu çok tatlı, güzel yürekli ve hımmmm kadını çookkkk seviyorum.

Şimdi balkondayız. Sabah kahveleri hazır. Hımmmm bir dilim de pasta. Öğlen Metro'ya gideceğiz, bir başka niyetse Barınak'ta balık! Varmadan gün öğlene çıkıyoruz yola, istikamet çevre yolundan Metro, hoş sohbet gidiyoruz, bir kaç ay önce açılan sushi lokantasının dedikodusunu yapıyor, ilk büyük çoklu kavşağı geçiyor, Ordu-Trabzon yönüne dönüyor, rotayı oturtunca da basıyor gaza Schumacher'im.

Çok zevkli bir yolculuk, güneş yoksa da günün rengi sevimli. Laflaya laflaya giderken çevre yolundan ayrılmamız gereken çıkışı son dakikada kaçırıyor ve ilk uğrak noktamız Metro'ya dönemiyoruz. Şimdi binalara tepeden bakıyoruz, göğe yükseldik. İnişe başladıktan bir süre sonra da ilk çıkışta yan yola sapıp, karar revizyonu neticesinde önce yemek yiyelim o halde niyetimiz doğrultusunda Barınak'a bir geçiş bulma gayreti ile yola ama bu kez şehir merkezi yönüne doğru devam ediyoruz. Fakat tren yolu Tekkeköy'e kadar uzatıldığı için barınağa dönebileceğimiz geçiş yollarının kapatılmış olduğunu düşünemiyorum o an ki kapatılmış. O tarafa geçebileceğimiz ilk kavşağa kadar gidiyor, geçen gün girsem mi diye düşündüğüm dükkanı görünce cağ kebabı mı yesek fikri bir şekilde ortaya çıkıyor ama karar yetkisi bu haftanın çok çalışanına bırakılıyor.

Arabayı demiryolunun kenarındaki otoparka park ediyoruz. Raylarda ve çevresinde hummalı bir çalışma var. Yeni ve hızlı trenimize ahhh bir kavuşsak! Çoookkk planlarım var!

Kebapçıya doğru yürürken, eski tamirhane, aynı zamanda lokomotiflerin yön değiştirdiği demiryollarına ait ve benim her zaman bayıldığım, eski başkanlar döneminde Cerrahi Aletler Müzesi yapılmasına karar verilen ve o doğrultuda düzenlenen binanın açıldığını düşünüyorum. İçeride ışıklar gördüm, eminim! Bu arada ufak bir bilgi düşersem şuraya: Şehir cerrahi aletler üretimi, kalite ve marka konusunda dünyanın sayılılarından ve en ünlülerindendir, demeliyim...
 

Hele bir karınımızı doyuralım! İlk kez lokantaya giden, kahvaltı yapmadığı için fazlaca acıkmış, meraklı bir çocuk gibiyim. Ohhh ışıklar da yeşil! Hobbidi hobbidi geçiyoruz karşıya. Saat tam anlamı ile ve gün pazar olduğu için kahvaltı vakti ki lokantada sabah temizliği son anlarında... Arka kapısından giriyoruz içeriye. Muhtemel, hatta kesin ki açılışı biz yapıyoruz. Oturuyoruz bulvara bakan cam dibi masalardan birine; tatlıca bir genç kız geliyor ve başlatıyorum diyor, kebap servisini. Onaylıyoruz.

Biraz süzme yoğurt, bir acılı ezme, kararında ve hoş bir salata, bir tabak dilimlenmiş soğan ve daha ince olabilirdi dediğimiz dilimlenmiş lavaşlar yerlerini alıyorlar masada. Ufak ufak test ederken masadakileri, ne içeceğimize karar veriyoruz.

"Biri şekersiz iki  kola lütfen." 

Geliyor ilk şişler; görüntü muhteşem ki burna gelen koku da pek âlâ. Aslında Doğu ve Güneydoğu'da sabahın köründe ciğer ve benzer etlerle yapıldığını düşününce kahvaltıların, günün bu saatinde mekanda olmak fazlası ile hoşuma gidiyor. Şımarıyorum ve meraklı çocuk rolüme bürünüyorum. Önce biraz ezme koyuyorum lavaşıma, sonra üzerine biraz et çekiyor ve test ediyorum. Sonra yoğurtla aynı işlem, sonra salata ile derken ikinci şişler geliyor ve bundan sonrakileri biz istemeden getirmeyin lütfen, diyoruz. Artık soğanla devam ediyorum. Kesinlikle çok lezzetli fakat ikinci şişin gelme süresi biz ölçüsüyle erken olduğu için hem yağ kaybı oluyor hem de kısmen soğuyor et. Enn sevdiğim kadın iki şişte doydu fakat ben iki arada bir deredeyim.


"Bir şiş daha lütfen."

İşte bu! Sulu sulu, sıcaklığı tazelik kokan, kışkırtıcı görünümü ile baş döndüren bir final şişi. Ufak ufak çekiyorum lavaşların içine, başka hiç bir şey yok; et ve lavaş. Muh-te-şem! O halde, adetten madem, gelsin final çayları. Üstelik ödemeye geçtiğimizde önümüze gelen rakam gayet makul. İlk açıldığında gelmiştik Palandöken Cağ Kebap'a bir kez ve bu iki. Bizim konumumuza göre ise şehrin taaa ötesi.

"Teşekkür ederiz, ellerinize sağlık."

Ona  göstermek istediğim fakat bir süre önce el değiştiren, hep niyetlenip ama bir türlü uğramadığım bir kafe var; tam anlamı ile Britinya havasında olan, İrlanda yeşili renkli ahşapları ve caddeye bakan ahşap tarabalı minik bahçesi ile çok ama çok sevimli bir mekan. Varıyoruz önüne ki neredeyse tanıyamayacağım; devralan o yeşili hiç de sevemeyeceğim bir sarıya çevirmiş, ad değişmiş ve ben için anlamını yitirmiş mekan. Oysa ki kahve içeriz hayali kurmuştuk. Enn sevdiğim kadın bir an niyet gösterse de engel oluyorum. Metro'ya gideceğiz ki önceki yazıda  bahsettiğim kahveci dükkanı ile tanıştırmak onu niyetim.


Arabaya doğru yürürken müze olması düşünülen yapıda gözlerim. Ana kapının önünden geçerken iyice bakıyorum içeri; evet, bazı ışıklar yanıyor. Ön tarafına geçince dışarıdaki iki koltuk ve arabalar dikkatimi çekiyor. Yürüyoruz o tarafa doğru, o ara görünen bir salonunda bir sürü insanı koltuklara oturmuş vaziyette ve bir noktaya bakarken görüyoruz. Bir toplantı hali yani!

Kapıyı buluyor ve içeri giriyoruz; bir kafeterya havası var, henüz tam yerleşmemiş olsa da. Bir tatlı kadın "Hoş geldiniz," diyor, çikolata ikram ediyor. "Açıldı mı müze," diye soruyoruz ki henüz açılmamış. İçerideki kalabalıksa bir müzayedenin katılımcılarıymış. Hanımefendi bizim katılımcı olduğumuzu düşünüyor sanırım!.. Girebilirmişiz. Numara istermiş miyiz bir de... "İstemiyoruz, sadece izleyeceğiz." Enn sevdiğim kadının ortam ve karakterler çok hoşuna gidiyor ve müzayedelerden haberdar olmak istiyor. Artık gruba dahil. Mekansa neredeyse yüz yıllık.*


Şimdi istikamet Metro. Yolda iki faytona rastlıyoruz ki muhtemelen nihai park noktalarına gidiyorlar. Enn sevdiğim kadın çok şahane, Paşabahçe'nin  dörtlü ayaklı bira bardağı setinden alıyor; sonra da en aradığını bulamasa da ki Jameson Viski fıçılarında dinlendirilmiş, sınırlı sayıda üretilmiş kraft bira asıl aradığı.. başka kraftlar alıyor. Bir de ardıç tohumu arıyor ama ne yazık ki bulamıyoruz onu da... Çıkınca Metro'dan, bir önceki yazıda bahsettiğim coğrafyada ilerliyoruz, burayı yürümek için gelmediğimizden saklı yerlerini şimdilik gezdiremiyorum ki baharda ya da güneşli bir günde olmalı!.. Üst geçidi çıkıp sağa, ona göstermek istediğim kahve dükkanına yöneliyoruz ve onun azıcık uzağında bulduğumuz park yerine giriyoruz.

Yaklaşık bir yıldır fark ettiğim ve bildiğim ama girmediğim dükkana, Vera'ya ilk kez gireceğiz. Çift olduklarını düşündüğüm bir genç kadın ve bir genç adam. Bir de kız çocuğu var; ya raflardan aldığı bir kitabı okuyor ya da ders çalışıyor. Tam anlamı ile bir aile işletmesi ve ev şirinliğinde küçük bir mekan.

Kahve çeşitlerine bakıyoruz ve Kenya AA'da karar kılıyoruz. İnternet üzerinden kahve satışları da varmış; hatta Trendyol, Hepsiburada gibi sitelerde de dükkanları. Vera adı doğal olarak Vera'yı, Nazım'ın Vera'sını çağırıyor bana! Soruyorum. Mersin'deki ortaklarının kızıymış ve ad da tahmin ettiğim yerden geliyormuş. Hoş ve kocaman fincanlar ve de demliğinde kahvemiz geliyor. Küçük kaselerde de çikolata, kavrulmuş fıstık ve kayısı. Seviyorum ilk kez içtiğim Kenya AA'nın tadını. Kıvamlı kahveleri seven ben için ince gelse de yumuşak, baharatlı ve nüanslı hali çekiyor ilgimi.


Güzel vakit geçiriyoruz. Kitaplıktaki kitaplarından masaya taşıdıklarımıza göz atıyor, sahipleri ile sohbet ediyor, bu bölgede fazlaca inşaat yapan, blogdaki bir yazıda da bahsettiğim, epeydir rastlaşmadığım bir arkadaşımdan söz ediyorum.** Sonrasında, geçen gün bu dükkanın önünden geçerken düşünüp de vazgeçtiğimi yapıyor ve çektiriyorum kahveyi. Bir de hoş geldiniz paketi uzatıyorlar elime; taze çekilmiş Türk Kahvesi. Teşekkür ediyor ve ayrılıyoruz mekandan. Sıklıkla gelebileceğimiz bir noktada değil ne yazık ki; üstelik kendi coğrafyamız -yeni açılacaklar hariç- kahveci kaynıyor, içlerinde favori mekanlarım da var!

Çıkıyoruz park ettiğimiz yerden, biraz ilerliyor ve duruyoruz: Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... diye bahsettiğim Kahvehane'nin karşısındayız. Kapı önünde müdavimleri var. Yanılmadım! Bayılıyor Kıymetlim...

Biraz daha ilerleyince Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir... diye bahsettiğim yerin önünde de duruyoruz; bu kez ikinci katı manzara açısından daha da cazip buluyorum.

Bu yazıyı yaşanan günden bir hafta sonra bugün yayımlanmak niyeti ile yine bir cumartesi günü, dün yazarken, yılın ilk karı yağıyor. Deniz dalgalı, kar yağışı mutedil! Güneşse usulca ve muzırca göz kırpıyor...

Pencerenin önüne geçmeli kar yağışının tadını çıkarmalıyım...


*Mekanın 2011 yılında kararı alınmış ama restorasyona başlanmımış hali şu yazıdaki sondan 2. fotoğraftır.

** Bir arkadaşımdan bahisli yazı 

***Karga ailesi bahisli yazı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP