14 Ocak 2020 Salı

Füruzan'dan Özür Diliyorum Bir De La Gomera İzliyorum

Doğrudan film yazısını okumak isterseniz, Bu Filmi İzlemesem Kendime Küfrederdim, alt başlığına gidebilirsiniz.


*

Bir türlü elim gitmiyordu, sebebi ne onu da bilmiyordum. Düşünmüyordum da! Tamam yerli yazarlara mesafeliydim, dünyayı merak ediyordum. Üstelik daha ortaokuldayken -2.sınıftayım diye yazmışım kitaba- iki ciltlik, 1237 sayfalık koca iki tuğla Sefiller'i yalayıp yutmuştum. Neredeyse, gençler için kısaltılmışı olmasa  arada bir göz attığım Das Kapital'i dahi yalayıp yutacaktım fakat onca kitaba rağmen, şu yaşa kadar bir Füruzan okumamıştım, okumuyordum. Onun kitaplarından yapılmış film izlemişliğim de vardı üstelik. Ve üstelik ağırlık yabancılarda olsa da hiç yerli yazar okumuyor değildim. Mesela kullanmaya bayıldığım günün ruhları dürtükleyen saatleri ifadesi Adalet Ağaoğlu'nun yıllar önce okuduğum Romantik Bir Viyana Yazı adlı ben için muhteşem, tadı kalıcı romanındandır.

Derken bir gün İstanbul'da, Haydarpaşa Garı'nda, kitap fuarında,* Kadıköylü olduğunun altını sıklıkla çizen, o ân için hâlâ  tek bir kitabını bile okumamış olduğum Füruzan, duygulu, sıcacık ve etkileyici bir üslup ve küçük bir kız çocuğu tazeliğinde, doğrudan yüreğe işleyen kelimeleriyle yaptığı kısa konuşmasıyla bir ânda ruhumu ısıtıverdi, ele geçirdi! O duygu, o güzel ve içtenlikli kelimeler şırıl şırıl yüreğime akarken, o küçücük kıza, o naifliğe koşup sarılasım da geldi. Buna rağmen her kitap siparişimde listeme bir kitabı giriyor fakat daraltma yapınca da ilk çıkanlardan biri o oluyordu. Sonunda, en son siparişimde, kısalığını da gözeterek bir kitabını siparişe ilave ettim!


Enn sevdiğim kadın geleneksel bir yemek için Ankara'da. Sırt çantama önce büyük fotoğraf makinesini ve biri bitmek üzere olan iki kitabı atıyor, sonra büyük makineden vazgeçip biri L23 olmak üzere iki küçüğü alıyorum yanıma. Trendeyim. Sınavları biten öğrenciler memleketlerine dönünce, futbol maçı da yarın olunca yolculuk sakin; açıyorum bayılmakta olduğum kitabımı, kaldığım yerden devam ediyorum. Güzergâh artık malumu üzere, çok zevkli. Hava soğuk fakat güneşli. Gözlerimin içinde, önceki gitmelerde aklıma yazdığım su böreği dilimleri dönüyor. Bu kez çay ama! Kahvaltımı orada yapacağım.

Trenden inip ringe geçiyor, küçük bir çevre turundan sonra da iniyorum çarşı içinde. Şoföre teşekkür etmeyi ve iyi günler dilemeyi de ihmal etmiyorum. Esnaflı ve parke taşlı sokaktan geçerken bir ân tandırı efsane minik ve kadim köy lokantasının fotoğrafını çekmeyi düşünüyor sonra da laflamak durumunda kalacağım için bu fikrimden vazgeçiyorum. Garın sokak içinden görünüşüne bayılıyorum, sanki ona ilk kez geliyorum, kucaklarını açmış beni bekliyor sanıyorum.

Su böreği ne yazık ki yok. Olsun! Fakat mekânda artık alıştığım ve sevdiğim çocuklar da yok.

"Bir peynirli börek lütfen."

"Dört tane ekler lütfen."  

"Bir de çay, fincanla olsun lütfen."



İlk cümlelerinden beri bayılma halimin devam ettiği ilk Füruzan kitabım, YKY-Doğan Kardeş-İlk Gençlik Serisi'nden. Daha enteresanı bu seçme öyküleri hazırlayan, kendisinden "bilmediğim bir yazar, kısa biyografisi iyi sinyaller vermişti ama! Anlatım dili incelikli ve şiirsel. Öyküleri sıcak, insana dair.." diye bahsettiğim, Nursel Duruel! Bu bilgilerin tümünden yoksun bir bilinçle, kısa bir tadımlık mantığıyla seçmiştim, Yaz Geldi'yi!

Onca izi kalmış kitap okuyan ben, kocaman bir hayranlıkla Füruzan'a, diline, kahramanlarına, doğrudan yüreğime inip beynime kazınan görsel şenliğine bayıla bayıla tadını çıkarıyorum hayatın; eski dostum bir garda. 70'lerin başında yazılmış her bir öyküsü koca bir roman tadı veriyor bana. Şaşkın ve hayran bir okuma ânının keşkeleri dönmüyor fakat başımda. Mutluyum, iyi ki, diyorum. İyi ki bu ara, iyi ki geçmiş de değil, diyorum. Bu tazeliğe bayılıyorum...

Okuma ile bağım da tazeleniyor, çiçekler açıyor. Sanki ilk alınmış ciltli kitaplarım Altın Masallar'ın, ve önünde nasıl uzun bir yol olduğunu bilmeyen, kitabın kokusunu seven, o ilk kitabının ilk sayfasını açmak için aceleci bir merakla ve bir ân önce eve varma telaşındaki çocuk gibiyim.

"Bir bardak çay lütfen!" 



Bugünün planında bir de film var, 16.15 seansı benim için uygun ki film ardı için de bir planım var. Kapatıyorum kitabımı, ödememi yapıp teşekkür ediyor, parkın içinde süzülerek yürüyor, sevdiğim alanların üzerinden geçerek istasyona varıyorum. Açıyorum kitabımı yeniden, bu kez ara istasyonda iniyor ve en sevdiğim iki arkadaşımdan birine gidiyorum. Sonra da onunla en sevdiğim diğer arkadaşıma. 16.15 için bir sorun yok ki gideceğim sinemanın olduğu AVM'de yol üstünde. Fakat laf lafı açıyor, laf açıldıkça keyifler artıyor, çaylar kahveler Türk'ten başlayıp çeşitleniyor derken.. film saati hayal oluyor.



Bu Filmi izlemesem Kendime Küfrederdim



Gitme konusunda kararsızlık ve bir üşengeçlik yaşasam da öğlene doğru çıkıyorum evden, ne güzel ki tren tıka basa gelmiyor. Mavi koltuk boş ama ben ayrılanları nedeniyle oturmuyorum. Tavrımla da örnek teşkil edemiyorum ne yazık ki ve bir genç adam gelip oturuyor! Herkesin gözü meşgul, ellerinde telefonlar, görmezi oynuyorlar. Dürtmezseniz de fark edemiyorlar! Şu teyzeye bir yer bulmalı.

"Çok meşgulsünüz farkındayım, şu teyze, göremediniz elbette!"

Yolda inenler olunca, oturuyorum bir koltuğa, açıyorum kitabımı. Özür dilerim, Füruzan. Hiç eksilmeyen, kendimi fark ettiğim her ânda fark ettiğim tebessümüme bayılıyor, sonra yeniden kitabın sıcacık dünyasına dalıyorum. Bu yaz neredeyse öykülerle dünya turu yapmış ben, çok farklı ülkelerden yazarların öykülerini okumuş ben, Füruzan'la gurur duyuyorum. Ona bayılıyorum. Onu seviyorum.

Ve bir kez daha Samsunspor! Hava sert ve yağmurlu, ama kuvvetli değil yağmur; tadı çıkarılası. Asansör, üst geçit, bozuk asansör ve merdivenler... Adı batasıca AVM dışarıdaki sakinliğin aksi bir kalabalıkta, pazar gününü ve çevreden gelen kalabalığı da düşününce, yakışır.

Doğrudan en üst kata yönleniyorum, seansa az bir süre var. Film sonrası için bir mekâna göz atıyorum. Manzaraya karşı bira; yanı için düşündüklerim de var elbet. Plana dahil bir durum!

"La Gomera için bir bilet lütfen!"

"La Gomera oynamıyor."

"Nasıl olur, internette gözüküyor ve afişin ışığı da yanıyor."

Dönüp bakıyor genç kız.

"Maalesef bize düşmemiş, oynamıyor."

"Seans ışıkları da yanan afişin işi ne o zaman?"

"Afiş var ama bize gelmemiş."

"14.15'de ne var, bir bakar mısınız lütfen."

"Islıkçılar."

"Aynı film, afiş La Gomera olduğu için, onu söyledim."

Öğrendi genç kız!  

"D 4 lütfen!"

Biletimi çok hoş güvenlik görevlisi genç kadına gösterip, onun iyi seyirlerine teşekkür ediyorum. Kata çıkıp, terasa yürürken şeytan dürtüyor ve biletime bakıyorum. G 4! Bingo!.. Ya benim dilimde bir sorun var, ya da beni kollayan bir Rab. Geçen sefer aynı nedenle oturduğum G 4'ü sevmiştim aslında, bilet almadan önce de aklımdan geçirmiştim ama ekrana bakınca D 4'ü seçmiştim, çünkü onu da seviyordum. Benim kaderim güzel örülürken aslında bazılarının kaderi de çiziliyormuş ki o ân için farkında değilim!


Terasta biraz deniz soluyor ve salona geçiyorum. Basamakları çıkıp koltuğumun koridoruna giriyorum ki bir ön koltuğumdaki kısmen toparlanan genç kız bana ayar oluyor, fark ettim; bunu da erkek arkadaşına ifade etti! Bacak bacak üstüne atıyor ve kitabımı açıyorum. Salon dolu olmasa da bu film için kalabalık: Ağırlıkla genç çiftler ve mantıklarından bakılırsa da doğru bir tercihle arka sıraları seçmişler. Ama yanılmışlar, gerçek filmlere kimse gelmez sanmışlar! E çocuklar salonu gözleyen kameralar var, diyeceğim ama insan algısı işte, karanlığı görünce umursuz oluyor sonuçta. Rahat olun mesajını elimden geldiğince veriyorum, gözlerim off'ta, anlarım halinizden diyorum, duruşumla. Öte yandan bu çağda bile sinema koltuğunda film için bulunmayıp da  fırsat yaratma mantığı, fazlaca zavallı geliyor bana.

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi?'' dediğinde Asya...** yazmışlığı olan romantik de bir çocuğum ben oysa... ama diğer çocuklara eyvallah olsa da bu kız hırslı ve de tehlikeli. Oğlanı uyarsam mı acaba?


Film şu güzel kadınla başlıyor, kim olduğu henüz meçhul. Erkek karakter ilginç. Opera müziği, şarkıyı söyleyen ses çok güzel. Anlatımın görsel dili ilk ândan itibaren ben kaliteyim, diyor, yönetmeni bilmiyorum ve izlediğim ilk filmi ama ruhunu hissettim. Bir fırlama... kesin. İlk yarıda olan biten karmaşık gibi. Nereye gidiyoruz, kim kim, kim iyi kim kötü farkında değiliz ama film beni ele geçirdi çoktan. Meşguliyetimiz puzzle'ın parçalarını bir araya getirmek. Mizahsa bal gibi. Sinemasever için ama! Filmle ilgili olan, ona dahil olabilen, buna niyeti olan için yani... Filmin başındaki uyarının hakkını veren bir seks sahnesi var ki filme henüz girememiş tüm izleyenlerin çakralarını açıyor. Bir süre devam ediyor mahrem anların ıssızlığı. Sanki salonda kimse yok.

İtalyan Usulü Soygun'un tadını alıyorum filmden.*** Ama onla kıyaslamıyorum. Örgütlenme ile aksiyon ve karakterlerin çeşitliliği bunu düşündürten. İlki eğlenceli bir filmdi, soygun muhteşemdi. Bu da eğlenceli ama daha sert ve gizli örgütler dünyasını da açık edip, edeplerini de sorgulayan, politik bir tavrı da olan bir film.

Islık dili biz Karadenizde yaşayanlar için malum, varlığını biliyoruz. Sanki film akarken karakterlerden birinden böyle bir dilin aslında olmadığı gibi bir şey duyuyorum ya da böyle bir izlenim aldım ki bu dil kesinlikle var.

İkinci yarıda bütün dağınık parçaları bir araya getiriyor izleyici ki bu çok zevkli. Filmin içinde, ona dahil bir karaktermişiz de haberimiz yokmuş sanki. Çok eğlendim, merak ettim, dikkat kesildim, güldüm, heyecanlandım, Bükreş'e gitmeyi hayal ettim ve final sahnesi ve finaldeki bildik müziklere, ustalara saygı göndermeli klişelere ise bayıldım. Tebessüm ettim ve ruhundan öperim Sayın Yönetmenim, dedim, son isim de geçene kadar bekledim ve salondan çıktım.

Mutlu izleyici şimdi bu mutluluğunu çoğaltacak. Hayal Kahvesi taşındıktan sonra yerine açılan mekânı yazmıştı aklına, bir önceki gelişinde. Günü taçlandırma, mutluluğu artırma niyeti baştan belli. Bir umutsuzluğu da var aslında. Bir izlenim gerçi bu sonuçta?! Akşamın ışıkları usul usul yanıyor ve cam önü bir masadaki soğuk biranın ve ona uygun yiyecekli bir tabağın, üstelik de çok eğlenerek izlenilmiş film tadıyla katmerlenecek olması, ruhu fena kışkırtıyor!


İçeri adımımı attığım ânda emin oluyorum aslında, mekân çok şık ve hoş. Bir genç kız yaklaşıyor, güler yüzle. Sanırım bira ve alkol yok sizde, diyorum ve durum netleşiyor. Hayal kırıklığı yok ki bir umut Hayal Kahvesi'nin yerine gelmiş olmasıydı... Çıkıyorum, bir şeyler yeme fikrim var. Bir ân, hemen yandaki Anemon'a geçmeyi, onun enfes manzaralı restoranında bira içmeyi düşünüyorum; niyet sağlam ve hatta kendimin oradaki ön izlemesini de yapıyorum. Sonra bundan vazgeçiyorum. Bunu enn sevdiğim kadınla yapmalıyım, diyorum. Sonra bazı mekânlar daha geçiyor aklımdan, bu doğrultuda yürürken, kapandı diye düşündüğüm ve çok üzüldüğüm kadim bir lokantanın ki adı Gar, ama bu esnaf işi... Gardaki Gar Lokantası bir efsaneydi; o binayı aklı evveller yok edip bulunduğu yerden daha geride yeni bir bina yaptılar ve halt ettiler ki onun acısını bu esnaf lokantasının tadıyla dindirmek istiyorum. Önünden geçtikten biraz sonra bütün fikirlerimi revize edip geri dönüyorum.

"Az, sulu köfte lütfen."

"Az, pilav lütfen."

"Pilava biraz kuru fasulye atmamı ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

Pilavda arpa şehriye var yahu!

Bu lezzetle bu kez dolmuşa biniyorum, trenden vazgeçtim; zaman kaybetmek istemiyorum ve bizim mahallenin büfesinin önünde ineceğim. Revize edilmiş fikirlerim var!

Dolabı açıyor, bu kez bir kutu Budweiser, raftan da bir küçük paket fıstık alıyor, soğuğun ve yağmurun tadını çıkara çıkara eve geliyorum. Ken Loach'ın şahane filmi Meleklerin Payı'nda gördüğüm ve hemen aynılarından aldığım lale ağızlı ve ayaklı viski kadehlerimden birine yarısını doldurup biranın, küçük kase fıstığımı da yanıma alıp ekranımı açıyor ve bu yazının ilk satırlarını yazmaya başlıyorum.

Dışarıda kar soğuğu enfes bir kış var. Deniz mutedil.



*Garda Kitap ve Füruzan bahisli o gün.

**O çocuğun unutulmaz günlerinden ve filmlerinden biri bahisli film yazısı.

*** İtalyan Usulü Soygun 

9 Ocak 2020 Perşembe

Bugün Bir Tırtıl Dünyaya Gelmişti

Ne de iyi etmiş ne de hoş gelmişmiş...


Benim küçük oğlum ki adı Tırtıl'dır; birlikte uyurken, sırtımı dönmeme bile izin vermezdi. Sıcak kanlı ve girgin bir çocuktu, çok da sempatik; yolda durdurulup sevilen cinsten. Hayvanlarla arası müthişti, insanlarla da; sokakta, pazarda, nerede olursa olsun rast geldiğimiz sokak köpeklerine sarılır, öper, okşar, dili döndüğünce sohbet eder, nasihatlerinin ardından vedalaşırdı. Bahçede otlayan, pek çok yetişkinin yaklaşmaya korkacağı koca ineklere yanaşır, toparlar, küçük oyuncak arabasını burunlarının üzerinde yol olmuş beyaz tüylerinde sürer, ilginç gelen kuyrukları ile oynar, arada bir okşar, arabayı burun deliklerine sokar, sonunda da boyunlarına sarılabildiği ölçüde sarılıp yanaklarından şapur şupur öperdi. Bir hatalarını gördüğünde de ayar vermekten vaz geçmez, nasihat eder, elindeki küçük pet şişe ile de ufak ufak vurur, nasihati aldıklarına karar verince de başlarını okşardı.

Şaşardık ineklerin tepkisizliğine, onlar araba buruna geldiğinde, garaja girmeye hazırlandığında şöyle dönüp bir bakar, yeme işini bırakır, sanki "Çocuk işte!" dercesine gülümserlerdi. Bir gün kaz yavruları alındı eve... onlar büyüdüler tabii ki, büyüdüklerinde bizim Bitsy'den bile ürkütücü oldular. Önlerine kattıklarını kovalamaya başladılar!

Ah Bitsy ya! Bir efsane ve bilge Bitsy: Çok uzun yaşadı, ne hikayelere imza attı, yıllar yıllar sonra bir gün fena acılar içinde kıvrandı, indim başına, yandaki kız öğrenci yurdundan tatlı bir genç kız ki veterinerlik son sınıftaydı, geldi, baktı, muayene etti ve hocasına götürmemizi önerdi. Götürdü iki kardeşim hocanın muayenehanesine, profesör hocamız daha fazla acı çektirmeyelim, dedi. Uyuttu. O zaman kadim evimiz eski halinin sonlarındaydı, yerine yeni giysilisini yapıyorduk, bizse bir diğer parselin içinde ama caddenin kenarındaki, ilk biten çok katlı binamızda geçici olarak, oturuyorduk. Bitsy'yi, en uzun ömürlü efsaneyi o gün için, inşası bitene kadar geçici olarak terk ettiğimiz kadim evimizin güzide bir köşesine gömdük, bir kaç yıl önce. Şimdi üç kardeş, giysilerini değiştirmiş, yeniden doğmuş ama ruhu ve hikayesi çok eski evimizin katlarındayız. Bitsy de son can dostumuz olarak bahçemizin en nadide köşesinde, bir zeytin ağacının altında.

Aslında bizim canlarımız diye bir yazı yazsam, ne efsanelerle birlikte bir hayat bizim ki bakın, deyip, fena hava atarım! Daha bir haftalık taze askerken mesela evden, kız kardeşin kaleminden gelen bir mektupla göz yaşları döktüğüm ama sonunda çok da güldüğüm bir Turbo hikayemiz var ki, enteresan! Ya da bu aslında insanmış denen başka bir efsanemiz, Miço'dan söz etsem; bayramlık koçlar yüzünden, onların peşine gittiği bir esnada trafik kazası geçirmesinin ardından, onu doktora yetiştirebilmek için, daha taze ehliyetli bir çocukken içimden geçirdiğim, şimdi trafik durdursa, bak çocuk köpeğe çarpmış ve de ağlıyor diye düşünse, endişeleri yaşayarak yetiştirdiğim andan, onu karanlık bir odaya koyun, dört beş gün orada kalsın önerisine uyduğumuz, bebe mamaları ile beslediğimiz evreden bahsetsem, uzar gider bu yazı.


Tırtıl, gurbette ilk yılı olan, minicikken bir soruma verdiği yanıtla koca bir ders almama, bunu da bir yazıya*, sonraki bir yanıtıyla da aynı konuda ikinci bir yazıya sebep olacak kadar da düşünce ve sorgulama yeteneğine sahip;  sol ayağı müthiş, klas ve de teknik, lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp, okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray gören, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir, aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekanda okul dışı saatlerde çalışıyordu da. Belediye Başkanlığı seçim sürecinde de hep sahadaydı ki başkanı seçimi kazandı! Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da... gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, hep sakin kalmayı başarıyorum, yani.. alevlendirmiyorum!

Ben güya, kısa bir yazıyla, okul başkanı olduğu geçen yılda tüm seçim vaatlerini -mesela kızların kullandığı alana boy aynası koydurmak gibi-  yerine getiren, yine vaatlerinden biri olan, okulunun futbol takımını, amcasının sponsorluğundan da yararlanarak, önce ilçe sonra da finalde benim Lisemin takımını yenerek ilk kez il şampiyonu yapan küçük oğulun, Tırtıl'ın doğum gününü kutlayacaktım. Ah ben işte, şu kalemi elime alınca dur durak bilmeyen ben... işte! Daha neler neler yazardım oysa! Bakın kazlar meselesini unutacaktım az kalsın, ördeklerden ise hiç söz etmeyeceğim. Bu kazlar büyüyünce büyük tehdit oldular ve insanları kovalamaya başladılar. Hiçbirimiz yanaşamaz hale geldik. Öyle de sevimli bir çete tehdidi ki gülsek mi ağlasak mı arada kaldık. Ama başlarına bir bela musallat olacağından, onları önüne katıp sürüyecek, ayar verecek, parmak sallayıp saygıya davet edecek kişiden henüz haberleri yoktu!



Hala sohbet ettiğimizde, o yılları konuştuğumuzda, deriz ki: Şu kazlar ya, bir tek Tırtıl'la nizama giriyorlardı, bi tek ondan tırsıyorlardı.

Fakat benim yakışıklı oğullarım ve geniş ailenin yeni nesil yakışıklıları bana bir kötülük yaptılar, buna bir kuzenimi de katabilirim: Ailedeki 1.86 ile en uzun boylu insan bendim, geniş ailenin 3. kuşağının ilk çocuğu olarak uzun yıllar liderliğimi sürdürdüm. Sonra halamın oğullarından ikincisi geçti beni, sonra da 4.kuşaktan gelenler yüzünden, otoyolda nal toplayan Ferrari'ye döndüm. Küme düşmedim ama zirveye baya uzak kaldım. Şu an itibari ile sıralamadaki yerim altıncılık. Liderse Mussano. Hepsi de 1.90'nın üzerinde. Çok da yakışıklılar. Yeminle! İkili üçlü gezdiklerinde, teyzeler durdurup, allah nazarlardan saklasın demiyorlarsa, iki gözüm önüme aksın!

Tırtıl Oğul'un bir hedefi vardı, siyasete yakındı, liderlik vasfı güçlenmişti, hocaları güçlü İngilizcesi ve Tarih nedeni ile bu yönde ilerlemesini öneriyorlardı ki aile genlerimizde var bu; sosyal bilimlere yatkınız.  Dershaneye yazdırdım, her ebeveyn gibi... zorla!  Her ne kadar karşı olsam da sistem insanı düşüncede ve vicdanen zorluyor, ne yazık ki!. Tıpkı Anadolu Liseleri sınavları öncesinde olduğu gibi ki ona iki ay para ödememe rağmen bir gün bile gitmedi. Birlikte oturan bir aile de değildik ve bir düzen kırılması içindeydik. Üniversite içinse iki kere gitti ve yine bıraktı; ikna edemedik, ne abisi ne ben. Kendine güveniyordu, kendim çalışacağım, dedi. Sipariş ettiği kitapları aldım. Dedim o zaman bana öyle dandiklerden olmayan beş üniversite yaz, sınav sonrası görüşelim senle.

Ben yazdım sonuçta, beşlik listeyi. En başa iki önemli ve kadim Üniversiteyi koydum. Şimdi istediği ve beni de kıskandıran şehirde, İzmir'de istediği üniversitenin, istediği bölümünde. Fakat son sınavdan çıktığında dediği, matematik soruları kolaydı ama sonraya bırakmıştım, cümlesini cevapsız bırakmadım. Ya.. dedim, gitseydin dershaneye matematikten başlardın sınava! Şikayetçiyim sanılmasın, kulaklara küpe olsun benimkisi ki bu oğlan bilir işini! Kendini bilmese, emin olmasa, olmasak; sınavdan iki hafta önce, amca yeğen yapmazlardı bir Orta Avrupa turu; hesap kitap adamı kardeşim, vermezdi ödülünü peşin peşin!

Laf aramızda; bir de harmandalı oynar ki, yakıştıra yakıştıra... Atatürk görse alnından öper. Mezuniyet töreninde yakıp yıkmışlığı vardır, Yelken Kulübü.

Ama yıllardır sakladığım bir şey var ki ona dair,  bugün paylaşmazsam çatlarım. Muhtemelen de kızar!!! Ama ben için öyle bir andı ki... öyle gülmüştüm ki... kişisel tarihim için şuraya not düşmezsem, yazık ederim.

Bir gün, onlar anne evindeyken, Mussano ile MSN'den yazışıyoruz, Tırtıl'ı ekmemiz gereken bir eylem yapacağız, muhtemeldir ki ona fazla bir filme gideceğiz, Mussano da lise başlarında muhtemelen. Uyardı, Tırtıl yanımda ve okumayı çözdü, açık etme. Aslında yazmayı da halletmişti; kelimeleri ayırmadan cümleler kuruyor, sesli harfleri de hiç kullanmıyordu.

Yine çok uzatıyorum farkındayım, son sadede geliyorum. İlkokula başladıktan bir süre sonra, MSN üzerinden arkadaş sohbetleri arttı doğal olarak, aynı evde olmayınca denetlemek de güçleşti tabii ki... dedim şifreni bana da ver. Verdi. Bir gün girdim, bakim dedim bizim oğlan neler yapıyor?

Gördüğüme çok güldüm. Olduğu gibi kopyaladım ve muhtemelen 11-12 yıldır da saklıyorum. Kısmet bugüneymiş!

sanalika gibi kendi adamını yapıon
hayvan alıon
evin oluo
para kazanmak için paintball futbol tenis bide kumar oynuon
sevgilinle öpüşebilion



*Bir yazı Saflık.

***Ev kılığını değiştirme aşamasına gelmişken, arka bahçedeki son etkinlik: Performans Alanos

3 Ocak 2020 Cuma

Mektuplarıma Değişik Zamanlarda Kitaplar Sızmış

... Bu arada Herta Berlin* abla hakikaten ilginç; ilk defa bu üslupta bir romana rastlıyorum; bir okur için sıkıcı ve zor olabilir ama ben okuyorum valla; bişi de anlıyorum, ama kendisine hayran kaldım mı, hayır! Bir kere ideolojik ve siyasal yaklaşımı açısından ve fotoğrafından yaptığım karakter analizinden yola çıkarsam; abla sen halt etmişsin, derim! Lakin bir roman işte bu, diye bakarsam, şimdilik bir sorunum yok kendisi ile. Yeni başladığım kitabının girişindeyim, kendisi ile iyi bir ilişkimiz olacak gibi! Tilki ise garip bir okuma serüveni oldu benim için, farklı bir üslup okey, itici duruyor alışkın olmayan bedende, buna da okey, bu da ne lan yazar bayan, diyorsun, buna da okey, ama sonuçta merak edip bitiriyorsun; hatta aklında olaylar ve karakterler kalıyor, görsel manada da bir film izlemişim ben yahu, diyorsun... Enteresan bir durum yani?!!



... Az önce bitirdim Vahide'nin hikayesini; ödüm koptu mutsuz sonla bitecek diye! Jale Sancak işte; güzel insanların, mekanların ve duyguların efendisi; gözlemleri kudretli, kalemi masalcı, gözlemci ama eleştirel ve duygulu kadın... Bir de yumuşakça ve sevgiyle de anlatılabildiğini gösteriyor ya kendisi, tüm sert eleştirileri.... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında kendisi, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil! Ama balık pişirici abi ve Hristo da muazzam.



... Önce, dedim abi sen ilk ya da ortaokul öğrencileri için mi yazdın bu kitabı. Sonra aldı götürdü beni. Yazarın üslubundan yola çıkarak sen ne uyanık bir adamsın lan, dedim. Fırlama bi şahsiyet, fırlama bir üslupla öyle akıcı bi roman yazmış ki, neredeyse 160 sayfalık kitabın yarısına geldim. Sanki bir film izler gibiydi?! Valla ben ünlü bir yönetmen olsam, bunu film yaparım; eğlenceli ve aslında eleştirel bir -siyasal- gözlem romanı kendisi. Sevdim yani; kitabı bitirmek üzereyim; bugün, olmadı yarın işlem tamam gibi. 10-15 sayfa falan kaldı ki bu sayfalarının hepsi dolu bir kitap sayfası da değil. İlginç bir kurgusu var kendisinin, toplam sayfanın üçte biri boş; herhalde iki, üç farklı olayı ayrı ayrı yazmış, sonra bir paralel evren kurgusu yapmış, dolayısı ile bazı sayfaların yarısı boş kalmış! Fantastik ögeleriyle birlikte çok eğlenceli yahu...



... D vitamini candır bayanım, taze bedenlerin ihtiyacıdır kendisi, for example çocukluk. Bu arada Mucizevi Mandarin, ya!.. Ben; şu ukala, yerli yazarlara mesafeli duran mal ben yüzünden neler kaçırmışım aslında! Gerçi kuraklık mevsimlerinin yüzünden deyip suçu inşaatta çalışan, hem proleter, hem kapitalist bene de atabilirim. Bayıldım kendisine, bu kadar duru ve de edebi ve de bir film izletircesine yazmak yaa... aynı ben!!! Bir de işin içine başka ülkeler, başka şehirler girince bana sahip olmak çok kolay gibi... Prag candır, henüz kitabın ortasındayım ama içinde Prag geçince işte, memleket hasreti gibi tüttü gözümde; kendimi bizim mahallede bir barda görüverdim, biralar masaları dolaşan trenlere yüklenerek geliyordu. Kapitalist yanım verimliydi, biraz da onun özgüveni ile coşmuş ve şımarmış olabilirim!! Lakin bayanım; kitaptan önce mi yoksa kitabın etkisi ile mi oldu şimdi ayıramıyorum; muhtemel ki kitaptan önceydi ve benimle aynı segmentte sayılabilecek bir yazar da bahsedince sütlü neskafeden; dün aldığım bisküvilere eşlik için yapayım dedim kendime bir sütlü kahve. "Yeni yazacağım romanın," düşlerini kurarak tüketeceğim kendisini... Üstelik hava ve saha şartları okumaya müsait, içimde fena halde yazma arzusu var ve ben ne yapacağını şaşırmış, bir şaşkınım. Okusam mı yazsam mı ikilemi arasındayım lakin tembel yanım oku da bitir şu kitabı, diyor. Yazmak için bana bulaşma beni rahat bırak, diye de açıklama yapıyor. Öyle işte, malum, disiplinli bir şekilde sabah rutinlerini halletmem lazım. Sonra da kitabı bitirmem!..


 
... Valla bırak bırakabilirsen listesinde önemli bir yer tutar kendisi! Bir de insanı bir başka dünyaya taşıyor ve sanki bir başka yerde ruhunu dinlendiren bir insan şekline sokuyor. Üstelik sen de yaz, gez- toz, yemek ye, sanat olaylarını takip et şeklinde motive de ediyor. Meraklandırıcı, eğlendirici, heyecanlandırıcı bir film kesinlikle. Sonuçta Fransa işte! Yazarı tanımlamam gerekirse kısaca şöyle diyebilirim; piçin önde gideni. Fena bir hergele ve okuyucuyla bir oyun oynuyor ve seni de o oyuna dahil ediyor; akıcı ve gündelik bir dil, muhteşem kurgu ve illaki hergele bir tutum. Başka kitaplarına bakacağım kendisinin. Tam bir tatil, yol, canım sıkıldı, şu dünyadan kopayım kitabı!. Sanki Piazza denilen mel'un yerin terasında dünyanın en güzel manzaralarından birine bakarken tüketilen hamburgerin ve kolanın keyfi tadında... Her ne kadar bu benzetmem özendiğim anlatılar üzerinden olsa da, aynı mekanda insan sanki Avrupa'nın en güzel yerinde tatildeymiş gibi de hissedebilir kendisini. Bir serotoninlenme hali yani, diye de düşünüyorum; bahse konu yere gıcık olan biri olarak!

 

... İsmail Kadare candır bu arada, sanırım diğer kitapları ile de ilgileneceğim. Okuduğum kitabın ilk sayfasından beri, A..ha bir Kasabanın Sırrı daha, diyorum; biraz da Tütün-Sarı Dünya'nın mizahlandırılmışı. Abi hem iyi bir gözlemci hem de mizahı çok güzel... hem de ideolojinin pratiğini eleştirme biçimi süper; üstelik kısacık kitapta! Kesinlikle filmlik bir kitap! Bir de klişeleri öyle tatlı kullanmış ki, üstelik bir işgali anlatırken. Nazi Subayı ise enteresan bir kişilik, anlatının başarısı sayesinde, kendisini resmedebilirim bile.



... Dün şu Gözlemevi adlı kitaba başladım, önce kavramakta güçlük çektim, girişi pek etkileyici idi; bluz, meme, tuz tadı gibi kelimelerin geçtiği bölüm: insanın hayal dünyası işte, gördüğü güzel şeyleri hatırlıyor! Ve planktonlar var, kitabın içinde! Sonuçta "it" yüzünden yarım bıraktım. Fakat bu sabah baştan başladığımda, bazı şeyleri oturttum, daha anlaşılır oldu her şey ve bayıldım üslubuna. Tamam anlamadığım mevzular var içinde, en azından teknik durumları bilmiyordum, lakin tümden gelim metodu sayesinde, bilinçsizce tabii, her şey anlaşılır oldu birden. İlginç bir kitap ve ben sevdim.  Kısa olması itibari ile de bugün muhtemelen biter. Yazarın diğer kitapları ile de ilgilenmek elzem oldu!



... Okuduğum yeri geri dönüp tekrar okumaya başladığım kitaplar ki bu tadına bayıldığımdan değil, kendimi verip de anlamadığımdan geri döndüklerim; sonrasında en sevdiğim kitaplar hanesinde kendilerine ait müstesna bir yer buluyorlar. Gerçek Hayat bunlardan yeni bir tanesi. Ondan çok şey öğreniyorum; bazen, okumaya ara verdiğim esnada üzerine blog için hayalimden çok güzel yazılar yazıyorum; gerçi  yazar da benim yazılarımdan alıntılar yapmış, benim benzetmelerimden kullanmış kitabında, mesela asılı kalmak, gibi... Şu romandaki kadın yazarlar meselesine de dalmak, kitaplarını okumak istiyorum; bugüne kadar, bildiklerimin hiç birinde yazdıkları ve hissiyatları üzerine bir merak oluşmamıştı. Ama kitap ve elbette ilk kez okuduğum yazarın saygı dili sayesinde bu kadın yazarları kendi kitaplarından okumam, onları, ilk kadın yazarlarımızı daha çok tanımama ve belki de kendilerini kahramanlarım yapmama sebep olabilir! Oylum Yılmaz kesinlikle güzel ve okuru besleyen bir roman yazmış; takdir ettim fazlası ile kendisini, bir hayranıyım artık. Kitap bugün bitecek; bir de bir gün birisi filmini ya da dizisini yaparsa... demiştin, dersin. Ben kesin yapardım. Kısa senaryosu bile hazır. Kafamda!!



... Olayın diğer tarafındaki küçük hikayelerden oluşan, kesinlikle küçük ama çok etkili bir kitap; ikinci dünya savaşı ve arkasını, oradaki sivil ve masum hayatı merak edenlere kesinlikle çok şey katıyor ki benim 10 sayfam kalmıştı sabah... ve gün içinde hiç fırsatım olmadı, birazdan tamamdır ama! Kitabı çok beğendim: içinde tren var, üstelik istasyon istasyon geziyoruz ve bu istasyonlarda büfeler var, ayrıca tren restoranlarında takılıyoruz, gittiğimiz mekanlarda bahşiş veriyor klasik müzik çaldırıyoruz, bazı otellerde kalıyoruz ve iz sürüyoruz, anılar da var elbet! Bir de 131 sayfalık bir kitapta bunları anlatmadaki lezzet önemli! Haa, konuya ilgisi olmayan, içinden trenler geçmeyen biri ne der, onu da bilemem!



... Bu arada kitap çok güzel, ilk yirmi sayfada makinistler, şahane bir baş makinist ve lokomotifler vardı. Ve Platonov ya! Bi ara keşke yaşayan bir yazar olsaydı da daha çok kitabını okuma şansım olsaydı, diye düşündüm. Dün saat geç olmasına rağmen 50. sayfayı geçtim ki valla şahsımın son dönem performansı açısından büyük başarı! Üstelik okuma konusunda fena gaza getiriyor insanı Platonov şahsı! Kitabın 406 sayfa olduğu düşünülünce ben bu kitabı en fazla, en tembel okuma modunda dahi 10 günde bitireceğim gibi gözüküyor. Kendisine Mutlu Moskova'dan** beri bayılmaktayım ayrıca. Kitapta da 130'a falan geldim yahu! Bugün iki yüzü bile bulabilirim, öyle bir potansiyel görüyorum kendimde, hatta dün yatarken okuyordum ki gözüme kirpik değince istemesem de, gözyaşıları arasında bırakmıştım. Sovyet Devrimine başka bir taraftan bakmak güzel oluyor, adamın dili zaten çok sevimli, ince de bir mizahı var ki tadından yenmiyor. Bir de hep trenler, istasyonlar işte... Bir de Rusya yahu!



... Bu Lupita Ablanın hikayesinin dili de Sombrero gibi, past continuous tense... hatta ben Sombrero'yu okurken yazarın Latin olduğunu bile düşünmüştüm bi ara! Dolayısı ile aynı sesleri ve vurguları yaparak okuyorum, gözlerimle. Lupita tamamdır, her ne kadar bitişi çok yumuşak olsa da -genel gidişi bir polisiye olarak alırsak- bitiş hafif kalsa da güzel kitaptı vesselam. Bir kere Meksika'yı tanıdık... benzer ülkelerdeki siyaset kirliklerini bir kez daha teyit ettik... ayakkabı kutularının sadece ayakkabı kutusu olmadığını ve evrensel bir değer olduğunu öğrenmekle ülkemin bunun dışında kalmamış olmasına sevindim! Artçıları güzel bir romandı ve genel gidişi de şahane idi, kesinlikle! Bak, tekila içesim geldi birden! Yüksekova'nın canını yerim ben be; kardeş şehri de var artık! Yalnız kitaba gittikçe daha çok bayılıyorum. Bir politik kara mizah romanı olarak değerlendirmek gerek sanki, o zaman her şey yerine oturur gibi. Bu yazar abla Sombrero'nun yazarından daha edepli ve de daha edebi bi fırlama... Çok takdir ettim kendisini!




*Hertha Berlin futbol takımı üzerinden, yazarla ilgili ilk izlenimlerim sonucunda mektupta yer alan, karşının algılayabildiği esprili bir göndermedir! 

**Mutlu Moskova, için buradan lütfen!

25 Aralık 2019 Çarşamba

Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

Pazar sabahı için anlaşıyoruz; vakit gelince arayıp uyandıracağım ve muhtemeldir ki 10'da da yola çıkacağız. Zaten erken uyanan biriyim! Bir uyanıyorum ki henüz günün iki buçuğuncu saati; bir süre uykuya dönemiyor bilgisayarda oyun, biraz kitap derken saat altı gibi yeniden uyuyorum ama saati de dokuza kuruyorum, öyle anlaştık. Sonrasında bir uyanıyorum ki saat on otuz iki; ya çaldığını duymadım ya da cep telefonu eline zorla tıkıştırılmış ben, saati kuramadım. Telaşlanıyorum, düşündüklerimizin tamamını yapabileceğimiz noktasında, endişeliyim. Bir de mekanın kalabalık olacağı ve yer bulamayacağız gibi bir düşüncem var ki mekan bir süre önce vitrine çıkartıldı üstelik! Çocukluktan miras bir telaş bende, popülerlik saldırısından korkuyorum. Arıyorum enn sevdiğim kadını, uyandırıyorum; planı revize ediyoruz ve arabayla gitmeye karar veriyoruz. Oysa tren artı kasabaya giden halk otobüsleri şeklindeydi hayalimiz; gün batarken de bizim barınakta, denize karşı balık...


Eğlenceli bir yolculuk, sohbetli ve müzikli. Güzergâh zaten zevkli. Eğer erken çıkabilseydik, daha zevkli saklı bir yolu tercih edecektik ki yol arkadaşımın bu fikrimden haberi yok, ama yolu biliyor: Ölü demir yolunun üzerindeki eski istasyonu ve ahşap traversleri görünce ve bayılınca o gün, arabayı boş istasyon binasının yanına park edip kahvenin yanındaki köy bakkalından  soğuk kolaları, köy bakkalı gofretlerini, çikolataları ve krakerleri almış, geçmişini içimize çeke çeke tatlarını çıkarmıştık; hemen istasyonun yanındaki çok hoş ve kadim bahçesinde, çınar ağacının altındaki tahta masada... Salıncaklarında sallanırken "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek gidelim," de demiştik. Sulu hamurdan pide vaat etmiş, çok da övmüştüm. Üstelik Ercan Nuri Bey, makinistlerin en popüleri, yayımladığı ahşap travers fotoğrafını şıp diye tanımış, sormuştu: Neresi bura? Beni aldığından beri o yoldan gitme fikrinden hiç söz etmiyorum... Ta ki bu yazıya kadar. Aslında iyi de yapıyorum!

Varıyoruz kasabaya. İkinci köprüyü geçip otoparka bırakıyoruz arabayı. Daha önce geldiğimizi, ona bir bakkalı gösterdiğimi, hatta Bakkal Amca ile tanıştırdığımı, sanıyorum. Birlikte gelmediğimiz gibi, hiç bir yerini de gezmemiş bugüne kadar... ama Göğceli'yi* biliyor, görmüş, bir arkadaş cenazesinde. Bir bakıma şanslı, rehberinin en çok geldiği noktalardan birinde ve şaşırıp bayılacağı pek çok an'a ve güzelliğe tanıklık edebilecek. Üstelik güneş saklıda dursa da hava muhteşem.

Bu yazıda şöyle bir enteresanlık var; kurgusu sıralı değil. Zaman sıçramalı bir yazı. Buraya gelmemizin ilk ve ana sebebi pide. Benim için ilk değil ama bu mekân benim için de bir ilk. Bu şaşırtıcı bir durum. Yıllardır gelip gittiğim, yiyip içtiğim, çokça tanıdığım olan bir kasaba olmasına rağmen duymadığım ve bilmediğim bir pideci! Yeriyle ilgili bir tahminim var, enn sevdiğim kadının telefonundan da yardım alıyoruz ve bölgeye varıyoruz. Hatta kahvecinin üst tarafındaki sokağa giriyoruz ama yola koyulmuş küçük tabelaları bile görmüyoruz. Bulamıyor ve soruyoruz; eski çarşıyı gezip, gün nedeniyle kapalı olan tarihi bedestanın dış cephesine hayran kalıp, içeriye de kepenklerin arasından bakıp, Bakkal Amcanın nesilleri tükenmekte olan bakkalına bayıldıktan biraz sonra.


Kahveciden sonraki sokakta değil de bir üstteymiş, ona girsek elimizle koymuş gibi bulacakmışız aslında! Üstelik fotoğraf makinem yerdeki tabelaları görmüş ama ben görememişim. Şimdi küçük sokaktaki mekânın önündeyiz, camında ünlü gurme ile çekilmiş ve büyütülmüş bir fotoğraf var. Küçük, temiz ve sevimli bir dükkân. İki genç adam. "Hanginiz Galip Usta," diye soruyorum, biraz sohbetten sonra... Bir yere kadar gitmiş Galip Usta, bu efendi çocuklar, Aşkın ve Mücahit, ustanın yeğenleri. Öğreniyorum ki yirmi yıldır buradalarmış. Söz ediyorum öte geçedeki, çok da beğendiğimiz, kasabanın en iyisi bildiğimiz pideciden. "Sulu hamurdan yapıyordu," diyorum; çocuklarsa "Bizden başka sulu hamurla yapan yok," diyorlar. Şaşırıyorum fakat bu kasabanın pidesinin adıyla anılmasındaki farkın da sulu hamurundan olduğunu biliyorum, belki de son yıllarda kalmamıştır diye düşünüyorum. "Vedat Milor bahsetmese demek ki varlığınızdan haberdar olmadan bu dünyadan göçecektik," diyorum.

"Bir kapalı kıymalı lütfen."

"Bir de peynirli lütfen."

Usta açık mı? diye soruyor peynirli için ki biz tereddütteyiz, daha doğrusu ben. Çünkü tadım maksatlı olarak ikisinden sonra, beğenirsek  bir üçüncüyü yeriz fikrim var. Ustanın da önerisiyle ve aklımıza da yattığı ve genel tercihimiz de o olduğu için karışık peynirli, açık ve yumurtalıda karar kılıyoruz.



Hava çok güzel, saklı ve küçük sokakta... Dışarıdaki masalardan birine oturuyoruz. Sıralı ve ahşap ayakkabı tamir kulübeleri çok sevimli ki bir tanesinde davul zurna hizmeti bile var. Park etmiş, eski usul iki bisiklet sokağa renk katıyorlar... Aklımızsa semaverde.

Kasabanın ayakkabıları meşhur ki adıyla anılıyorlar. Kendilerine has stilleri var; yumurta topuklular ve biraz da kabadayılar. Enn sevdiğim kadın kendi ayağına göre yaptırma fikrinde, en racon modelini öneriyorum ki onun fikri de o yönde. Dans ayakkabısı olarak kullanacak! Bence onunla sınırlı kalmayacak,  gündeliğe de kullanacak ki işte o zaman bu ayakkabılar, maskulen bir akımın işaret fişeği olacak.

Geliyor pidenin kapalı kıymalısı.

"İki ayran lütfen."


Sanki çıtır çıtır bir börek hamuru, öylesine incecik. "Tüm ezberlerinizi bozacağım," diye gülümsüyor pide. Öylesine kendinden emin ki. Birer parça alıyoruz. Bu kez bayılıyoruz, diyemeyeceğim çünkü anı ve tadı anlatmaya yetmez. Yeni bir milat bu! Tartışmasız. Bugüne dek gördüğümüz en ince pide hamuru. Lezzet inanılmaz, sanki hiç pide yememiş, tadı nedir bilmezmişiz bir hayranlığın tutsağıyız. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; "İki ayran lütfen," dediğimizde, "kendi ayranınız var mı?" diye sormadık.  Çünkü burada bu sorunun anlamsız olduğu hissine kapıldık.

Vay vay vaayyy... hem de ne vay! Kaşar peyniri ve yöre peyniri harmanlanmış, bir çok yerdeki gibi ikisi birbirinden ayrı şekilde hamurun ayrı iki yerine koyulmamış. Yumurta tam kararında bir rafadanlıkta... tereyağını konuşmaya hiç gerek yok, çünkü burası bir ova. Tarihi, yeniden yazıyoruz!


Salatalarını çok beğeniyorum. Domatesi, hıyarı, biberi sanki bahçeden; dikkatimi çeken bir lezzeti var domatesin. Biber turşularına dokunmuyoruz ki dilimiz damağımız acısıyla uyuşmasın. Bir tarih yazılıyor ve hiç bir nüansını kaçırmaktan yana değiliz. Bitiyoruz pidelere... ve şimdi assolisti çağırma vakti, enn sevdiğim kadın ufak bir tereddüt içinde... bense götüreceğimizden eminim. Kendime güveniyorum. Seslenmiyor, kalkıyor masadan ve içeri geçiyorum. Öyle temiz bir çalışma alanı ki.. ve pırıl pırıl, beyaz tişörtleri ile çocuklar.

"Bir tane de kavurmalı yapar mısın lütfen."

Dönüyorum masaya. Kırmızı tişörtlü genç garson geliyor.

"Yumurta ister misiniz?"

"Elbette, lütfen."


Hiç de sıradan olmayan bir kavurma, tereyağını tekrara gerek yok ve sanat eseri kıvamda bırakılmış rafadan bir yumurta. Önce kavurmalı gurmesi tatsın diye bekliyorum. Üstelik bir pide daha mı noktasında kararsız bir isteksizliği vardı. Gözlerini izliyorum. Uç parçayı alıyor, iki yakasını bir araya getiriyor. Yumurtaya değdiriyor. Gözleri konuşmaya başlıyor. Koku başını döndürüyor. Isırdı... ve gitti... Hiç ses çıkarmıyorum. Gittiği yerden dönsün diye bekliyorum. İşte bu! Gözleri gülümsüyor. Damakların sözcüsü dudakları da. Silip süpürüyoruz ki çoğunu ben yiyorum, oysa ki sona bıraktığımız orta kısmını pay etmek istemiştim!

Elimi yıkayıp döndükten sonra görüyorum ki masada ince belli bardaklar. İçindekilere çay demeye dilim varmıyor ki başka yerlerdekileri çaysa bunlar ne?!


Ödeme için geçiyorum içeriye. Hesap şehirdeki standartlara göre çok uygun. Üstelik diğerlerinin tümünden ayrı, özel ve de gerçek bir sanat eseri yediklerimiz. Tüm bu sözleri sarf ederken çocuklara, bunun Vedat Milor'la ilgili olmadığının altını da "Onun önerdiği, bizi çekerse gittiğimiz her yeri de beğenmiyoruz. Üstelik biz doğduğumuz günden beri, pidenin her çeşidini yedik ve  yiyoruz, dolayısı ile -bize göre- iyi kötü ayrımını da yapabiliyoruz" cümleleriyle çiziyorum.

Aslında fırınların ve mekânların tarzı genellikle buradakine oranla daha kalın hamura yönelik ki bu da kendi arasında farklıklar gösteriyor; kimi kapalı pideyi iki parmak genişliğinde yapıyor kimi neredeyse dört parmak. Tarzlarına göre Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi, Bafra Pidesi şeklinde adlandırılan bu yiyecek nüanslarla ayrılıyor birbirinden. Elbette her birini daha güzel yapıp öne çıkan mekanlar var; mesela Bafra Pidesi ise söz konusu olan Turhan Usta'yı bire yazarım. Fakat bir de Çınarlık Pidesi var ki o başka bir şey; belediyeye ait mekânlarda yaşama döndürülmüş bu pide kapalı, incecik ve çıtır hamurlu; içinde kaşar peyniri ve kavurma olan, elbette tereyağlı ve üzeri çörek otlu bir efsane. Özellikle Samsun Atlı Spor Tesislerindeki restoranda, şahane manzara eşliğinde yenilmeli.


Bakkalımızsa kapalı. Bu açık gününde gelmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Enn sevdiğim kadın bayıldı, sol vitrindeki yıllanmış meyve sularını özellikle gösterdim ki onlara da bayıldı. Ya sundurmanın üzerindeki kasayı yuva yapmış kediler?! Üst katı da merak etti, sordu, görecek tez zamanda ve Bakkal Amcaya soracak! Üstelik Bakkal Amca bize çay ısmarlayacak.

Göğceli'ye yürümeden önce Rahtıvan Caminin arka sokağındaki sepetçilere gidiyoruz. Sokak zaten geçmişe ışınlanmışız gibi, satıcı abiler çok tatlı, kendi el emekleri sepetlerin küçüğünden alıyor en sevdiğim kadın. Elbette mavili.  Bu çarşıdaki bazı kepenkler fotoğraflık, o kepenklerin dükkânları da... Bir geçmişe yolculuk alanı burası.

Yürürken Göğceli'ye ekili ve ağaçlı bir bahçenin içindeki ev, elbette çok sevimli kedi, kaçınılmaz freni yaptırıyorlar. Sessizce, uyandırmama gayretli adımlarla yaklaşıyoruz duvarın dibine... Uyumakta olan sevimli kedi şöyle bir açıyor gözlerini ki buna açmak denir mi, bilmiyorum; uykusu çok tatlı belli ki... birini zorla açıyor, uyku öyle ağır basıyor ki  bedensel hiçbir kıpırtı yok. Öyle de tatlı. Güvendi bize, bir zarar vermez bunlar diye düşündü mutlaka ki tekrar gözlerini yumuyor ve uyumaya devam ediyor.


Güzel ve eski evler görerek varıyoruz Göğceli Mezarlığına. Karşısında, yüksek betonlarının üzerindeki tel örgüleri, yüksek nöbetçi kulübeleri, miğferleriyle nöbetçiler, dışarıdaki turnike, ıssızlık, boş ziyaretçi bankları ve projektörleriyle bir Nazi kampını anımsatan ve dilime vurarak ifademe şekil veren Cezaevi. Giriyoruz mezarlığa ki hemfikir olduğumuz bir nokta var, bu mezarlığın güzelliği. En sevdiğim kadın bir doktor arkadaşını, ben de uzun yıllar mağaza komşuluğu yaptığımız bir ailenin, en yakın arkadaşlarımdan birinin mezarlarını ziyaret edeceğiz. O ara gerçekten çok özenle düzenlenmiş, çok sayıda ve aynı soyadlı mezarın olduğu alanda duruyoruz. Belli ki soylu bir ailenin aile mezarlığı. Soyadları da bunu çağrıştırıyor zaten. Ercan'la tanışıyoruz. İlginç bir karakter, annesi de bu aileden... teslim alıyor bizi, çiçek çiçek, ağaç ağaç anlatmaktan geri kalmadığı gibi yatanların her birinden tek tek, kariyerleri ile birlikte, kim kimin nesi şeklinde anlatıyor. Soyad zaten çarpıcı, meslekler ise hakikaten şaşırtıcı. Hiç evlenmemiş bir anne kuzusu kendisi. Yaş 55 ama göstermiyor. Yalnızlık dilinde ki yakalamışken bizi, bırakmıyor.

Kurtulamıyoruz Ercan'dan, burayı nasıl bu hale getirdiğini anlatıyor, uzun uzun. Sonunda, artık yeter noktasında, onu kırmamak için sonuna vardığımız sabrımızın yeter yahu dediği anda  mezarları ziyaret edeceğimiz için izin istiyoruz. Yine de kurtulamıyoruz ve bizzat o mezarlara da götürüyor ki onun da tanıdıkları. Doktoru iyiliklerle övüyor. Göğceli Camisini de anlatıyor, o camiyi uzun yıllar önce hayata döndürenin ben olduğumu bilmeden. Ama artık bu özel cami hakkında çok şey biliyor.

Mezarlıktan çıkınca  başka bir yol öneriyorum; güzel evlerin, bağların bahçelerin olduğu... Mahallenin BİM'ine giriyorum, öncesinde sen gözünü kapat ve bekle diyorum. Yeni tanıştığım, ebatları ezber bozan ve bayıldığım, yeni ürün, ince uzun gofretlerden almak için. Çıktığımda uzatıyorum, bakmamasını tekrar ederek. Bayıldı bile. Üstelik az sonra neredeyse bir golün asistini yapacaktı. Asist başarılıydı ama, santrfor golü yapamadı. Çocuklarla sohbetse çok tatlı. Ya çıkmaz olduğunu bilmediğimiz sokaktaki koca bahçeli ilçenin ileri geleni! Harika bir alan, ve harika bir ev. Saklı!



Yaklaşınca ırmağın kenarına kahve için eskiden bildiğim, kızarmış dondurma bile yapan pastaneyi öneriyorum ama ya bulamıyoruz ya da kapandı veya taşındı, diye düşünüyorum. Beyya geçeden, ötça geçeye yürüyoruz; eskiden taşıtların da girdiği ama çok eskisinde aynı kısmın kayıklarla geçilebildiği noktadaki tarihi köprüde. Artık düzen bozulmuş. Gidenlerle gelenler karışık nizam, oysa taşıtların geçtiği yıllarında, gidenler ve dönenler kendilerinin solundaki kaldırımı kullanırlar, dolayısı ile kimse kimsenin önünü kesmez, yol verme karmaşası yaşanmaz ve  adet olmuş bu güzel akış göze de çok hoş gelirdi.

Köprünün ötça geçesindeki Emirgan Parkında içeceğiz, kahvelerimizi. Yeşilırmağın kenarında,  ağaçlık ve güzel parkın içindeki güzel kafede, Boğaziçi mimarili üçüncü köprüye bakarak...

"İki orta şekerli kahve lütfen."

Hoş bir sunum. Akşamın en güzel saatleri, üstelik muhteşem bir hava. Parkın sevimli yolunun üzerine bir çocuk, boylu boyunca uzanıyor. Çocuklardan birinin annesi cep telefonunun kamerasını hazır ediyor ve bekliyor. Kayıt başlıyor. Farklı yaşlarda patenleriyle üç çocuk bizim önümüzden sırayla start alıyor. Gittikçe hızlanıyorlar ve hooop çocuğun üzerinden sıçrayarak geçiyorlar. O an, çocukken yazılarını bayılarak okuduğum Çetin Altan'ı sohbetimize katıyorum. Onun kuaförleri olan, köy kahvelerinde kadınlı erkekli oturulan ve mutlaka keman ya da piyano çalınan Türkiye tasavvurundan söz ediyorum! Kahvelerimiz çok güzel. Küçük şekerlemeler ve lokumların olduğu minik çanağımı boşaltmışım çoktan. Hayatın güzel anlarından biri. Emirgan çok güzel. Yeşillikler üzerindeki top arabası, az ötemizdeki ağaç, köprünün bir bölümü, havadaki hafif pus ve  kandilleri yanan uzaktaki Rahtıvan cami. Muhteşem bir kare. Fotoğrafa hapsediyorum. Kaçırılacak gibi değil!


Köprünün üzerinden akşamın sunduğu güzellikleri izliyoruz. O ara ışıkları yanıyor köprünün. İki, üç poz çekip makineyi kapattığımda da sönüyor. "Bizim için yaktılar," diyorum tabii ki... sonrasında espriler sıra sıra.


Bu köprü üzerindeki köpeklerin ki mahalle kavgası düzeyindeki kalabalık kavgasını saymazsak, günün en ilginç karşılaşması, köprü demirlerine asılmış kilitlerdi. Büyük ve bitmeyecek aşkların bazıları pas tutmuş kilitleri. Öyle bir sıcaklık kattılar ki günümüze... Üstelik burası Texas namıyla ünlü Çarşamba.

Uzun süre ırmaktaki balıkçılları izliyoruz. Bir de kendini hep saklıda tutan güneşin güne veda ışıklarını. Bu kez sahilden yürüyoruz; enn sevdiğim kadına, ırmak manzaralı bistro, balıkçı tezgahları, kafeler ve balık lokantalarını göstermek için... Hava, günün rengi, Aralık ayında bile dış masalarda oturulabiliyor olması... bir şeyi çağırıyorlar!



Not: Geçe, ötça- öte geçe ve beyya-beri geçe, köprüden evvel hayvanları ve kendilerini kayıklarla karşıdan karşıya geçirdikleri çok eski yıllardan bir ifade ediştir ki aynı zamanda iki geçe insanlarının aralarındaki rekabetin simgesi bir öteleme, küçük görme sıfatıdır. Şu an yayaların kullandığı ilk köprünün Atatürk'ün emriyle başlatıldığı, ve ayrımı ortadan kaldırdığı, barışı sağladığı  da söylenmektedir ki şu anki kullanımı tüm bu ötelemelerden uzak, artık çok da kullanılmayan sempatik bir tariflemedir.


*Göğceli Camisinin İlginç Hikayesi

20 Aralık 2019 Cuma

Şehrin Fısıltısı

Öncesi

Ertesine dönmüş gün, mavi gecenin tatlı soğuğunda yürümek, günün bıraktığı paha biçilmez izler, gecenin renk ahenk fısıltıları ve mutlanmış insan hallerimizle giriyoruz otelimizin narince okşayan sıcaklığına... Sanki hep burada yaşamışız gibi kuvvetli, güvenilir bir ilişki onunla bizimki. Çıkıyoruz balkona... Tonlarından daha açığına biraz daha vakti var, skalası geniş mavinin...

Fazla değil ama derin bir uyku benimki... Uyandığımda saatlerce uyumuşum sandığım, rüyalarımın tadına bayıldığım ve onlar yüzünden uzun sandığım ama saate bakınca uyandığım ve sevdiğim, derin uykularım. Ömrü uzatan, ömürden ayrı zamanları kısaltan, tok, aydınlık, güzel ve dolgun ama kısa uykular...  Ya sarıldığım eşsiz sıcaklık.

Dışarıdan odaya dolan jeneratörün ahenkli, Ali Farka Toure ile aşık atacak ve aynı ritimde süre giden basları, ve ayrıca onunla ilişki halindeki martıların bir karmaşa ahengiyle ve gülümseten bir acelecilik bürünmüş, afacan soloları... Bir sevinç anını müjdeliyorlar. Bir davet de bu aynı zamanda! Beni balkona çağırıyorlar...


Gün henüz mavi. Sabahın erkeni. Şehir uykuda. Ninni tadında ve susmayan jeneratörü ve şehrin şefkatli soğuğunun eşsiz şarkılarını dinliyorum.

Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen...  Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü... bir kez daha! Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor.


Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü. O biter bitmez de güne katılmaya hazırlanan esnafın fısıltıları düşüyor sabaha...  jeneratörse aynı ahenkle devam ediyor. Balığa çıkan ya da balıktan dönen küçük teknenin patpatları başlıyor o ara... Atıyorum kendimi balkona. Martılara balık festivaliyse tümünü tıka basa doyurma gayreti ile aralıksız devam ediyor.


Mendireğe park etmiş teknede şenlik var. Bereket var. Ve ganimetin kardeşçe paylaşımı... Denizden güzel ve Allah bereket versin bir nafaka ile dönmüş tekne; ambarları dolu. Meleklerin payına ise meleklerin hücumu... Gülümseten bir şefkatle izliyorum. Bu şehir gerçekten çok güzel be! Martıları çok mutlu... Emeklerini meleklerle paylaşanlar da... Peki jeneratörün hiç düşmeyen, Ali Farka Toure ile aşık atan ritmine ne demeli?! Peki tüm bu güzellikleri uyumlu kılıp güzel bir ahenkle sunan sabaha... ve tüm güzellikleri daha da parlatan, kokulu kılan ve geceden kalmış yağmura... Ne demeli?!!


Enn sevdiğim kadın balkonda. Otelde kahvaltı istememiştik ki bir planımız var. Gün öğlene yaklaşıyor. Şehir pazar uykusunda. Huzurlu bir sessizlik... Sırt çantamı toparlıyorum. Küçüğüne de yağmurluğumu, kitabımı ve fotoğraf makinesini atıyorum. Enn sevdiğim kadının toparlanma süresini de balkonda değerlendiriyorum. Teknedeki brunch tüm hızı ile devam ediyor... Büyük teknedeki jeneratör aynı ritimle güne müzik yapmaya devam ediyor... Hava gri. Fakat bu da bir tatil günü sessizliğine yakışıyor.

Çıkıyoruz odadan, kat görevlisine "Günaydın" ve "kolay gelsin," diyor, asansöre biniyor, resepsiyondaki sahibesi hanımefendiye anahtarı bırakıyor, biraz sohbet ediyor, bazılarının şikayetçi olacağı, çok müşkülpesent olmayınca göze görünmeyen banyodaki yenilenme ihtiyacına rağmen, bizim senaryomuza çok da uygun ve onu güzel ve anlamlı kılan, bizi de memnun eden, çok da sevdiğimiz Mola Otel'den teşekkür ederek, ayrılıyoruz. Çantalarımızı, otoparkta tatlı tatlı uyuyan, illaki mavi, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşuna bırakıp, bir süre caddede yürüyüp, kıyıya geçiyoruz.


Elbette ki CHILLIN PUB'ın önünde kalıyoruz. Bir fotoğrafı olmalı! Öbür köşedeki Liman Başkanlığına zaten bayılıyoruz ki üzerine dün akşam rakı masasında, yaşamın doruğunda ve denizin üzerindeyken ne hikâyeler yazdık. Kıskandık! Ama küçük şehirlerin küçük tren garlarındaki yaşamları da ihmal etmedik. Kendimizi liman başkanı ve gar müdürünün çocukları sandık... Ve hatta az önce Saray'ın ve Barınak'ın önünden geçerken hemen köşedeki mekânı da aklımızın bir köşesine yazdık.


Kalenin içinde bulunduğu park, şehrin ölçeği ile uyumlu ve sevimli binası ile Şehir Kulübü ân itibari ile sessiz olsalar da muhtemelen açan havayla birlikte dolacak buralar. Kalenin burcundaki masadan günün batımını izlemeyi ihmal etmemek gerek. Eşi az bulunur bir güzelliktir ve soğuk biranın ya da demli bir çayın arşa erdiği anlardan biridir; demir korkuluklarının ardında yaşanan zaman!

İskele sabah mahmurluğunda, Zeki Müren Parkı ıslak ve boş, bir kaç genç kız ve erkek ki muhtemelen öğrenci, şakalar yaparak dolaşıyorlar. Martılar sadece kendilerine kalmış iskelenin tadını çıkarıyorlar. Dünden beri kafayı taktığım, önce lüks bir yolcu gemisi sandığım ama en sevdiğim kadın sayesinde yük gemisi olduğunu anladığım gemi açıkta ve günün grisine saklanmış. Kütüphaneye yaklaşmışken kenardaki dürbünü görüyoruz. Atıyoruz bir lirayı. Gemide işler yolunda... Neredeyse de Samsun görünecek.


Bir zamanlar gözdemiz olan Teyze'nin Yeri'nden geçiyoruz. Fazla büyümek, işi fazla büyütmek, biraz da fabrikasyona çevirmek güzel mi acaba? Şu köşedeki, eskiden  Sinop evlerinin bulunduğu, Karakum'un Karakum olduğu ama bu boyutta otellerle, eşsiz güzergahın da sitelerle dolmadığı yıllarda ona doğru giderken keskin bir virajı aldığımız ve ardına bayıldığımız noktadaki  apartmanın altında günün batışına bakan, ruhları dürten saatlerine de pek yakışan bir pub var; üst kat balkonu yıllardır aklımı çelip duruyor. Ama ne demişlerdi filmde, "Bekler her şarap belli bir anı!"

O virajın hemen dibindeki ara sokağa kıvrılıyoruz ve yeni mantıcımızın bir kaç basamaklı merdivenini çıkıyoruz. Melahatın Mutfağı'ndayız. Giriş katı bozularak oluşturulmuş, diye düşünüyorum. Mutfak arka tarafta ve bir koridordan geçiliyor. Samimi, sıcak ve sevimli buluyorum mekânı. Üstelik cam önündeki masadan deniz görülebiliyor. Bir beyefendi geliyor.

"Bir Sinop Mantısı ama yarım porsiyon olsun lütfen."

"Benimki bir porsiyon ve karışık olsun lütfen." 

"İki kola, biri şekersiz lütfen."

Geliyor eve gelmiş misafir titizliğinde hazırlanmış tabak ve bol porsiyonlu mantılar. Görüntü fazlası ile ipucu veriyor: Misss gibi tereyağı kokusu, ev hanımı bonkörlüğündeki miktarı ve özellikle bizim damak zevkimize yakınlığı ile pişme düzeyi... Mesela bir kaç hafta önce yoldaki tabelasıyla aklımızı çelen, Gümenez'deki  pek hoş mekânda yediğimiz mantı bir ân ravioli etkisi yapmıştı bende... bizim mantıya göre bir tık diri olduğunu düşündürtmüştü. Üstelik tam bir Sinop mantısı  olsun diye karışık istememiştim ve üzerindeki yoğun ceviz belki de o dirilik hissini veriyordu. Bu mantı ise tam benlik ki tabağımın yoğurtlu kısmını sonraya bırakıyorum. Ama kesin olan bir şey var; daha iyisi ortaya çıkana kadar, bizce Sinop'da mantı Melahatın Mutfağı'nda yenir.


Bitirince cevizli kısmını biraz nane, biraz sumak eklediğim yoğurtlu tarafına geçiyorum. Hımmmm... muhteşem. Pişme kıvamı mükemmel, akışkan kıvamıyla üzerine eklenmiş yoğurdu lezzetli; tereyağı ve eklediğim baharatlarla ortaya çıkansa kocaman bir mutluluk. Gönlübol porsiyon nefes kesiyor. Allahtan yapılmamış bir kahvaltı var ve bunu iki öğün bir arada kabul edersek, masaya düşmemem normal.

Çay içeriz elbette. Islak bir hava. Sert olmayan bir soğuk. Sıcak bir mekân ve aradan görülen şahane bir deniz. Bir pazar günü sakinliğinde, ev sıcaklığındayız.

Ödemeyi yapıp mutfağa geçiyoruz.

"Teşekkür ederiz, çok güzeldi, ellerinize sağlık."

Virajın öte yanına niye dönmedik ki?! Bir ân yok olmuş evleri düşünerek, acaba içerilere dalsak rastlar mıyız, isteği oluşuyor bende. Muhtemelen biraz önce sahilden gelirken sokak arasından gördüğüm, şehircilikle hiç alakası olmayan ve orada ne alaka dediğim dev hastane binası nedeniyle komuta merkezimdeki kurmaylar, seveceksen eksik sev diyerek sahile atıyorlar beni. Ah bizim bu inşaat... inşaat... inşaat aşkımız. Oysa bir çok şehrimiz gibi bir tane Sinop'umuz var. Bir ta-ne!


Dün aslında, yazarımızın kitapları var mı Sinop'da diye kitapçı ararken özellikle giriş kapısı muhteşem Pervane Medresesine de uğramıştık ve hemen girişin sağındaki bir mekân dikkatimizi çekmişti, hoş bir yeme içme noktası ve belki de bir sabah kahvaltısı için akılda bulunmalı, Sinop Sofrası. Ve aynı mıntıkada, medresenin hemen karşısındaki Alaaddin Cami: hem hacmiyle hem de düzeni ile bayıldığım bir yerdir ki altını çizmeliyim. Türk kahvesi derseniz de bu muhteşem medresenin içindeki Kahveci Baba mutlak. Bir zaman yolculuğudur ki canlı müziğe denk gelirseniz çok âlâ olur.

Kahve demişken... kahvemiz geliyor! Gün usuldan usuldan açıyor. Aşıklar Caddesinin palmiyelerinin altından yürüyoruz. En bayılınası, sadeliği ve hoş mimarisi ile şehre yakışır, devlet burada hissi yaşatmayan, halka bütünleşmiş vali konaklarından biri yol üstünde. Asıl sahiplerinden sonraki hali geçmişi ile tezat ve yıkılmış Melia Kasım'ın yeri ne ola ki?! diye düşünürken bir süre önce yenilenen 117'nin kapısından içeri giriyoruz. Mekân pazar sabahı ve henüz yeni uyanan bir şehir sakinliğinde. Bir biz varız. Bir de bizi görünce kenara çekilen Abbas. Eski haliyle şimdisi arasında dağlar kadar fark olan ama her daim şehrin simgelerinden birindeyiz. Neden 117'yi de anlatmıştım enn sevdiğim kadına. Genç bir çocuk var, bir kaç basamakla çıkılan ve çok hoş düzenlenmiş, mutfak- bar kısmında. Abbas an itibari ile enn sevdiğim kadının kucağında... Hooop oradan benim kucağıma. Erkek erkeğe bir muhabbet gerek anladığım ona. Gözleri denizde... uzaklardan bir hasrete bakar gibi. Yüzünde düşünce. Bense çocukluk yıllarımı anımsatan dekorasyona ve renklere hasta! Çok beğeniyorum, bunun altını tekrar tekrar çiziyorum.


"İki filtre kahve lütfen."

Kaptanı otelin hoş teknesi 117 ile ilgileniyor. Hemen kıyıdaki otele ait şirin masalı ve banklı mini bölüm yazın gelmesini bekliyor. Tam da bu arada kahvelerimiz geliyor. Abbas yolcu!

Neden 117?!

Evvel zaman önce ama çok evvel zaman önce, henüz cep telefonları hayallerde bile yokken, belki de şehrimize TRT televizyonu yeni gelmişken numaralar; Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde beş, bizimki gibi şehirlerde dört rakamlıyken, taşrada, küçük kentlerde manyetolu telefonlar ve üç rakamlı numaralar kullanılırdı. Yazlık niyetine yaptırıp da burayı çok sevdik, şehre dönmeyelim deyip, kaldığımız evdeki telefon da şehre 10 kilometre mesafede olmamıza rağmen üç rakamlıydı. Sonraları, teknoloji geliştikçe, beş olanlar altı, yedi, üç olanlar dörde ulaştı. Şimdi ise malum! Kısacası bu otelin 117 olan adı, telefon numarasıydı. Bana inanmazsanız şu anki  telefonunun son üç rakamını bakın!


Fincanlara bayılıyorum. Mavisinin üzerindeki minicik yaldızlar, yıllar yıllar önceki kira evden ana cadde üzerindeki kendi dairemize gelen sehpaları hatırlatıyor. Duvarlara vurulmuş turkuaza yakın maviyse kıskandırmaya devam ediyor. Masa ve sandalyelere çoktan bayılmışım. Otelin eski halini de bilen biri olarak ki geçmişe sadakat duyan ben, bu otelin yenilenmesini çok ama çok başarılı buluyorum. Konumu zaten muhteşem; ama denize bakan odalar bir başka elbette. Bir sonrakinde burada mı kalsak acaba?! Ne dersin;)

Kaç saattir buradayız bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki yaşadığımız her dakika ve baktığımız manzara film karelik. Bu süre içinde sadece üç kadın arkadaş geldiler ve Türk  kahvesi içiyorlar. Ödememizi yapıp, baristamıza teşekkür edip, elbette Abbas'la vedalaşıp, çıkıyoruz deniz kokusuna... Uğramam-ız gereken bir nokta daha var. Onsuz olmaz. Gerçi kafam karışık. Öncelikli bir isteğim var ama biraz hava, biraz da mevsim etkileri kafa karıştırıyor. Gerçi pek takmam da bu aralar ne yazık ki eklerle de aram iyi. Değişik değişik mekânlarda ekler yiyor, tercihim limonata olmasına rağmen bazıları mevsim nedeniyle menülerinden çıkardıkları için çayla yetiniyorum. Ara sokakların, yat, tekne, kotra ve bilumum deniz araçlarının küçük kopyalarını yapan mekânların, balık tezgahlarının arasından pastanelerin hasına doğru yürüyoruz. Önüne varıyoruz ki bayılınası yan sokakta kazı alanı tabelası! Gitmek mecbur gibi, iki güzel evle kalenin bu yandaki duvarları da çağırıyor. Kazı alanındaysa küçük bir su gölünden başka bir şey yok. Karşısındaki evin kapı önü çiçekleri muhteşem. Pastane biraz daha bekleyebilir...

Ve ne yiyeceğime karar verememiş biçimde giriyorum içeriye... Mantı önümü kesmiş gibi... Kararsız karasız bakınıyorum, dondurma dolabı ıssız duruyor.** O bu derken bir kararsızlık kararı veriyorum.
  
"Bir şekerpare lütfen."

"Bir de revani lütfen."


Sanırım abartıyorum bu kez... Enn sevdiğim kadın ucundan alıyor. Bana biraz fazla tatlı geliyor. Oysa ben ne götürürdüm bunu...  Kahveyi, çayı ve kolayı uzun zamandır şekersiz içiyorum, bu hallerini daha çok seviyorum ve sanırım o nedenle "bayılıyorum." Bir çözümüm var ama! Küçükken ve sonraları da revaninin pandispanyasına bayılır, sünger gibi çektiği şerbetini bastırarak dışına atar, öyle yerdim. O an aklıma gelmiyor bu...  Çile çekiyorum ama bitiriyorum. Eğlendim de üstelik.

Sinop'a veda vakti geldi... arkamızdan su döker mi acaba?! Otoparkta tatlı tatlı uyuyan, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşu uyanmış. Çıkıyoruz yola. Yağmur yağacak ama nerede?! Hoş sohbet gidiyoruz. Alaçam'ı geçiyor, küçük koruluğun içindeki pazara uğruyoruz. Ofis için bir şeyler alacak enn sevdiğim kadın. Dilbaz, cabbar ve halk eğitimde öğretmen abla kapıyor hemen. Bir kaç tezgâh daha nasiplendirip, reçellere falan göz atıp, park ettiğimiz ot, toprak alandan çıkıyoruz tam yola ki arkadaki araba selektör yapıyor. Yanımıza gelince de lastiği işaret ediyor. Muhtemelen bir şey batmış, az önce.

Çıkarıyoruz yedek lastiği, koyuyoruz arabanın altına, bu bir tedbir; düşerse hani krikodan! Oturtuyoruz krikoyu yuvasına destekliyoruz kuşu şimdilik. Bu bijon anahtarlarını niye koyarlar ki arabalara, demiyoruz tabii ki. Garibim bijon anahtarları, makineye karşı! Bana mısın demiyor, doğal olarak bijon. Anahtarın üzerine çıkıyorum, zıplıyorum, nafile. Akıbet belli ama yine de deniyorum, tık yok. Köylülerden yardım, bir lastikçiye telefon ki yarım saat sonra gelebilirmiş. Numarasını alıyorum, arabaya dönüyorum. Usul bir yağmur başlıyor. Arıyorum lastikçiyi, işini bırakıp geliyor. Tank paleti olsa sökecek alet edevatı çıkarıyor bagajından. Çekik gözlünün bijon anahtarına gülüyor. Ah bu otomobil fabrikaları!... Dörtlü istavrozu takıyor bijona, istavrozun ucuna kamyoncu borusunu da geçiriyor; ilk hamle tık yok. Makinenin sıktığı bijonla, kol gücü yarışıyor. İkincide Abi, ilk gırççç sesini alıyor ki önemli olan bu. Sonrası iyilik güzellik ve iyi kalpli ustadan öneriler: İstavroz bijon anahtarı almalıymışız, ama kesinlikle İzeltaş olmalıymış ve bir de boru... ama uzun. Fizik bilgisi süper. İzeltaş'ın altını bir kez daha çiziyor, biliyorum, diyorum. "Neredeyse otomobil dünyasına doğdum, orada büyüdüm ben," demiyorum ama bu durumu kibarca ifade ediyorum. Önümüzdeki ilk benzinlikte mekânı. Lastiklerdeki havayı ölçtü, eksiği olan var ki, biri takılan. Güzel bir adam ama... temiz bir esnaf. Geldi, söktü, taktı, salmadı, lastiklere hava bastı, çay ikram etmek istedi ve borcumuz ne kadar diye sorunca da 30TL dedi.

Yol boyu yağmur yağıyor. Sonuçta ben yolcu, tadını çıkarıyorum. Cumartesi ve pazar yağacaktı aslında; biz Sinop'tayken... Dedim ya, Rabbim ikimizi de çokk seviyor.


Not: Mavi pencereli ve kayıklı fotoğraf yazıda bahsi geçen, şimdiki adı ile Yakakent, benim için her daim Gümenez'deki Nigar Abla'nın Yeri'ndendir.

*Polis filmi üzerine bir yazı

**Pastanenin dondurmasından sonlarına doğru bahsedilen yazı 

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP