26 Haziran 2019 Çarşamba

Beylerbeyi'nde Bir İnciraltı

 Öncesi

Yol seçenekleri için Google'a sorduğumuzda telefonun ekranına  gelen mesafe yaklaşık 3,5 km. Çoğu yürüyüşteki mesafelerimizin %20'si bile değil. Araç kullansak mı yürüsek mi ikilemi içerisindeyiz, bir yemek gecesine gidiyoruz sonuçta.

Yürümek ağır basıyor, çünkü yolun sürprizlerini seviyoruz. Yaz serini hoş bir akşamüstü. Hem ne demişti Patrick Süskind bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 63. sayfasında; Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Olmadı atlarız bir taksiye seçeneği nasılsa cepte... Sonra Mevlüt var! Bu kez konağın bahçe kapısından sola dönüyoruz. Biraz yürüyoruz ki yolun ilk sürprizi... üstelik dantel gibi işlenmiş cazibeli balkonu, asılı çamaşırlar, kule şeklindeki köşe odasıyla hayal kurduran hoş bir konak. Komşu. Kalıyoruz önünde.


Güzel sokaklar geçiyoruz sonra, güzel manzaraları tepeden seyrediyor, tatlı, güleryüzlü ablanın, evin bir odasından vazgeçilerek yapılmış küçük bakkal dükkânından diş macunu ve iki su alıyor, L23 için pil bakıyor ama menşei dolayısıyla tercih etmiyor, gerçek bir mahalle bakkalında ve çok ama çok tatlı bir bakkal abla ile tanışmış olmanın keyfini çıkarıyor, bu sıcak, emekçi ve gönlü zengin mahallenin nihayetinde yeşil bahçeler geçerek çevre yoluna varıyoruz.

Şahane bir koruluğun içinde ve İngiliz çimi gibi bir tümseğin üzerindeki iki güzel bina ve iki bayrak dikkatimi çekiyor. Ne yazık ki çevre yolunun öteki tarafındayız. Önce bayraktan ve kapı önündeki arabalardan yola çıkarak buranın evleri olabileceğini düşünüyorum. Sonra buranın Koç Topluluğu Spor Kulübü'ne ait olduğunu öğreniyorum, daha sonra da kullanımıyla ilgili detayları. İstanbul'da yaşasak mesela, bir hafta sonu kesin gelirdik diye düşünüyorum şimdi; piknik alanı bile varmış ama mangala izin yokmuş, restoranı falan da varmış sanki. Üstelik de spor yapabilme imkânları!

Bazen çevre yolundan ayrılıyoruz, sonra bir şekilde yolumuz yine onunla kesişiyor, yine hoş yeşil alandan çıktığımız ve hazırlıksız olduğumuz  bir anda, aniden, kocaman görkemi ile Boğaziçi Köprüsü çıkıyor önümüze. Akşamın sakin saatleri... günün rengi koyu, köprü sanki terk edilmiş bir alacakaranlık boşluğu içinde... gerçekte olmayan devasa bir hayâl köprü sanki. Ürperiyorum. Issızlık fena halde ürkütücü. Kendimi o an ve birden keşfedilmiş, gizemli bir anın içinde sanıyorum. Boş mu, trafiğe kapatılmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir rüyadayım ve beklemediğim, kimsesiz bir anın içindeyim. Devasa boşluk korkutuyor.

O ise, sanki, benim suçum yok, ben istemedim ve ben masumdum der bir yalnızlığın kabuğuna çekilmiş gibi... ülke tarihinin en çirkin anlarına tanık olmanın acısı ve utancıyla bir inziva yaşıyor sanki.

Sonra...  İki ortak arasında çıkan güç kavgasına kurban giden, emir almaktan ve o emri uygulamaktan başka çaresi olmayan ve kan izleri orada kalmış Mehmetçiklerle, yine başkalarının, eski ortakların paylaşım kavgasında bu memleket için canını veren, bu ülkeyi çıkarsız bir inanmışlıkla seven, savunan masum insanlarımıza dua ediyor; ne istediler de vermedik diyen, ama hiç de kendilerini sorumlu hissetmeyen ve bu acının kaymağını yiyenlere de lanetler yağdırıyorum. Sonra usulca... köprünün üzerinden karşıya geçiyor, ayağından aşağı kıvrılıyor, karanlıktan çıkıyoruz.

Biz akşamı yavaş yaşarken, günlük telaşları ile otobüslere koşan, otobüslerden inip ikinci bir vasıta, minibüs arayan, bir an önce varacaklarının telaşında olan insanların kalabalığı ile yeniden hayata dönüyor, o telaşların aksi bir rahatlıkla nefes alıyor, yeşilin ve mavinin tadını çıkarıyoruz. Hâlâ Beylerbeyi'ne inen çevre yolundayız. Karşıya geçmemiz gerek! Sakince bir kavşakta bu işi de hallediyor, bir süre sonra bir alt geçidi kullanarak bir başka karşıya geçiyor, çevre yolundan çıkıp Yalıboyu Caddesine varıyoruz. Rezervasyon saatimiz 19 olduğu için biraz daha yavaşlıyor, yükseklerin aksine neme karışıyor, ter emareleri hissedince bir banka oturup dinlenirken akan hayatı izliyor, sonra da Arabacılar Sokağına giriyoruz. O, orada; gözlerimizi kaçırarak saklanıyor ve karşı kaldırımından, tanışıklık vermeden, çekingen adımlarla ama hızlıca geçiyoruz. 


Sokağın küçük, sevimli dükkânlarına gire çıka, takılara, çantalara, elbiselere, tatlıcılara, kebapçılara baka göre iskeleye ve onun hoş binasına doğru yürüyoruz. Küçük, sakin, öte yandan hoş bir canlılığı olan, tarihle yoğrulmuş, insanı eskiye götüren, şık ama eski yalı evlerinden oteller barındıran, kirli hayattan tecrit, hâlâ ev olarak kullanılan yalılarıyla imrendiren, yeme içme mekânları mutlu insan kaynayan, huzur veren bir bölge.  Köprünün üzerindeki, usul usul çekilmeye başlayan güneşin denizde yarattığı yakamozlar göz alıcı. Çini desenli İskele binası sempatik. Efil efil boğaz, en az iskele kadar  hoş. Boğaziçi Köprüsü, inci gerdanlık, canımız.


Sonra iskelenin doğu yönüne doğru, Hamid-i Evvel Cami Sokağı'nı yürüyor, küçük teknelere bakıyor, hemen caminin yanındaki boğaza nazır mekânlardaki neşeyi seviyor, akıl çelmelerine izin veriyor, sonra tam da denizin kıyısından Kuleli Askeri Lisesi'nin piyano sesleri gelen salonlarında dans edenleri görebildiğim, aklıma geçmişten sahneler çizen binasına selam yolluyoruz. Bu selam kıymetli!  Bu güzel, gördüğüm ve hissettiğim sahneleri aklıma çizdiren de.


Sonra bir dikkatten kaçmayan, biraz da akrobasi ihtiyacı duyuran bir fotoğraf çekim çabası içinde görünce en tatlı fotoğrafçıyı, önce pek anlam veremiyorum; sanıyorum sanatsal bir foto için benim göremediğim bir şeyi gördü. Oysaki birisi için... ona gönderilecek anlık bir fotoğraf bu, aileden bir Karakartal için...  Şampiyonluk yılı. Tur yarın üstelik.   





Bir rüya mı desem...
Kıymetli yıllara bir ışınlanma mı desem bilemediğim...
Mutlu mu Mutlu Gece


Pencere önleri sempatik eski bir Rum evinin elden geçirilmesi ise şekillenmiş, pek sevimli... asırlar öncesinden aranıp bulunan, İstanbul'un kadim halklarının tarifleriyle zenginleşmiş mutfağının, aslına sadakatle yapılmış mezeleri ile  aklımızda yer etmiş mekânın kapısından içeri süzülüyoruz. Her yazıda bıkmadan tekrar ettiğim üzere rezervasyonları O'nun yapmasına... son gün o şehirdeyken, bazen havaalanından yeni şehre girerken telefonunun çalıp da O'nun "Evet benim, şimdi indik ve akşam geliyoruz," demesine bayıldığım kadın merhabalaşıyor, adını söylüyor ve bir garson bizi masamıza götürüyor. Bahçedeyiz. Tabii ki mekâna yakışır, eskiden ve güzel şarkılar çalınıyor. Ve tabii ki bir münasip sessizlikle... Ne yazık ki zaman içinde çürüyüp yok olan değilse de, ondan fidelenmiş incir ağaçlarının arasında ve nedense çocukluk yıllarımın yazlık sinemaları ve de o yılların lokantaları tadındaki masamıza oturuyoruz. Bu ne kadar güzel bir bahçe ve an! O'nun güzel gözlerinin gülüşünden de anlıyorum, yine bir zaman yolculuğunda olduğumuzu...


Ne içermişiz?

"Hımmmm!.."

"Beylerbeyi'nde Beylerbeyi içilir, bir 35'lik göbek rakısı lütfen."

Meze tepsisinin zenginliği ile akıl karıştıracağını tahmin ediyorduk, merak ettiklerimiz arasından seçimlerimizi  netleştirdiğimiz ve hazırlıklı olduğumuz için işimiz zor değil; hazırlıksızsanız çok zor!

"Beyaz peynir lütfen."

"Balık Turşusu lütfen."

"Dövme hıyar salatası lütfen."

"Ermeni pilakisi lütfen."

 "Ve Topik lütfen." 

"Bir de midye dolması lütfen." 


Donanıyor masa, topik, çakmaları saymazsak denemediğim bir meze, bir mihenk noktası olacak ve bundan sonra yediklerimin düzeyini anlamam için de bir referans. Bu açıdan önemli. 14 farklı malzeme ile bir çömleğin içinde 10 gün bekletilerek yapılan balık turşusu en çok merak ettiğimiz. Üstelik safran, bal, sirke gibi düşünüldüğünde bazı damaklar için kakofoni düşüncesi yaratacak müzisyenleri var. Görüntüsü ve kokusu ip uçları veriyor ki seçim yaparken Çelebi pilâki ile arasında kalınma ihtimali kuvvetle muhtemel! İçerikleri noktasından bakınca iki kişilik bir masa için sanki biri tercih edilmeli. İki balıklı  meze olur denirse de mesele yok. Edinilmiş bilgilere göre bu balık pilâki, yöresindeki adlandırmadan bağımsız olarak, adını Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinden bir tarife dayandığı için ondan alıyor. Dövme hıyar salatası da biz için bir ilk... tanışmayı sabırla bekliyoruz.

Tığ işi zarfları ile zarif bir görüntü sunan rakı kadehleri standart dışı; şu bade denen bardaklardan, hakeza su kadehleri de çok hoş. Gerçi Burgaz Rakı sayesinde, onun promosyon ehlikeyifleri ile birlikte bir dönem bade kullanmışlığımız var lâkin gözümüzün gönlümüzün alıştığı Yeni Rakı ile özdeş olanlar. Bu akşam 16. ve 18.yüzyıl mezeleri ile birlikte başka bir ambiyans! Rolümüzün hakkını vereceğimizden ve keyiften öleceğimizden; masayı gördükten, gözlerimiz kokuyu aldıktan sonra, en ufak ama en ufak bir şüphemiz yok.


"O halde dününe, bugününü, yarınına... 

İstanbul'a!"

Bazı anlarda hiç de acelesi olmayan bir halim var, bazen bunu nasıl başardığıma, bir an öncenin merakından nasıl sıyrıldığıma şaşırırım. Mesela bir pasta grubunun içinden en sevdiğimi en sona saklamayı, onun tadını uzun uzun, hissede hissede çıkarmak için sabretmeyi becerebilirim. Elbette ki bir masanın ahenginin belirleyicisi olmak zor; özellikle çok canlar sınıfından olmayan, bir türlü üslup birlikteliği sağlanayamayan, çok insanlı bir  masadayken...  Ama bu şehirde, bu mekânda ve bu masadayken gecenin ardında bir segment yukarı taşıyamadıysa damağını ve yaşamla ilişkisini insan, kendini bence bir gözden geçirmeli ve biraz daha fazla emek vermeli hayata.


Çiçeklerin arasına saklanmış lambalar, onların açığa çıkardığı her renk, bu güzel akşamın finaline hazırlık yapan, nüansları olan, geçmişten ama bugüne dair hoş ve ruha atılan birer fırça darbesi gibi. Arkamızdaki masa kalabalık bir grup: Konuşkanlar ve de üslup birliği içinde keyifle, yükselen seslerle ve coşkuyla paylaşıyorlar geceyi. Bir tiyatronun oyuncuları ve teknik kadrosu efekti veriyorlar ki anlaşıldığı üzere de öyleler. Etraftan soyutlanmış her masadan gelen keyif seslerinin zenginleştirdiği kakofoniye, onlar da farklı ve lezzetli bir renk veriyorlar.

Balık turşusu tam anlamı ile 10 numara, hatta yıldızlı mı yıldızlı bir lezzet. Bayılıyoruz. 14 farklı renkten oluşan kadim bir senfoni; ruhu okşamakla kalmıyor, damakta kalmış buzzz gibi rakının anason izleri ile yepyeni, doğaçlama, mutluluğu çoğaltan yeni bir senfoni yaratıyorlar. Peynir kendini salmamış, kuvvetli bir Ezine ki başkası düşünülemezdi zaten. Pilâkisiz rakı masası düşünemem ki bu pilâki seçilen fasulyelerinden ve elbette pişirilme tekniğinden ve sabrından kaynaklı olarak kaymak gibi.  Midye dolmaları güzel, üstelik de sayıları itibari ile tadımlık, doğru bir tercih.  Dövme hıyar salatası muhteşem; rendelenmiş salatalık, kaymak loru, soğan, antep fıstığı ve zeytinyağı ile ilk anda görsel olarak Girit ezmesi hissi verse de hiç alakası olmayan bir lezzet.  Cacığın süzme yoğurtla yapılmış katı şeklinin ilavelerle lezzetlendirilmiş hali denebilir belki, illa da bir şeye benzetilmek istenirse.

Zahmetli bir uğraş olduğu kesin topik, endüstriyel tat hissinden kurtulamadığım tüm topikleri taca çıkarıyor. Doğal, zengin ve iç içe geçerek ortaya çıkardıkları kolektif tat bir başka boyut olan soğanın, kuş üzümünün, çam fıstığının, patatesin, nohudun ve çeşnilerin her birinin hissedildiği ama hiçbirinin baskın olmadığı, sololarına bayıldığımız, bu memleket topraklarından coşkulu bir oyun havası gibi.

"O halde, bu toprağın kadim halklarına."

Beylerbeyi'nin göbek rakısını ilk kez bu akşam deniyoruz ve bu tercihimizden dolayı da kendimizi kutluyoruz. Mezelerin hakkını kesinlikle veriyor ve burada bir geceye de fazlası ile yakışıyor.

Ara çayları olmayan bir rakı masasına-bizce- "Masa da masaymış ha!" denmez... ve hatta denemez ve hatta denilmemeli! Çayla sıkı bir dostluğu olmayan ben bile bayılıyorum bu ritüele. Yakışıyorlar da birbirlerine... Bugünü dündeymiş gibi, tüm naifliğini hissederek, bugünden düne dair lezzetlerle lezzet yolculuklarına çıkarak, birbirimizin gözlerinde yol alarak, iz bırakan, izi kalıcı bir geceyi yaşıyoruz Beylerbeyi'nde. Mutluyuz.


 Sakatatsız rakı sofrası olmaz, olmamalı. Dolayısı ile olmuyor da.

"Bir dalak dolması lütfen."

Ermeni mutfağından, yanında Dijon hardalı ile geliyor alemin kralı. Bir ilk bizim için. Yağda kızartılmış olmasına rağmen sanki ızgaraya dokunmuş da gelmişçesine bir hoşluğu var.  Kurumadığı gibi suyunu da yitirmemiş. Gelen kokularsa âlâ. Rakı masasını yemek anlamında sonlandırmak için güzel bir seçim. O halde alkış. İçine pirinç, soğan, maydonoz, tuz karabiber koyularak hazırlanan dalakların suda haşlanmasının ardından dilimlenerek kadın budu köfteyi andırır biçimde kızartılması ile sonlanan dolmalardan ilk lokmalar... ve gelen bayılma sesleri. Rakının her yudumunun ardına eklediğimiz her lokmada başka başka nüanslarını keşfederek, defalarca göğe eriyoruz. Lezzetli bir kapanış. Bu memleketi bu yüzden belki de daha daha çok seviyoruz. Yine 5 saati keyifle geçiriyoruz.

"İki kahve lütfen"


Kahve fincanlarına mı bayılsak, yoksa kendi yapımları vişne likörüne mi, bilemiyoruz. Bu kadar keyifli akşamın finaline çok ama çok yakıştıkları kesin. Mutlu bir final. Kendi yapımları vişne likörü muhteşem.  Biz kalkarken, arka masadaki tiyatro grubu da kalkıyor. Garsonumuz güzel adam. Onda bizim Aziz'in kıvamını hissediyorum. Teşekkür ediyoruz, 5 saat geçirdiğimiz bu güzel geceye verdiği kusursuz destek için. Sonra mekanın sahibine de memnuniyetimizi ifade edip, Yalıboyu Caddesinde bu güzel yaz gecesinin tadına vara vara, saraya doğru yürüyoruz.

Beylerbeyi Sarayı'na varınca sağa kıvrılıyor ve denizin kıyısında kalıyoruz. Ne garip değil mi, yine güzel bir gece, yine güzel bir akşam yemeği ve yine dolunay!  

İlk göz ağrımız, daha güzel baktığım, başına gelenlerden sonra daha da çok şefkat duyduğum Köprüyü ayın ışığı ile birlikte seyrediyor, seyrederken bu bağın; onda stajını yaparken, daha sonra taze mezun inşaat mühendisi olarak emeği olan küçük dayımla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Babaanne-dede, hala, 3 küçük çocuk ve anne baba toplamda 8 kişi yaşadığımız küçük ama mutlu, mutfak camı ile hiza bahçesi olan ve o bahçenin tarabalarına bayıldığım, kiracısı olduğumuz evimize İstanbul'dan  bana kitaplarla geldiğinde dayım; inşaat aşamalarını anlatırken büyüklere, ben ertesi gün sabah, okumayı düzgünce olmasa da becerebildiğimiz evrenin başlarından itibaren, eli öpülesi ilkokul öğretmenim sayesinde, dersin ilk 15 dakikasında güncel haberler konuştuğumuz bölümde onları paylaşacak olmanın heyecanı ile kulak kabartır, ve bunun prestijine bayılırdım. Gazetelerde gördüğüm resimlerle anlatılanları eşleyerek bizzat hayalini kurardım o anların. Sanki alnımdan düşen ter toprağına karışmış gibi hissediyorum şimdi.


Beylerbeyi Sarayı uykuya çekilmiş, içimizde iki muzır çocuk türedi farkındayım. Nöbetçi kulübesi boş görünüyor. Bir sızma harekâtı yapma, en azından bahçesinde dolaşma ve kıyısından denizi seyretme isteği had safhada. Gözlerimizse radar gibi çalışıyor. Temiz sinyali gelmeden bir hamle yapacak kadar da saf değiliz. Test etmek için içeri doğru süzülüyoruz. Muhtemel ki sote bir yerden bizi gözleyen görevli açığa çıkıyor. Yaklaşımı kibarca. Biz de kibarız. Gerekçelerine saygı duyuyor, elimde olsa dükkân sizin tavrına sempati ile gülümsüyor, teşekkür edip iyi akşamlaşıyoruz, bu güzel insanımızla.

"Bir taksiye atlasak mı?"

Atlama fikrindeyiz. Bakındığımız ilk taksi sahipsiz, park yerinde karanlık karanlık duruyor, bir yandan da yürüyoruz, gördüğümüzü durduracağız. O ara tam otobüs durağının önünden geçerken Mevlüt ses ediyor.  Kesemizin dostu. 1 dakika sonra durakta bir otobüs olacakmış. Biniyoruz, ve şu hayattaki en bayıldığım anlardan birini yaşıyorum, tünelden geçiyoruz. Beylerbeyi Tüneli'nden. Hayat beni hep kolluyor ve onun için de sürekli sunuyor, bunu biliyorum. Kuzguncuk'ta iniyoruz. Güzel gece Seni Seviyoruz.


Denize kulak verip, ninnisini dinleye dinleye varıyoruz Çikolata&Kahve'ye. Çok hoş bir dükkan, güleryüzlü, ve bunda samimi iki genç adam. Dışarıdaki masaları akıl çeliyor. Gece henüz uykuya uzak. Sohbetler canlı. İnsanlar güzel.

"İki Müzeyyen lütfen."


Müzeyyen kadayıflı muhallebi. Eğlenceli ve de lezzetli, sunum da kanımca tam anlamı ile Müzeyyen. Süslenmiş ağaçların dibinde, hoş insanlar arasında kaşık kaşık tadını çıkarıyoruz... Kuzguncuk'da bir gece vakti, serin ve tatlı bir Müzeyyen! Öyle yakışıyorlar ki geceye.

Teşekkür ediyoruz Çikolata&Kahve'ye, bir gün kahvelerini de denemek dileği ile. Seviyoruz kendilerini.

Sonra... Gecenin ruhları dürtükleyen bu şahane vaktinde, hiç taksiye falan bulaşmadan, birbirimizin notalarına dokunarak yarattığımız müzik eşliğinde, çocuk uykusundaki güzel güzel sokaklar geçerek, Sıvacı Ferhat'a varıyor, uyuyanları uyandırmaz adımlarla onu da geçiyor, Konağa giriyoruz.


Konak'da eğlence tavan. Işıl ışıl parlayan insanlar, cıvıl cıvıl hayat... Kalabalığa karışmayacağımız, ağaçların altındaki masaya oturuyoruz. Kafeterya'da bir nişan töreni olacağından haberdarız. Üstelik de bu hoşumuza gidiyor. Bundan şikayet edecek insanlar değiliz, hayatın doğal akışı içinde olması gereken ne ise bunun bir parçası olmayı kabul ederiz.. Bir otel sessizliğinde gri bir Konak pek anlamsız olurdu zira. Hikaye eksik kalırdı. Gecenin renklerine ve hayatımıza kattıklarına bayılıyorken ne kadar daha zenginleştiğimizin farkında iki insan olarak eve geçiyor, rutinleri hallediyor, dışarıdaki coşkuya gülen yüzlerimizle uykuya sarılıyoruz.


Yazının devamı İstanbul'da Bir Mükellef Cumartesi için buradan lütfen

12 Haziran 2019 Çarşamba

İstanbul'u Taşradan Yaşamak Daha mı Güzel Acaba?

Uzun zamandır kafamızda olan bir yer var, daha doğrusu bir mekân... yine bir meyhane. Hani İstanbul'da yaşasak şimdiye kadar bin kere gitmiştik denilse de, bulunduğumuz semtten, İstanbul hayatının zorluklarından, zorlu trafiğinden yola çıkınca, acaba gerçekten gitmiş olur muyduk, diye de düşünüyoruz. O karmaşanın içinde, mesafeleri de göz önüne alınca, sanırım şehrin tadını çıkarmak daha zor. Oysa biz taşralılar, bir yer duyuyor, ya da bir şeyler okurken görüyor, sonra hadi bir hafta sonu şuraya gidelim, orada yiyelim, şu şu etkinlikleri görelim, biraz da şuraları gezelim diyor, hiç İstanbul'un karmaşık trafiğine ve hayatına bulaşmadan, yürüme mesafesinde, ihtiyaç olduğunda kalabalık trafiğe girmek zorunda kalmayacağımız ulaşım araçlarını kullanarak, direksiyonla ve etrafla cebelleşmek zorunda kalmadan bütün hedeflerimize kolayca ulaşıyoruz. Bu aslında çok da güzel. 

İstanbul ve onun sundukları, şu alemde yaşayan tüm ölümlüler için kesinlikle muhteşem, hiç tartışmasız. Ama sanki, sesi uzaktan daha bir hoş geliyor!  İstanbul olanaklarından aşağıda olmayan ama mesafeleri ve kalabalık yaşam açısından o kadar yormayan, ülkenin her yerine kolayca ulaşılabilen bir güzel deniz şehrinde yaşamak da, acaba daha mı güzel? 

Sanki bir kez daha, yine güzel, bizi çok mutlu edecek(?) bir konaklama yeri seçiyorum. En sevdiğim kadın onaylıyor. Yeme içme noktalarının rezervasyon işiyse her zaman olduğu gibi onda. Tarih mutabakatı tamam, ve erken alınmış -otobüsten ucuz- uçak biletleri cepte. Her şey yolunda. Üsküdar'a gidiyoruz...




2 Haziran 2017

Salih Ustadan börekler, havaalanında kahve klasiği bu kez yok. Kahvaltıyı gittiğimiz yerde, hatta hedeflediğimiz semtteki bir yerde, gönlümüz nereyi seçerse orada yapma fikrindeyiz. Pırıl pırıl bir sabah... Bir kaç dakika yürümeyle duraktayız. Bir kaç dakika sonra da Bafaş geliyor. Yolcu yoğun bir gün. Şehir, bir ay sonra başlayacak dünyanın 3.büyük spor organizasyonu olan Deaflympics, bir başka deyişle işitme engelliler olimpiyatına hazırlanıyor.* Havaalanı yönünde yoğun yol ve köprü çalışmaları var ve trafik, özellikle sanayi bölgelerine kadar ciddi biçimde yavaş akıyor. Çocukça bir endişem var. Epeyi sıkışık ve  sıkıntılı geçen sanayi coğrafyasını geçince rahatlıyorum. Havaalanı canlı. Kontuar açık. Sırt çantaları bagaja...  Anons, kapı ve uçak. Açık havada zevkli bir uçuşla Sabiha Gökçen... Havabüs ve Kadıköy.  Üsküdar İcadiye Mahallesine gidecek otobüsü bulmalıyız. Bir tarif alıyoruz. Ben Mevlüt'le tanışıyorum. İlk işini çıkarıyor Mevlüt ve  bize binmemiz gereken otobüsü gösteriyor, acele etmeliymişiz ama! Sonra da inmemiz gereken durağı... Büyüksün!

İniyoruz. Bu kez telefon, en sevdiğim kadının telefonu yani, elimizden tutup sokağın başına kadar götürüyor. Evi gördük. Bakkalımızla tanışalım.

"İki kola lütfen."

"İki de su lütfen."

Mahallemizle ilk tanışmamız sıcacık. Hemen kaynaşıyoruz. Evse masal gibi. Fakat Konak ve ben, daha çok benden kaynaklı olarak, biraz mesafeliyiz. Sevdiğimi, boynuna atılmak için kendimi zor tuttuğumu, bir an önce sohbeti koyultmak, daha çok da onu dinlemek istediğimi belli etmiyorum. Ağır takılıyorum. O kadim, olgun, ne günler geçirmiş, beni mutlaka çözdü ama alan açıyor sanki bana. Tatlı kadınla iletişimse çoktan, ooooooo...!


Giriyoruz bahçe kapısından içeri. Özenli, şirin, rengarenk, insanı anında ele geçiren bir ev ve bahçe. Tam karşımızda, bir kaç basamak inilerek ulaşılan -tabii ki yeşillikler arasında- bir kafeterya var. Bir kaç adım daha atıyoruz ki, oradan çıkan bir hanımefendi bize doğru geliyor. Onunla giriyoruz eve. Odayı açarken "Buradaki yaşam kurallarından bahsetmek istiyorum," diyor Gülşah Hanım, "ne yani?" deyiveriyorum içimden. Ama sonra dış kapının, konağın kapısının ve odanın anahtarlarını verdiğinde ve kuralları sıraladığında, bunun tüm hikâyenin içinde sıcacık ve tamamlayıcı bir nüans olduğunu fark ediyorum. Şahane bir aidiyet duygusuna gönüllüce teslim oluyorum.


120 yıllık bir konak burası, ailenin büyükleri merdivenlerden çıkılarak ulaşılan üst katta kalıyorlar fakat bahçe dışında hiç karşılaşmıyoruz kendileri ile. Duvarda Kâtibim şarkısının notaları var ki odanın adı da Kâtibim. Öyle ince bir zevkle ve özenle düzenlenmiş ki, yumak yumak bir sıcaklık  tüm hücrelerimize sirayet ediyor. Banyoda bugüne ait bir kaç şey var, fakat öyle güzel yedirilmiş ki düne,  sanki 120 senedir oradalar. Sabunlar mis kokulu, al eve götür, süs objesi olarak kullan; o derece doğal ve sevimliler. İsteyene peştamal, isteyene havlu. Odaların açıldığı geniş hol ise kasmayan, çok hoş, ve de kasılmayan, sizi sevgiyle eşitleyen güngörmüş bir olgunluğa sahip. Sevinçliyiz. O halde biraz şu güzel karyolaya uzanıp dinlenelim, dinlenirken ahşap tavanların tadını çıkaralım. Üstelik de bahçeden gelen, konağın temizlik, yemek, bahçe bakımı, çamaşır gibi günlük işlerinin ve çalışan seslerinin cıvıltılarla oluşturduğu müzik eşliğinde...





Haydi... Kuzguncuk'da Kahvaltıya(?)


Üsküdar İskelesinden gelen ve gittikçe dikleşen yokuşun sonlarında, ana caddenin iki altındaki Cemil Meriç Sokağında, gürültüden ve karmaşadan uzak sakin bir mahallenin içinde ve bu hale bayılmış iki insan olarak biraz yürüyüp, bakkalımıza varmadan sağ sokağa, Sıvacı Ferhat'a dönüyoruz. Hafif eğimli yokuşu Kuzguncuk'a doğru; evlere, sessizliğe, arada bir önümüze çıkan küçük, sevimli kafelere, ekili bahçelere bayıla bayıla inerken, medeniyetten ve sola dönen yoldan vazgeçip önümüze çıkan dar, eski ve dik merdivenlere yöneliyoruz. En üst basamağa henüz varmamışken bir anda, ucundan gördüğümüz maviliğe, tutuluyoruz. Şimdi onun çekim alanındayız. Merdivenin ilk basamağına vardığımızda önümüze çıkansa tam anlamıyla al gözüm seyreyle... Hızlı adımlarla iniyor, aramızdaki asfaltı geçiyor, Botanik Parkının yeşillikleriyle tüm sınırları kaldırıyor ve derin derin İstanbul çekiyoruz... Dönsün başımız!


Metropolün bir yerinde, onun tüm kalabalığından bağımsız, özgürlüğünü ilan etmiş, kargaşanın içinde yer almamaya direnen bir -ara-bölgeyi yürüyoruz. Yavaş, sakin, insansız, hâlâ köy kalabilmiş bir rüyanın içinden geçiyoruz. Karşı yamaca yerleştirilmiş at ve tay heykellerinden oluşan sürüye, önünde kaçınılmaz olarak kaldığımız maviye, ama daha çok da köyün esnafına, sevimli dükkânına selam ediyoruz. Güneş coşkulu, bizse ondan coşkulu! Gülşahın Abajurları yazan ahşap tabelası, güneşliğinin üzerindeki instagram satış noktası vurgusu ile bizi bizden alıyor dükkan.


Emine Hanım'ın evinin önünde durmamaksa imkânsız. Esnaflık budur! Sonuçta bağ bahçe, yemek, ev temizliği, çoluk çocuk gibi sorumluluklar da var! Üstelik başı dik ablanın, adı da var. Yazmış güzelcecik, sıcacık rakam ve harflerle... yazmış emekçi  tabelasını, asmış ekmek teknesinin kapısına: Köy yumurtası bulunur! Kaç koltukta kaç karpuz değil de nedir bu? Makine düzeni şehrin kıyısında bir güzel abla. Çok sevdik seni... çok.


"Varoşlarından" yaklaştıkça merkeze ve biraz daha kalabalıklaşmaya başlasa da binalar, az önce hissettiğimiz sıcaklıkta bir kayma olmadığını fark ediyoruz. Henüz semtin dokusunu bozacak, kendisine serin duracağımız bir ayrık otuna rastlamadık. Hatta sempatimiz artarak devam ediyor. Bostanla, Hagios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi arasındaki tamirat çukurlarına bile -gerçek bir mahalle efekti yarattıkları için sempati ile bakıyoruz.  Kilisenin geçirdiği yangından sonra 1800'lü yıllarda inşa edilmiş çan kulesi cazibeli, ayazması ile birlikte yeşillikler arasında pek hoş duruyorlar... ama biz önce bostana girelim. Çünkü sevimli tabelası pek davetkar.


Buranın bir mahalle olduğunu hissettiren pek çok unsura rağmen, eskinin ilişkilerini sürdüren, kitlenin aidiyeti yüksek bir duygu ile mahalleye bağlı olduğunu gösteren mihenk noktası, tüm ele geçirilme çabalarına karşı uğrunda büyük mücadeleler verilmiş Bostan. Ne hoş bir kolektif yaşam kültürüdür bu ve ne de kıymetlidir; bugünün kozmopolit ve ilişkilerin çıkar odaklı olduğu samimiyetsiz dünyasında, kendi andalında kendi ellerinle diktiğin sebzelerini yetiştirmek ve bu ortak alanı bir rotasyonla isteyen herkese adilce pay etmek. Aynı zamanda bir etkinlik alanı olan Bostanın  amfisine bayılıyor ve hemen sahne alıyoruz. Formu bozulmadan kuyuya yerleştirilmiş küpün ağız kısmına koyulmuş su çanağından su içen kedi, sorumluluklarının bilincindeki korkuluklar, yeşil heykeller, çok kara olmayan kargalar ve tüm bu alanı daha renkli kılan güngörmüş evler... İzleyicilerimiz. Ne güzel!


Açlık hiç ses etmiyor. Bu ahenge bayılmış olmalı ki hiç de uyarmıyor. Mekânlar çağırıyor fakat İcadiye Caddesini kesen sokaklar da elimizi bırakmıyor. La Mekân'a neden oturmadık hatırlamıyorum. Kapalı mıydı o saate acaba diye de düşünüyorum. Belki de güvendiğimiz ve sevdiğimiz gurmeden kaynaklı olarak bilinçaltımızdaydı komuta... onu da bilmiyorum. Bir bakıyorum ki Pita'dayız.


Küçük, sevimli bir mekân, Amerikan servisleri hoş; semt çocuklarının ellerinden çıkmış renkli, sevimli resimler. Tezgâhın ardındaki abladan güzel yemekler çıkar diye düşünüyorum. Tek kalmış karnıyarık tahrik edici. Ama biz kahvaltı için buradayız. Bir kişilik söylüyoruz, böyle alıştırıldık!.. İki de çay.


Hanımefendi sahiplerinden biri, öğretmen. Seçtiğimiz kahvaltı geliyor, hoş bir set, poğaçalar lezzetli, ama şımartılmış insanlarız dedim ya, gözümüze az geliyor, içimizde bir eleştirmen türüyor. Taşralı algısı deyip geçebilirsiniz de! Kuş cennetinde, su basar ormanlarının içinde, belediyeye ait ama bölge insanlarının ürettiği ve çalıştığı yer dahil, öyle zengin kahvaltılara alıştırılmışız ki...  tek kişilik kahvaltıyı dahi -iki kişi için- yarım isteyen gözlerimiz bu nedenle  belki de eleştirel. Yörelerinden özenle seçilmiş ürünler, ciddi bir emek, merak, en iyisi olsun arzusu ve işe sevgi katma var, eyvallah. Müşteriler memnunlar ki, iletişimleri sıcak ve bu sıcaklık samimi. Ama bugün ya bizde bir sorun var ya da şımartılmış insanların burun bükmesi ele geçirmiş bizi. Oysaki şu an görünen tabak bir kişi için ideal. Güzel de zaman geçiriyoruz, lakin içimize de bir il başkanı kaçmış gibi... o halde, o anki hissiyatımızla söyleyelim, "Belki her şey güzel ama yine de bir şey var!"




 Bazı kitaplar zıp zıp zıplatır... Üstelik de bu kadar olur!


Caddeyi kıyıya doğru yürürken ve insanlarına, dükkânlarına, yaşamın yavaşlığına ve semtin sıcaklığına bayılırken Nail Kitabevi ile göz göze geliyoruz. Koşup sarılasımız gelmiyor mu? Elbette geliyor. Fakat her zaman olduğu gibi, pastanın kremasını sona saklıyoruz. Uzun uzun, yavaş yavaş, hissede hissede tadını çıkarmak için, sabrediyoruz.


İsmet Baba'nın yanındaki küçük iskelenin üzerindeyiz. Denize bakan pencerelerinden birindeki masada olmanın hayalini kuruyoruz. İçerinin o anki loşluğu, duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflar, masalarına sinmiş eski ve derin sohbetler, görmediğimiz ama Tanpınar'ın tasvirlerinden sevdiğimiz eski İstanbul tadında, rakı ve bir kaç meze eşliğinde efil efil bir boğaz keyfini mutlak kılıyor. Lakin akşam için aylar öncesinden ayırttığımız masa da sanki buradan aşağı kalmıyor. Göreceğiz!


Beylerbeyi'ne giden yol boyunca yürüyoruz sonra, kapanmış, çekici, akıl çelen bir lokantanın önünde ki denizle bir bağı yok ama çekiciliği nedeniyle kalıyor, sonra tekrar dönüp İcadiye Caddesine giriyoruz. Taksi durağı, ağaçların altında oturan insanlar, Ekmek Teknesi, takı dükkânları, dikkat çeken Betty Blue, hırdavatçılar, çikolata ve kahve dükkânları, Perihan Abla efekti yaratıyorlar. Bir gerçek var ki, girdiğimiz bütün sokaklarıyla Kuzguncuk, asla ama asla bir yapaylık hissi uyandırmıyor. Girdiğimiz sokaktaki mavi bina akıl çeliyor. Bir konaklama noktası. Muhtemel de bir kafe.  Kaldığımız yerden hiç bir şikâyetimiz yok, ama Kuzguncuk içinde geçecekse bir kaç gün, ben yokuş çıkıp inemem de denirse, sanki olabilir. Hani biraz alkolün değdiği akşamlarda, yakın olsun  kaldığımız yer istenirse, bir de Kuzguncukluyuz diyebilmek için tercih edilebilir.


Şurada otursak bir şeyler içsek, dedirten masalarını selamlıyor, sokağın merdivenlerini çıkıyor, yüreğimizin götürdüğü yönlere dönüyor ve artık bir Kuzguncuk sembolü Refika'nın binasının önüne varıyoruz. Bir lokantası ya da kafeteryası olsa gireceğimiz kesin, tariflerini seviyoruz... olmayınca böyle bir seçenek, dışarıdan bakıp, biraz üzerine konuşup, binaya hayran kalıp geçiyoruz.

Veee... Nail Kitabevi'nin önündeyiz.

İçeri usulca süzülüyoruz.

Sanki çok eskide kalmış bir masalın kapısını aralıyoruz.

Hızlı yok oluşların içinde kendini koruyabilmiş olanlar, ticari faaliyetin çok ötesinde bir kıymetteler. Şu büyük sermaye kitapçılarının olmadığı dönemleri yaşamışlar için anlamları büyük de, acaba o yılları görmemişler için anlamı ne? Fakat, sanki, gençlerin bir kısmında da bir farkındalık var. Sanki ekonomik koşullar biraz daha iyi olsa, ya da bu tür yerler biraz destek görse, en azından fiyatlar noktasında büyüklerle rekabet edebilseler.. yaşayacaklar da.


Kafeteryası sevimli, kat aralarındaki masalarda kitap okuyan ya da ders çalışan, ağırlıkla gençler renkli... Bir ticari işletmeden daha ziyade gönüllü bir buluşma, kitaplara dokunma, bir şeyler içip bir şeyler yerken üç beş satır okuma noktası tadında, sıcacık bir mekân. Çalışanları tatlı ve mekânla da çok uyumlu. Raflarında kitap bakınırken, açık pencereden caddenin kokusunu görmek, bir satın alma eylemi içinde değilmiş de bir tanıdık evin kitaplarına bakılıyormuş gibi.

En sevdiğim kadın buldu! Zıp zıp zıplamasına az kaldı. Üstelik de o kitap burada bulunmalıydı. Aynı iki kitabın biri bana... Tazeliğini yitirmesi imkânsız, anı yaşamak adına kesintisiz bir duygu yaşatacak, her ele alındığında buraya, bu güzel ana götürecek, gözlerime her seferinde şahane bir tebessüm oturtacak, onun, en sevdiğim kadının -güzel- yazısıyla cümleler... bana cümleler... ilk sayfasında:
  
FARZET Kİ 2 HAZİRAN 2017
FARZET Kİ KUZGUNCUK
FARZET Kİ NAİL...


Günün kesinlikle çok güzel olacağını hissettiğimiz bir başka noktası için eve dönmeliyiz şimdi. Hazırlanmalıyız! Bostanın içindeyken, ardında kalıp bizi sahnede izleyen, alkışlayan evlere bir selam çakmadan olmaz. Önlerinde saygıyla kalıyoruz. Sonra köşeyi kıvrılıyoruz ki bir anda bir mekân "Ben?" diyor. Çok beğeniyoruz. Bina güzel, cezbedici. Camlarından içeri bakıyoruz. Bir şeyler yiyip, belki şarap içilesi... adı Zahir. Bir fikrimiz yok ama etkileniyoruz. Artık kısmetse bir başka sefere, diyor, gönlünü alıyor, beğenimizi belli ediyor eve doğru yürüyoruz.

Bu kez geldiğimiz yolu yokuş yukarı çıkıyoruz. Bir taksiye atlasak mı falan demiyor, bir kez daha üzerinden geçilen satırlar tadında, geliş yönündekilerin bir bir önünden geçerek konağa varıyoruz.


Mahallede on kedi varsa
                      Biri sensin

Yüz kedi varsa
        Biri yine sen
Ama bu kez yüzde birsin

Oysa okşadığım-tek bir kedi-
           O kedi.
           Yüzde yüz sensin.**


"İki kahve lütfen."

Şu hayatta en sevdiğim an, yeni alınmış kitapları eve gelene kadar sabırla beklemek. Yanına atıştırmalık ya da sevilen bir içecek almadan, bütün düşüncelerden arınmadan, bütün ayak işlerini halletmeden dokunmamak. Hepsi hallolunca da saf, sorunsuz bir keyifle sayfalarının içinde dolaşmak. Şu an ritüel başlangıcı için her şey, ama her şey hazır. Üstelik sabah konağa girdiğimizde kapalı yerlerinde olan ve anneleri dışında kendilerini göremediğimiz kediler de bu güzel akşamüstüne katılıyorlar.


İyi, ilişkileri kuvvetli bir ailenin ve herkesin toplanma yeri olan bir evin ne demek olduğunu bilen insanlarız, saksıda büyütülen zeytin fidesinden ve bahçedeki -sahiplenilmiş- kedi yavrularına gösterilen sıcaklıktan...  iyi, güzel ve şefkatli hikâyenin tümünü anlamak ve konağın her noktasına sinmiş sevgi bağını hissetmek bizim için, Konak'la bağımızı kuvvetlendiren, olayı bir ticari ilişkiden bağımsız hale getiren kıymetli duygular. O lezettle, bu özenli ve zengin bahçede, bu güzel  yazın akşamüstüne,  kahvelerimizi yudumluyor, Zahrad'ın, asıl adıyla Zareh Yıldızcıyan'ın Aras Yayıncılık tarafından çıkarılmış, Ermenice ve Türkçeleri karşılıklı iki sayfada ayrı ayrı yazılmış şiirlerini okuyor, çizimlerine bakıyor, duygu dünyasının içinde dolaşıyoruz. Sonra odaya geçiyor, biraz dinleniyor, güzel(?) gece için hazırlanıyor, özellikle dış kapıların anahtarlarını kontrol ediyoruz. Güzel mi güzel, çiçek kokulu bir ilkyaz akşamı... Yolumuz uzun. Hayalimiz de!



*Samsun, dolayısı ile Türkiye, 23. organizasyonda, %99,5 başarı notu ile en iyi Deaflympics olarak tarihe geçti.

** Zahrad'ın kitabından Bir Kedinin Hatıra Defterine, adlı şiir.

Yazının devamı İstanbul'da Bir İnciraltı için buradan lütfen.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Demir Küpte Günü Batırmak

Öncesi

2.Gün 

18 Aralık 2016

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 


Akşamın tüm izleri silinmiş mekan, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli. Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsüne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhanenin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsüne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse yalı salonu orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında-uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz saslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin müteahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına-çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenlerinden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a. Rus Konsolosluğunun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Liseden -can-arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekanındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene, geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajından ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyük elçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanındayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı son kitaplarındaki biyografisinden.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP