13 Mayıs 2019 Pazartesi

İstanbul'un Bir Kadim Semtinde İki Gün Bir Gece

Bir gün, öylesine otellere bakıyorum; İstanbul'daki otellere. İstanbul'u semt odaklı gezmek gibi bir fikir oluşuyor bende. Nasıl olur acaba diye merak edip düşünmeye ve hayal etmeye başlıyorum. O ara bir yeme içme mekânına rast geliyorum; yine hedefsizce, oraya buraya bakarken. İlk görüşte vuruluyorum. Heyecanlanıyorum. Anımdan ve mekânımdan uçup oraya konuyorum. Şahane. Sonra tüm bunları derleyip toparlayıp yol arkadaşım ile paylaşıyorum. O da bayılıyor.
 

Kesinlikle o meyhanede bir akşam içmeliyiz! Kesinlikle...
 

Bu kesinlik üzerine bir çok oteli eleyip ruhumu daha derinden okşamayı başaranla ilgileniyorum. İlgilendikçe daha fazla ısınıyorum. Hayal ediyorum... Hayal?.. Bu çok hoşuma gidiyor. Hem de çok... Ve rezervasyonu yapıyorum; cumartesi gecesi için. Cumartesi... Bir cumartesi akşamı?! En sevdiğimiz meyhane renklerine haiz, heyecan veren bir mekânda O'nunla bir Cumartesi.



1.Gün

  
17 Aralık 2016



Gün henüz ışımamışken, gecenin sabaha yakın tarafında uyanıyorum. Yol sabahları erkeninin tenimde yarattığı serinin, yaş itibari ile biraz durulsa da çocukça,  henüz yatağın sıcağı üzerimden sıyrılmamışken her bir hücremde oluşturduğu ayaklanmaya bayılıyorum.  Sırt Çantam zaten hazır. Sabah rutinlerini de halledince düşüyorum yola. Sabiha Gökçen'i daha çok sevsek de bu kez Atatürk Havaalanına ineceğiz. Semtimiz için bu daha elverişli. Gün ışımadan başlayan, sonra günün ışımasına  tanıklık ettiğimiz, karlı dağlar geçtiğimiz, kahvemizi içip tostumuzu yediğimiz güzel bir uçuşla Yeşilköy... Havaş, sanki bizi bekliyor.

Her ne kadar Zeytinburnu sahilinde yükselen gökdelenler üzse de İstanbul henüz uyanmaya hazırlanırken onun derinliklerine girmek keyifli. Kumkapı'nın sabahı bir başka alem. Aksaray'ın anıları çok. Plakçılar Çarşısı ne güzel günlerdi ama, dedirtiyor. Çocukluğumdan beri sektörün en sevdiklerimden biri olan, Aziz İsvan LTD.ŞTİ.'ini barındıran Şişhane'de iniyoruz. O köşeye ve anılara bir göz kırpıp karşıya geçiyor ve bir taksiye atlıyoruz. Unkapanı Köprüsü'nün inişinden sağa kıvrılıyor, Cibali Sigara Fabrikası'ndan evrilerek restore edilen Kadir Has Üniversitesi'nin mimarisi güzel binasının önünden geçiyoruz. Güneş, henüz sisleri aralıyor. Haliç gittikçe mavileşiyor. Restorasyondaki Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin kubbesindeki parıltı yeni günü müjdeliyor.

"Burada bırakır mısınız lütfen."

Kaloriferin sıcağından inince soğuk bir kez daha yanaklarımızı okşuyor, güneş sırtımızı sıvazlıyor, mutluluk çiçeklerimiz açıldıkça açılıyor. Oradalar! Bir yol genişliği kadar uzağımızda... Kalplerimiz alkış kıyamet. Kanımız fokurduyor. Sanki bir kez daha başarıyoruz.


"Yaşasın!"

Bir süre seyrediyor, karşıya geçiyor, kahvaltıya hazırlanan bölümden kıvrılıyor, resepsiyona varıyoruz. Hoş bir Hanımefendi. Uçağımız gün ışırken ineceği için teklif ettiğimiz erken girişin kabul görmesi bağımızı katmerleyen, olumlu sinyaller gönderen ince bir tavırdı zaten. Dar, nispeten dik, ahşap ve sevimli merdivenlerden çıkıp vardığımız alan heyecan verici. Kocaman bir Rum evinde olduğumuz kesin. Merdiven sürecince bayılmaya başladığımız, güzel oturma salonları geçtiğimiz otelin, yani Troya Hotel Balat'ın bize ayrılmış odasına girince tam anlamı ile göğe eriyoruz. Tül perdelerin arkasından gördüğümüz manzaraysa muhteşem ötesi. Sakiniz! Hımm... yatak pek rahat. Az dinlenip, birer kahve içip semti talan etme fikrindeyiz.


Kocaman ve sevimli balkon, ne fikirler getirmiyor ki akla. Manzaraysa kimsenin itiraz edemeyeceği kadar muhteşem. Ben planlanan konseptle ilgili otel seçmeyi biliyor muyum yoksa? Hava soğukmuş kimin umurunda. Elimizde kahve kokusu, denizin kıyısında balık tutan bir kaç kişi, karşı kıyıda canlanmaya başlayan hayat, önümüzden geçen yolda kıpırdanan gün, yüzümüze vurmakla kalmayıp tüm yarımadayı usulca parlatırken ısıtmaya da başlayan şahane bir güneş... Panoramik bir mutluluk ânı.


En üst katta, Haliç'e bakan bir odada, Galata Kulesini ve tarihi yarımadayı görebilen ve ruhu olan bir binada olmak, oturma odalarını dolaşmak, yaşanmışlıkların izlerini tüm hücrelerimize kadar hissetmek olağanüstü bir başlangıç. Odanın klima ile ısıtılıyor olmasının ilk anda hissettirdiği soğuk umurumuzda bile değil. Öylesine bir sıcaklıkla tanıştık ve kaynaştık ki... Üstelik akşamın, masanın, ona eşlik edecek müziğin, lezzetli mezelerin merakı ve hevesi kıpır kıpır. En çok da semtin bizimle paylaşacaklarının...


Komodinin üzerindeki semte dair öneriler bulunan kitapçığa bir göz atıp yanımıza alıyoruz. Bir süre yürüyüp otelimizin arka sokağına geçiyoruz ki bir bölümü araç trafiğine kapatılmış, sıkı güvenlik tedbirleri ile korunan Fener Rum Patrikhanesi'nin önündeyiz. Onu geçince otelimiz ve komşu binaların asıl girişlerinin olduğu yerde kalıyoruz. Asıl cepheleri burası. Önlerinden, daha doğrusu eskiye göre arkalarından geçen yoldan önce, denizin kıyılarına vurduğu hali düşünüyorum.


Dört sütunlu girişi ile Yunan tapınaklarını anımsatan Özel Maraşlı Rum İlkokulu'nun binası sanki başladığı işi yarım bırakan, sonra da öylesine tamamlanan bir müteahhit eseri gibi duruyor. Hikâyesiyse enteresan... Biraz ilerledikten sonra önünde kaldığımız deponun bulunduğu bina, depo açısından sevimli gelse de Nurbanu Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış bir hamam olduğunu bilmek, elbette üzüyor insanı. Perispri aklımızda olan bir kafe, aynı zamanda da bir antikacı, hoş mekân, biraz göz atıp, güzel restore edilmiş evlerin daha çok da el değmemişlerinin önlerinde kala kala Fener'den Balat'a doğru devam ediyoruz. Uzaktan bakışıp da kaynaştığımız, bir Türkiye klasiği olarak ölüme terk edilmiş ahşap ev, önüne gelince frene bastırıyor  elbette. Halini hatırını sorup sohbet ediyoruz kendisiyle. Üzerine projeler geliştiriyoruz.

Martı sesleri açlık gibi.


Patrikhane'nin arka sokağında ve karşısındaki eski ve yüksek binalardan birinin terası üzerinde iniş sırası bekleyen bir kalabalıkla tur atıyorlar. İnişe geçen beslenip tekrar havalanıyor. Rivayetlerimiz alaca karanlık kuşağı gibi. Kendilerini sevsek de durum Kuşlar filmi ürküntüsünde. Muhtemel ki o evde oturan ya da oturanlar tarafından besleniyorlar, diye düşünüyoruz. Hepsinin de maşallahı var!  Esprilerimiz muhtelif!


Güzelliklere ulaşmak sabır ve emek ister kelimelerini kulaklarımıza fısıldayan Sancaktar'ı tırmanmaya başlıyoruz. Sanki bir masalın içinde göğe yükseliyoruz. Yoksa masalların mı demeliyim? Henüz sabah olmasına rağmen fotoğraf gruplarının sayısında gözle görülür bir artış var. Bu bir belirti olabilir! Özellikle bir tanesi var ki bugünü anlamamıza da katkı veriyorlar. Hafta sonu aktivitesindeki bir kadın grubu, kültürel ve sanatsal bir etkinlik... ve "başlarındaki" erkek sevecenlik yüklenmiş bir öğretmen edasında. Bir fotoğraf kulübünün üyeleri mi acaba?


Fener Rum Erkek Lisesi elbette iz bırakıcı. Fantastik bir duruşu var. Şahsiyetli. Karşısında sabırla, saygıyla, kıskançlıkla ve hayranlıkla bekliyoruz. Bahse konu kadın grubu, kapalı şemsiyeyi eline baston gibi tutturdukları bir küçük delikanlının fotoğraflarını çekiyorlar. Pek İngiliz bir poz. Durumu izlemek keyifli, oğlanın yeter artık bakışları bizden yardım ister gibi. Biraz da havalara mı giriyor ne? Tatlı bir çocuk. Belli ki buralardan.

Korkulukların üzerindeki sevimli kediyi model yapan bir tanıdığım var. Kedi hayatından memnun. Kendisinden poz talep edilmiyor ama o da güzel pozlar veriyor. Bense bu okulda öğrenci olmak meselesini düşünüyorum.

Yokuşu biraz daha yürüyüp tekrar geri dönüyoruz. Çıkarken dikkatimiz çeken merdivenlere yöneliyoruz. Bir çay, ya da kahve içmemiz mutlak İncir Ağacı Kahvesi, ne yazık ki o saatte kapalı.


Merdivenlerden çıkarak ulaştığımız güzel evlerden sonra gözümüzü alan noktadaysa masalsı bir hikâyenin, belki de bir efsanenin ürünü, Fatih'in emriyle camiye evrilmeyip kilise olarak kalan Moğolların Meryemi Kilisesi...  Moğolların Meryemi adıyla kastedilense Bizans İmparatorunun kızı Maria Despina. Fakat bu arada önünden geçtiğimiz duvarın ardındaki evin, yaşamı ve kariyeri pek enteresan bir prense, Romen Prensi Dimitri Kantemir'e ait olduğunun farkında mıyız, farkında mıydık şu an bilmiyorum. Eğer yüksek duvarlar engel olmadıysa kaçırdığımızı da pek sanmıyorum. Güzel evler, saklı bahçeler, güzel sokaklar geçerek ve de Lisesinin etrafından dolaşarak vardığımız son nokta ise süper.


Mesnevihane'ye kapalı olduğu için girmeyince, bir başka girişi olacağını düşünerek bir üst sokağa geçiyoruz ama nafile. Demirlerin arasından gördüğümüz manzara pek yeterli gelmese de Rum Erkek Lisesi'nin kulesi muhteşem. Mesnevihanenin 1845'de açılmış camisi ise insanı kucaklayan, çağıran, alçak gönüllü zarif bir sıcaklık içinde. Aşılamayacak yüksek demirleri aşıp da bahçeye girebilsek, terasın uç noktasının bize sunacağı Haliç ve okul manzarasının doyumsuz olacağını hissediyoruz. Aslında yandaki gizli işlerle uğraştığını hissettiğimiz, anladığımız, resmi, soğuk ve ürkütücü binadan çekiniyoruz.!


Camiye ve kuleye bir süre daha bakıp ufak ufak alçalmaya başlıyoruz. Bir rotamız yok. Sezilerimizin yönlendirmesi ile hareket ediyoruz. Yine güzel evler geçerek, bahçelerin demir kapılarından kadim ağaçların ve çiçeklerin fotoğraflarını çekerek, hikâyelerine kulak kesilerek, onlarsız Balat olmaz noktasına varıyoruz. Fotoğrafçılar için kesinlikle çok güzel objeler! Biz ruhlarını okşuyor, bize anlattıklarını dinliyoruz. Sonra önlerine değil de hemen sağımızdaki sokağın içindeki eve yöneliyoruz; L yaparak Kiremit Caddesine bağlanan sokağın L'sinin köşesindeki, yukarıdan inen yağmur borusunda minik bir kuş yuvası asılı olan eve. Orada oturuyor olmayı istiyoruz. Boş olan birinci katında. Girişindeki merdivenin çiçek saksılı ferforjelerine bayılıyoruz. Varsın güneş almasın.


Açlık usul usul kapımızı çalmaya başlıyor... yüreğimizin götürdüğü sokaklara gire çıka Vodina Caddesine doğru yürüyoruz. Aslında sokaklardan birinde set hazırlığı içindeki bir film ekibine rastlıyoruz. Bunun bir reklam filmi olacağı ihtimali üzerinde yoğunlaşıyoruz. İleriki zamanlardan birinde severek de izlediğim bir televizyon dizisinin başrolünde görünce Balat'ı, bir "Acaba?" takılıyor aklımın bir köşesine. Külhan Sokağı'ndan ilerlerken önümüze çıkan tuğla cepheli evse içimizdeki İrlandalıları heyecanlandırıyor elbette. Önünde kalmamak mümkün değil. Kalıyoruz. Kardeşlerine başka ülkelerin başka sokaklarında rastlayacağımız gibi ona yazıyoruz...


Vodina'nın bir üstündeki ona paralel caddeye doğru inerken ve de tam ona ulaşmak üzereyken, yokuşa ilk bulaştığımızda dikkatimizi çeken kapıların önünde fren yapıyoruz. Bir Balat klasiğinin şenlikli, renkli, pırıltılı kalabalığını izliyoruz.  Poz poz fotoğraf telaşındaki insanların hayatın karanlıklarından uzaklaşmış çocuk neşesindeki yüzlerini ve heyecanlarını seyretmek iyi geliyor. Farklı ve canlı renklerdeki, yan yana dizilmiş, bir model edasında popüler pozlar veren  kapılar da neşeli. Lakin biz, kendi doğallıklarıyla bütünleştikleri evlere renk katan, özel gözlerin takdirine mazhar, şefkatle ve saygıyla okşanan yalnızların hastasıyız. Bir de maviliklerinin...


Caddeye gelirken pek çok sokakta, köşebaşılarında adlarına çok yerde rastladığımız, önerilen pek çok popüler kafe ile karşılaşıyoruz. Hepsi özenli bir emeğin ürünü, çekici ve semtle bütünleşmişler. İçlerinde aklımızı fazlası ile çelenler de var. Lakin bir türlü o aşkın aniden ele geçirip de titreten, doğal ateşi oluşamıyor aramızda. Bir sıcaklık, tatlı bir samimiyet, kıpırtılı bir heyecan titretmiyor bedenlerimizi. Fakat canlısını görmeden aşık olduğumuz, ısındığımız bir yer de var fikr-i sabitimizde? Çünkü O, komodinin üzerindeki mini rehberde pek çok tarihi nokta içinde bugüne dair tek olunca, vardır bir hikmeti diye düşünmüş, bir sıcaklık hissetmiştik ki gelirken kendisi ile ilgili hiçbir bilgimiz de yoktu.


Çıfıt Çarşısı, orası burası, Vodina Caddesi, Gülümseten Dükkan, ilgi çeken Vintage mekânlar, Coffee Department falan derken, asıl hedefimize, Surp Hreşdagabet Ermeni Klisesi'ne doğru yöneliyoruz. Öğle sakinliğindeki aydınlık sokaklarda sessiz adımlarla yürürken görkemli bir harabe bina bizi çağırıyor. Sıcak bir dostluk oluşacağı kesin. Ona takılmışken gözlerimiz, mahalle sakinliğindeki, eskinin tamirhanelerini andıran kagir bina dikkatimizi çekiyor. Bir sıcaklık daha... Burası olmalı. Kapının önündeyiz. Kapı kapalı, ama sanki bir yaz günü gibi güneşli bir an. Ne yapalım  tereddüdü içindeyken arkamızdan gelen bir genç adam kapıyı açıyor. Onunla birlikte giriyoruz. O, hemen girişteki avluda papaz olduğunu düşündüğümüz kişi ile bir konu üzerine konuşuyor. Biz özgürüz. Sanki, güneşli bir öğle sakinliğinde- nasıl ve nereden geldiyse- sanki Meksika'da bir yerdeymişiz hissiyatıyla, kutsiyetli bir loşluk içindeki mumların izinde, fısıltı ayarında seslerimiz ve sessiz adımlarla dolaşıyoruz mekânı. Fısıldaşırken, düşünüyoruz da...

Dört dinin bir arada yaşandığı bir coğrafyada yaşamanın, yaşamayı başarabilmenin kıymetli bir şey olduğunu görüyor insan Balat'ta. Seccadesini serip bu kutsal mekânlardan her hangi birinde namazını kılan insanlar olduğunu bilmek, duymak da kıymetli. Sıcak, kucaklayıcı öğle sakinliği insanı özgürleştiriyor da sanki. Epey zaman geçirdikten sonra teşekkür edip ayrılıyoruz oradan.


Leblebiciler sokağından caddeye doğru yürüyoruz. Kuru meyve kokuları ile harman olmuş baharatların rahiyası okşuyor yüzlerimizi... Dükkânların bir kısmının kepenklerinin inmiş olmasını Cumartesiye yoruyoruz! Uzaktan taze turşu kokuları geliyor. Kuyumcu vitrinleri ışıl ışıl. Sokak ruh açıcı olduğu kadar iştahı da artırıyor. Bu güzel, saygılı, barışçıl ve esnaf sokaktan Vodina'ya çıkınca, sanki Balat'a ait bir heykelmişçesine yolun sağında duran, boyalarının yok olduğu yerlerde paslar türemiş ama asaletinden de hiç bir şey yitirmemiş Mercedes'e hal hatır sorup, önünde bir süre kalıp, bu canlı caddenin an itibariyle en önem arz eden, büyük bir aşkın, şahane ve iz bırakıcı bir öğle yemeğinin, sıcacık bir an olarak anılarımızın şefkatli kucağında yerini mutlak alacağını sezdiğimiz mekânın, çekim alanına girdiğimizi hissediyoruz.




Vodina Caddesinde Sıcacık Bir Öğle Yemeği

Bir tek masanın sığacağı kadar dar cephesi olan, yeşillikler arasına saklanmış lokantayı gördüğümüz anda tümüyle çevreden soyutlanıp, onunla kucaklaşıyoruz. İçimiz alkış kıyamet. Fena halde ele geçiriyor bizi. Usulca giriyoruz içeri, tezgâhtaki yemekler mis kokulu. Üstelik de şaşırtıcı. Sanki bir ailenin evine konuk gitmişçesine, güleryüzlü bir karşılama. Sağlam bir menü.

Etraf iş yerlerinin tadilat işlerinde ya da daha büyük inşaatlarda çalışan emekçi kardeşler ve de esnaftan bir kaç müşteri ile dolu bir kaç masalı bu şirin lokantanın yeni boşalmakta olan masalarından birini gözümüze kestiriyoruz. Öncesinde, tezgâhın ardındaki abiden, bir aile lokantası tadı veren bu sıcak mekânın gözümüzü alan yemekleri ile ilgili güler yüzlü bilgiler alıyoruz. Damaklarımız pek heyecanlı, buruna gelen kokular ve gözlerimize değen lezzetin ruhumuzda yarattığı şenliğe ise paha biçilemez.

"Bir Fırın Köfte lütfen."

"Bir Saray Kebap lütfen."

"Bir Bulgur Pilavı ve iki ayran lütfen."



Sevimli bir lokantada, güleryüzlü bir hizmetle donanıyor masa. Dış camda asılı kağıtta yazılı 'Özel acılı sosumuzu tattınız mı?'cümlesindekilerden oluşan tabak da konuşlanıyor masanın baş köşesine. Tartışmasız bir bayram sofrasındayız. Porsiyonlar altını çizeceğimiz üzere kallavi. Lezzet muhteşem. Her şey tazecik. Keyfimiz arş-ı âlâ'da. Ne mutlu bir öğlen! Biz dışında, bu semte ait olmayan kimse yok üstelik. En sevdiğimiz anlardan biri; bu şirin ve lezzetli lokantayı oralı gibi yaşamak. Sanki her gün yemeği burada yiyormuşuz gibi bir sıcaklık. Sanki bir kaç dakika önce tanışmamışızcasına bir aidiyet hissi. Damaklarımızda olağanüstü bir tat. Saray Kebabın üzerindeki beşamel sos, onun, altındaki sebzeler ve son derece lezzetli etle uyumu, ev sıcaklığından da öte. Fırın Köfte sanki bayram sofrasına babaanne elinden gelmişçesine bir lezzette. Ahhh o suyuna banılan ekmekteki lezzet! Ya bütün biberlerin domatesle birlikte pişirilmesi ile elde edilmiş acı sosa, ufacık ama ufacık dokundurulmuş ekmeğin damağa bıraktığı kalıcı iz?! 


Bu mutlu anlara ödediğimiz para ise şaşırtıcı. Günün koşullarından bakınca, "Bir şeyi eksik mi yazdılar acaba?" diye düşünmeden de edemiyoruz. Masamıza hizmet eden küçükten başlayarak herkese tek tek teşekkür ederek, fena halde doymuş vaziyette, mutluluk doz aşımındayken yeniden çıkıyoruz caddeye. Bir süre yürüdükten sonra Vodina Caddesinin alt sokaklarını dolaşmaya başlıyoruz. Yine antikacılar, eskiciler ve sanat üreten dükkânlarla bütünleşmiş bir mahalleyi güle oynaya arşınlarken vitrinindeki seramiklerle çağıran bir dükkâna -kaçınılmaz olarak- giriyoruz. Balart Sanat Evi. Bir seramik sanatçısı olan, aynı zamanda ders de veren tatlı hanımefendi ile tatlı tatlı sohbet ediyor, el emeği ürünlerinden alıyor, yine hoşluklar içinde yürürken pek de neşeyle, oynaşarak yürüyen çocuklarla karşılaşıyoruz. Üstelik de bu karşılaşmanın yaşamımızda derin dostluklar bırakacağından habersizce.




Kapitalizm Kahrolsun!

En sevdiğim kadın haberdar, benimse bir tık bile bilgim yok. Onun için bu seyahatin odak noktalarından biri, bense avare. O ise iki bina arasına sıkışmış, cıvıl cıvıl renkleri ile bir anda önümüze çıkıyor. Kalbinden el çırpma sesleri gelen, sevinçten zıp zıp zıplayan biri var.

Girişi tahmin etmeye çalışıyoruz. Arka sokağa dolandığımız andaysa sokağın bütününe bayılıyoruz.  Cıvıl cıvıl çocuk kaynıyor. Masanın üzerindeki, çocuklar için pek cazibeli, gofret, çikolata, kraker ve türevi yiyecekler, ikinci el giysiler, ayakkabılar, okul çantaları alabilirsiniz vurgusuyla tüm çocuklara ücretsiz. Ha keza su da. Kapıdan içeri göz attığımızda, yukarı çıkan daracık ve iki yanı kitap dolu ahşap merdiven çağırıyor. Gelin de girmeyin!  Çocuklarla birlikte tırmanıyoruz. Bu ev onların. Bizi mutlak misafir edecekler. Küçücük binanın daracık merdivenlerini heyecan yüklü bir masalın derinliklerine dalarcasına adımlıyoruz. Çocuklarla birlikte.. Hoş bulduk! Mutfak, kafeterya, aş evi, salon, çalışma odası... ne derseniz deyin. Sıcacık, şefkatli bir oda. Ocağın üstündeki çorba missler gibi. Pişmesine biraz daha var.


Oturuyoruz masanın etrafına,  buranın asıl sahibi çocuklarla... İlla bir şey ikram edecekler. Ada çayları geliyor. Sinem çorbanın başında, bir yandan karıştırıyor, bir yandan sohbete katılıyor. Şaşkınlık, sıcaklık, emek, yaratıcılık, destek, hayaller üzerine güzel güzel cümleler kuruyoruz. Öylesine coşkuluyuz ki ve öylesine hayran... İçimdeki iyilik melekleri heyecandan kıpır kıpır. Bu şefkatli emek için bir şeyler yapmalıyım! Çocuklarla paylaştığımız sohbete paha biçilemez. Sinem ve Murat onların da mutlak her olayın içinde olup, burayı sahiplenmelerini istiyorlar. Söz hakkının büyüğü çocuklarda. Elbette bu coşkunluk içinde sonrasında yerine getirmediğim büyük laflar da ediyorum. Bir bloğum olduğundan, orada yazacağımdan, hatta özelikle İstanbul'da yaşayan blog yazarlarını buraya yönlendirip onların da yazmasına aracılık edeceğimden söz ediyorum. Tüm bu coşkulu vaatlerim inşaat demirleri, gaz betonlar, kalıplar, lentolar arasında sürekli erteleniyor. Zaman kavramımım yok olduğu bu süreçte, bugün, yarın derken... en kısır yazma dönemimde yok olup gidiyorlar. Sözümü yerine getirmiyorum. Yüreğim bana küsüyor...  Kahrolsun kapitalizm!


İyi yürekli iş adamlarından ufak destekler alsalar da, ki mesela buzdolabını onlardan biri almış, bunca çocuk için burayı döndürmek zor. Ama başarmışlar. Artık medyada, en azından ilgi duyanların fark edebilecekleri düzeyde yer de buluyorlar. Öyle de güzel hayalleri var ki...

O ana kadar sessizce, masanın bir kenarında resim yapmakta olan Rade, gülümseyerek geliyor ve en sevdiğim kadının kucağına oturuyor. O resim bizim için; Rade'nin hediyesi. Bizim yapamadığımızı gözlerimiz yapıyor. Nemleniyorlar... Bentleri, tutmaya çalışıyor tomurcuk olmuş sevinçlerimizi. İçimiz yıkıyor bütün bentleri, sele kapılıyor oysa.


Masalın içinden çıkmak zor.  Öte yandan engel olmamak da gerek. Geri geri gitmek isteyen adımlarla çıkarken binadan; hemen girişin yanındaki, kapısında ambar yazılı olan, bir kaç un ve bakliyat çuvalı ile dolu minicik oda, dikkatimizi çekiyor. Bir masal evde bir masal ambar. Ama oradan sorumlu genç adam çok tatlı, bir hayal kahramanı gibi. Bir şeyler yapma arzumuz had safhada.


En sevimli esnaf noktasına çıkıyoruz. Mahalleli olmanın en hissedildiği yere. Sevimli bir market ki zamanın gereği, aslında tam bir bakkal. Mahallenin bakkalı. Sanki bahçeden yeni toplanmışçasına güzel kokan meyve ve sebzelerin arasından geçip, giriyoruz içeri. Yine tatlı bir genç adam. Muhtemeldir ki bakkal amcanın oğlu. Bu duruma alışkın olduğu belli. Onun da yardımı ile yapıyoruz gerekli olanlar doğrultusunda alışverişimizi. Teslim ediyoruz aldıklarımızı Ambarcıya. Alıyoruz alkışları. Ne hoş bir teşekkür!

Karşı kaldırıma geçip sonrasında, filmi başa saran izleyici gibi dışarıdan seyrediyoruz Hobbit House'da olan biteni.

Bazı vedalar zordur. Lâkin bu kolay oluyor. Sanki gerçek olmayan bir dünyaya girmiş, orada, bu taraftaki kirli dünyaya ait olmayan mutluluk anları yaşamış, sonra oradan çıkıp olağan hayatımızın olağan karmaşasına karışmış, rutinimize dönmeyi başarmış gibiyiz. E bu da güzel bir şey sonuçta! Güne adaptasyon da tamam olduğuna göre, kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sanki bizi şımartacak bir kahve içmeliyiz!



Masallar hep bizi mi bulur... Yoksa biz mi masalları?

Aklımıza nakş edilmiş yerlere göz ata ata giderken ve etkilenmezken... yine aklımıza nakş edilmiş yerlerden biriyle fena etkileşiyoruz.

Usulca giriyoruz. Genç bir çift var masalardan birinde. İletişime bakılırsa, seviyorlar burayı. Biz zaten bayılmıştık dar caddenin ta uzağından gördüğümüzde. Bir masaldan çıkıp, bir süre günü yaşayıp, yine bir masala girdik sanki! Hadi hayırlısı.

Dışarıdan bakınca pek davetkârdı, eyvallah! Ama dışı seni içi beni yakar, diye bir sözümüz de var,  değil mi ama? Biz nedense, yüreğinin götürdüğü yerde gözü kara olanlardanız. Belki de hislerimize fazlası ile güveniyoruz. Göreceğiz?


İçindeki yemek yiyen genç çift dışındaki iki karakterle yarattığı ambiyans etkiliyor. Yine bir zaman sıçraması. Yine tertemiz bir dünyaya sığınmışlık duygusu.

Bingo!

Sıcak ve tatlı bir şey içme arzumuz katmerleniyor. Noel ve yılbaşı yaklaşıyor. Gün boyu süren hareketliliğimiz çok hissettirmese de mevsim kış. Kapıdan girdiğimiz andan itibaren hissettiğimiz şey de, sanki bugün kar yağıyor.

O halde?

"İki kapuçino lütfen."


İçerisi çok güzel, sevimli, özenli, tamam! Ama fincanlar başka. Tam anlamıyla masal tamamlayıcılar. Hımmmmm kahve de güzel.  Bu kez senaryosunu kendi yazacağımız bir anın içindeyiz. Her şey yolunda. Bir kaç yudumun ardından yorgunluk uçuyor, dolaşmaya başlıyoruz dükkânı; arka bölüm başka bir lezzet, satın almaya çağıran çok da güzel objeler var ve dükkânla entegre hiç de yadırgatıcı gelmeyen bir mini mutfak. Objelerin seçkin bir göz tarafından alındıkları belli. Genç bir adam sahibi; o bir kaç şey almak üzere yurt dışında; yanlış hatırlamıyorsam Rusya'da olduğu için annesi hanımefendi, göz kulak oluyor dükkâna. Hoş, ip uçları bırakan, merak ettiren bir kadın! Bir ürkekliği var. Seziyorum. Kadim bir ürkeklik. Güvercin tedirginliğinde!

Dönüyoruz masamıza; bitirince kahvelerimizi, düşeceğiz yola. Bir de adam var mekânda. Hemen bizim arkamızda. O da film karelik, ilginç bir karakter. Ara ara hanımefendi ile sohbet ediyorlar, alçak bir tonda. Güvercin tedirginliğinde! Abla kardeş ya da kardeş abi'ler.

Bitiyor kahvelerimiz. Çok iz bırakıcı anlar yaşadık. Hesabı ödeyip çıkacağız.

O ara dış kapı, küçük çanların sesiyle açılıyor. Bir genç kadın ve arkadaşları. Öylesine uğramış. İzi kalmış likörün altını çiziyor, gülen yüzüyle. Vişne likörünün. 

Antenlerimiz zaten hayata -hep- açık. İkimizde de bir merak. Zaten mekândan hiç ayrılmaya niyetimiz yok. Maison Balat'tan yani... Gülümseyerek soruyoruz. Varmış.



"İki vişne likörü lütfen."

Hoş kadehlerle geliyorlar. Sıradan olmadığı renginden, kıvamından, inceden hissedilen karanfil kokusundan belli. Bedenimizdeki tüm duyargalar hareketli. İlk yudumda durum anlaşılıyor. Hanımefendinin ürünleri. Sonrasında bir sohbet başlıyor. Çocukken çok kere gittiğim, izi derin, tadı damağımda aile memleketinin komşusu bir şehirden hanımefendi. Ortak yemeklerimizden yola çıkıp koyultuyoruz sohbeti. Hissettiğim tedirginliğin nedeni kimliği. Ortak kelimeleri, yemekleri, mahalle adlarını fark ettiğim yıllarımdan söz ediyorum. Sonrasında altını kalın kalın çiziyorum, başı dik ve açıkça tanımlaması noktasında kendisini. Biliyorum ki benimki bir isyan. Öte yakadan bakınca iş ne kadar da zor... muş'u bir kez daha anlıyorum. Üzülüyorum.

"İki tane daha lütfen."


Damağımızda hoş lezzet, lezzetli bir sohbet, usul adımlarla ve aslında neden bir türlü birlikte yaşamayı beceremiyoruz, neden birileri hâlâ, bütünüyle kendilerini -bu ülkenin insanı görmelerine rağmen- tedirginlik içindeler üzüntüsüyle, ama inadına bir mutlulukla, usul usul adımlarla yürüyoruz otelimize doğru... Resepsiyonda Semiha Hanımla sohbet ediyoruz; o, otelin henüz evken ki sahiplerinden, yan binalardan, patrikhanede görevli papazlardan birinin otelde kaldığından bahsediyor. Bizse az önce tanık olduğumuz güvercin tedirginliğinden yola çıkarak geçmiş İstanbul'dan, geçmiş Türkiye'den, şehirlerimizdeki çocukluklarımızdan söz ediyoruz. Tazecik çaylar eşliğinde.

Sonra bu huzurlu binanın kıymetli, yaşam izleri sinmiş merdivenlerini çıkıyor, bir süre dinleniyor, balkona çıkıp, günü geceye evirmeye hazırlanan saatlerin kokusunu içimize çekiyor, bu kadim şehrin, kadim semtinden, uzak olmayan ufuklara bakıyoruz.  Biraz sonra telefon çalacak, bir şehrimizdeki terör saldırısında şehitlerimiz olduğu için canlı müziğin olmayacağı haberi bildirilecek, yine de rezervasyonumuzun geçerli olup olmadığı sorulacak!

Hâlâ nefes alıyoruz....



Barba Vasilis... Bir Âlâ Meyhane için buradan lütfen

5 Nisan 2019 Cuma

Bizim Oralarda Sabah Olunca...

 Zamanı olmayan mektuplar yazılır.


...Ben şöyle bir tura çıktım, o esnada bir şeyler yesem fikri oluştu, ne yesem ne yesem diye düşünürken ve yürürken bir ara sokaktan düğün sesi geldi, oraya bir bakim derken güzergahım değişti, güzergahım değişince şuradan yürüyeyim dedim, o esnada bir kaç damla yağmur düştü, bir kaç damla yağmur düşünce geri döndüm, geri dönünce bari şu Han'da dürüm yiyip ayran içim dedim, dürüm yiyip ayran içince sahile indim de şu Travnik'e uğrayıp bir sorayım dedim, Travnik'e uğrayıp bir sorunca üzüldüm, üzülünce mutlu olayım diye Migros'a yürüdüm, Migros'a yürüyünce Rasim'in Yeri'nin kaldırımından geçtim, Rasim'in Yeri'nin kaldırımından geçince bir masa donattım, bir masa donatınca kendimi kaybettim, kendimi yeniden bulunca Migros'a girdim, Migros'a girince üzüm mü alsam dedim, üzüm mü alsam deyince üzüm suyu aldım, üzüm suyu alınca yanına soğanlı peynirli çerez aldım, soğanlı peynirli çerezi alınca eve geldim, eve gelince maç izlerim dedim, maç izlerim deyince uzun votka bardağında üzüm suyu ile sodayı karıştırdım, üzüm suyu ile sodayı karıştırınca çok beğendim, çok beğenince çok içtim, çok içince bari maçı uzanıp da izleyeyim diyerek odaya geçtim, odaya geçince uyumuşum...


...Sıcacık oda, soba boşaltma ve doldurma derdi olmaksızın sahanda pul, karabiber ve kekik ilaveli zeytinyağında pişirilmiş ve sabah alınmış çıtır kepek ekmeği banılarak yenilen yumurta ve ona eşlik eden mevlevi fincandaki nispeten koyu ama bir o kadar da keyifli kahve eşliğindeki kahvaltı da kesinlikle Kuzeyli konseptine bürünerek güne renk kattı, hatta dün gece yatarken bir ara kitabı ele aldığımı, sevdiğimi ve dört hikayeyi okuduğumu eklersem ve bugün onu bitirme potansiyelimi kendimde gördüğümü söylersem, şu Kuzeyli havaya teşekkürlerimi de sunmam gerekir sanki. Ama asıl teşekkür sana tabii ki, hayatımı bu kadar anlamlı kıldığın için. Aslında şuraya pek de muzurluk içeren bir cümle kuracaktım. Fakat öyle bir kal geldi ki ve ben o noktaya bakakaldım ki, bir anda o cümleyi kısa tutabilmenin olanağı kalmadı. Bu yüzden teşekkürün ön kısmında yer alacak tanımlama yazılamadı, ama bu anlatılmayacak anlamına gelmiyor tabii ki...


...Nord (Kuzeyin Norveç dilindeki hali) yine yalnız ve sorunlu bir adam üzerine kurulmuş, Kuzey Sineması işte bu dedirten, Buzdan Hayaller çizgisinde ve soğuk kış akşamlarında pek de keyifle izlenecek sevimli ve güzel bir film. Ben sevdim valla, çok mu sürpriz dersen değil derim ancak Kuzeyden gelen her şeye sempatim ve zaafım var işte. Oturup gün boyu dışarıda beyaz ve sessiz hal ile kapalı mekanlara girildiğinde oluşan sessizlik içindeki üç beş kısa cümleyi ve ortamı izlerim ben valla. O yalnızlık halinin sinemada onlar tarafından anlatılmış halini seviyorum ben ya, çok da sevimli ve sıcak buluyorum. 6. Katta çok Kuzeyli film izleyeceğim, öyle hissediyorum. Yeri gelmişken şunu da sorayım: Şu Dizimag'da şu meşhur Kuzeyli polisiyelerden var mı?..


 ...Şu tembel olma vurgusunu şundan yaptım aslında: kendim bir rüya aleminin içindeyim ve inan uzun cümleler kurmaya ne gücüm ne niyetim vardı. Tüm günü bencil bencil yaşamak arzusundaydım, işlere çerez muamelesi yapacak, hiçbirini de odağa koymayacaktım. Şu an ve ileriki dakikalarda onu yapıyorum ve yapacağım. Ancak şu kısa cümleler kısmını başaramadığımı gördüm, çünkü emin ol ben tuşlara otomatiğe bağlanmışçasına basıyorum. Öyle bir keyif ki bu anlatamam. Bir bir yaşıyorum. Dün ya! hayatımın enler listesine tepeden girdi diyebilirim. Çok özel ve çok güzeldi. Bir kez daha teşekkürler ve şükran...


...Şimdi o manzarayı anlatacağım ve sakın ne alaka deme, çünkü ben anladım duygusunu ve kastını ama ne yazık ki anlatacağım. Bi de üsluba bakıp da benim mektubumun etkisinde kalmış bir şahıs olarak değerlendirme lütfen beni. Hele intihalci hiç deme. Yalnız mektubuna bayıldığımı belirtmem gerek. Hatta yazanı mıncır mıncır ettim diyebilirim. Bi de "Ah mektubu yazan kişi şimdi kolumun altında olacaktın ki sen," bile dedim. İçim bi güzel oldu, sevindirik oldu, şahsım kasım kasım kasıldı, "Ya ben ne şanslı bir adamım,"  dedi. Sonra şu mektubu yazan kişi insanın hayatına bulaşınca valla insan cennete bile gitmek istemez, dedi. Falan filan işte...


...Birden çocukluğumun geçtiği mahalledeki, üç katlı -eski tip- tuğladan bir evin dışında ve tırabzanları ince demirden beton merdiveninin olduğu avluda gördüm kendimi, sanki İtalya'da bir mahalledeymişçesine... üstelik önden volanına dışarıdan sokulan demir hızla çevrilerek çalıştırılan Austin kamyon da oradaydı. Tuğlaların yer yer kırılmış hali ve kalın ara harçları, un ufak olmuş ve açılmış renkleriyle sanki güneş kadar parlak ama soğuk duruyorlardı...


...Geç kalkınca yine her şey sıkıştı tabii... ama teoride... yoksa pratikteki kısım telaşsızdı, hiç bir şey de yük gibi gelmedi. Belki tek sorun bu sabah şu Sapma'yı yazıya evirme fikrimi realize edememek oldu. Bu aslında bahane üretmekte üstüne olmayan, bu durumun da üstüne atlayan tembelliğin bir eseri. Benim de işime geliyor öte yandan... bu da bir gerçeklik işte.

Yani hayat güzel.

Petersburg çok güzeldi ya... özellikle mezuniyet haftasında olan liselilerin tekne turuna vurgu yapan konuşmalar çok etkiledi beni... kıskandım. Düşünebiliyor musun ya... Petersburg'da bir lise de okuyorsun ve lise biterken tekne turundasın. Kesinlikle Petersburg. Sadece 4 saat güneşin olduğu gecelerini bile yerim ben onun...



...Bi de ben bugün öğleden sonra bir ara cebime koymuş olduğum kitapla eve hiç uğramadan sahile inip onu okudum. Şu Mario Levi kitabını üstelik. Bir ara öyle kaptırmıştım ki, bak ya eskisi gibi okuyorum bile dedim. Dedim de nazar değdirdim, sonra toplandım geldim, mektupluğu açıp tekrar çıktım...


...Şimdi bana sorsan "Asil dürüm mü Gül Kebap mı?" diye, tereddütsüz "Gül Kebap," derim. Mekanı muhtemelen sen de görmüşsündür diye düşünüyorum. Bi kere Adana Köftesi acılı, sonra yağı pideye geçmiş, içinde domates yok ve kanımca pidenin metrekaresine düşen köfte miktarı Asil Dürüm'den fazla. Fakat ayranı açık değil... Ancak burada da özel bir durum var ve bana sevimli geldi açıkçası. İlk kez gördüğüm bir ayran markası ve bardakta gelse ben kendi ayranları sanırdım. Ankara yapımı bir ayran üstelik kendisi, markasını tam hatırlayamadım şimdi ama sanki Çamlıdağ ya da benzeri bir isimdi. Kutusu koyu mavi, beyaz...


...Ya aslında öyle bir birikim, öyle anlara vurgu ve öyle cümlelerim var ki; gel gör gelen vapura binecek, heyecanlı, aman en iyi yeri kapim hızında, Karaköy'e geçip oradan Taksim'e çıkacak yolcu telaşındalar. Turnikenin başında öyle bir sıkışıklık var ki, bu anlamda hangisine yol vereceğini şaşırmış ve daral gelmiş vapurcu gibiyim. O nedenle olay mahallini terk edip, "mesainin de," deyip, hemen iskelenin arkasındaki boş banka bir kahve alarak oturmuş, bir de cigara tüttürüp boğaza bakan vapur işletmeleri memuru moduna geçiyorum. Şöyle derin derin, anın gerçekliklerinden kopup,  uzaklara bakıp, gözlerimi kısacağım. Bak az daha martıya çarpıyordum. Yaa ben seni yerim be!..


...Hımmmmmm, yazılamayan cümlede ne anlatılmak istenmişti acaba... fazlasıyla bayıldığım bir noktaya dönük bir enstantane ve ona vurgu içerdiğini ipucu olarak verebilirim ama...

29 Mart 2019 Cuma

İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı

 Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.


Öncesi


29 Ekim 2018 Pazartesi


Zinde bir uyanış. Bugün Cumhuriyet Bayramı... İzmir'de Cumhuriyet Bayramı! Sırt çantalarımızı resepsiyona bırakmak üzere hazırlıyoruz. Çocuklar gibi şen, çocuklar gibi diken dikeniz.

Henüz otelin içindeyken hissettiğimiz bayramın kokusu, sokağa adım atar atmaz katmerleniyor. Hem de nasıl bir katmerlenme! Yüzümüzü kaplayan gülümsemenin, ama coşkulu bir gülümsemenin kısılmış gözlerimizin kenarına sıraladığı damlaları zor tutuyoruz. Onu görünce. Onu?.. En sevdiğim kadın fotoğraf için hazırlanıyor.

"İzin istesek mi acaba?"

"İsteyelim."

Bizi gördü. Gülümsüyor.

"Günaydın."
"Günaydın." 
"Bayramınız kutlu olsun" 
"Sizin de." 
"Çok hoşsunuz."
"Siz neden giyinmediniz?"
"Biz yola gideceğiz."
"Nereye? "
"Samsun'a." 
"Samsunlu musunuz?" 
"Samsun'da yaşıyorum ama ben Ankaralıyım."
"Ben Samsunluyum."

Bir öğretmen edası ile paylıyor bizi. Şehirlerimizin ülke tarihi için öneminin altını çiziyor. Bu vurgularla da tatlı tatlı dövüyor. Öyle özel bir an ki fotoğraf için izin kalıyor, ama aklımızın albümünde çok özel yerini de alıyor; kırmızı ay yıldızlı bayrak formunda tişörtü, üzerinde kırmızı ceketi, blucini, elinde bayrağı ile sarı saçlı mavi gözlü, makyajı yerinde, altın küpeleri düğüne giden genç kız tazeliğinde, 80 yaşlarında bir genç kadının fotoğrafı...

Kazınıyor...

Yüzlerimizde öğretmen tarafından paylanmışlığın yarattığı kızarık ama mutlu bir gülümsemeyle iki yıl önce arayıp bulduğumuz ama kapalı olan Münire'nin önünden bir kez daha geçerek-ki bu kez aynı sokaktayız- kahvaltı için olmazsa olmaza, bir klasiğe, Dostlar Fırını'na doğru yürüyoruz.  


Ebetteki dolu masalar ve kuyruk ile karşılaşıyoruz. En tatlı kadın boş masa için erketede kalıyor. Bir gün, bu mekân büyürse, bu kuyruklara gerek kalmazsa, aldıklarımızı üzerine koydukları patlak kağıtlarla masaya taşımazsak, sanki bir yaşamak anı daha nihayete erer diye düşünüyorum sıra beklerken.

"İki boyoz lütfen."

 "İki ıspanaklı boyoz lütfen."

"İki peynirli boyoz lütfen."

"İki yumurta lütfen."

"İki de sübye lütfen."

Oh masayı da kapmışız!..  Sabahın serinliğinde, pırıl pırıl bir güneş altında tadını çıkarıyoruz İzmir klasiklerinin. Bu kez Sübye* daha bir hoş geliyor nedense.


Hiç telaş etmiyor. Birileri için boşaltsak masayı diye de bir kaygı taşımıyoruz. Şu karşıdaki çorbacı dükkânında da aklım kalıyor her seferinde. Sevimli buluyorum kendisini ve bir çekim var aramızda.

Kıbrıs Şehitleri'nde İskele yönüne doğru yürürken ilerideki cüppeli kalabalık dikkatimizi çekiyor. Tam Ara Sokak'ın sokağına geldiğimizde yürüyüş başlıyor. Tüylerimiz duyarsız kalamıyor. Gururlanıyoruz. Pırıl pırıl geçiyorlar önümüzden. Alkışlarla uğurluyoruz.


Starbuck's'a giriyoruz.

Ne yaman çelişki ama!

"İki double shot Americano lütfen."

"Biri sütsüz lütfen."

Arada bir kahvelerimizi yudumlayarak eski mahallemize ve İbis'e göz kırpıp Alsancak İskelesi'nden sola kıvrılıp usul usul yükünü almaya başlayan kordonda denize nazır yükseltilerin üzerine oturuyoruz.


Şehrin en sevdiğimiz, en aşina noktasındaki canlılık, gençlik, parlak güneş, gelenler geçenler, havadaki polis helikopteri, körfezdeki gemiler seyirlik. Kahvelerimizi usulca içiyor, sabahın ve güneşin tadını çıkarıyoruz. Öğleden sonra pek çok ünlünün katılacağı, ne yazık ki uçak saatimiz nedeniyle izleyemeyeceğimiz harbi de bir konser var, az ilerideki, üzerinde İlelebet Payidar yazılı kocaman bir pankart asılı platformda. Ama Pasaport İskelesi'nin açığındaki yelkenler, ısırmalık. Yüksek tavanlı, hastaneden okula çevrilmiş, tarih solunan, bayram için süslenmekte olan, yer tahtaları pırıl pırıl mazot kokan cıvıl cıvıl bir ilkokulda, Cumhuriyet İlkokulu'nda, şahane bir öğretmenin estetik aklıyla kırmızı/beyaz grafonlar, bayraklar, balonlarla sınıfı süsleyen çocuklardan biri olmanın gururu, hevesi gözlerimin ucunda... tam da o sevinçle bakıyorum ona.  Alsancak İskelesi ki en sevdiğimiz iskelelerden biri, hemen yanı başımızda. Kahvelerse... neredeyse son yudumlarda.

O halde?!!!




26 Haziran 2016 Pazar

Güverteye, yüzümüzü karşıya ve rüzgara verip oturuyoruz. Alsancak'tan kalkan vapurumuz Pasaport İskelesi'ne yanaşıyor. Yeni yolcularla birlikte karşı yakaya yolculuk başlarken, beri yaka yavaş yavaş arkamızda kalıyor. Kavuşması yakın, yine de hüzünlü bir veda.  Alsancak limanından çıkmış yolu uzun, yükü ağır gemiler geçiyor önümüzden.  Portakal suyu, gazoz, kola, çay, kahve, gevrek, boyoz sesleri ile çığırtan tepsiler dolaşıyor; sıkıntıların beynin içinde kıvrım kıvrım olduğu manzaraya dalgın yüzlerin, ya da kulaklıktan gelen müzikle coşkun genç cıvıltıların, ya da huzurlu bir coşkunlukla dalga kıran neşeli bakışların arasında. Ellerinde telefonları, çeşit çeşit pozların star gülücüklü telaşıyla oradan oraya koşanlar da  çağın renklerini katarak tatlandırıyorlar yolculuğu.


Yıllar yıllar önce neredeyse tüm sokaklarına, bir tarif üzerinden salakça girip çıktığım, neredeyse yarım depo benzin tükettiğim ki şu en iyi arkadaşımdan biriyle yaptığımız eşsiz seyahati yazdığımda bu salakça anıyla birlikte kendine mutlak yer bulacak olan Karşıyaka, denizden yanaşınca pek küçük geliyor bana.


İskele canlı, sevimli, imrendirici. Öte yakası olan şehirler bu yönleri ile kıskandırıcı. Eskinin izleri kalmış binalar, kordon boyları, eskinin filmlerinden çıkıp gelmişçesine bir lezzetle dokunuyorlar kalplerimize. Gemi halatlarının yoğunlukla kullanıldığı, kıyıya demirli hücumbotların yanı başındaki deniz kokulu ve denizcilik vurgulu çocuk parkının tadını boş geçmiyoruz elbette. Yeşillikler içinde, geçmişten bugüne, pazar günü sakinliğinde, körfezdeki dalgın suya bakarak bir salıncağın üzerinde göğe yükselmek ne de güzel!


Bütün sokakları didik didik ediyoruz. Semtin yüksek ve yeni binalarla çirkinleşmiş derinliklerine hiç girmiyoruz. Eski komşulukların yaz akşamı balkonlarından sokağa düşen sohbetlerin, kapı önü fiskosların renklerini okşuyoruz. Yaza ve denize kalkan kokularını duyumsuyoruz balkona kurulmuş çilingir sofralarının. Denizin ve mehtabın...


Balkonlarında atlet pijama rakısını yudumlayan amcaların olduğu mahallerden, Kordonun İzmir'e bakan kısmına çıkıyoruz yeniden. Çıkmamızla birlikte bugünün karmaşık hayatına da dönmüş oluyoruz. Ama artık tek tük kalmaya yüz tutmuş bir kaç villa ve önünden ayrılmanın çok zor olduğu kuklalı apartman elimizden tuttukları gibi çekiyorlar yeniden o güzel yıllara... Ne yazık ki ama kuşaklar değişince, mal paylaşımları söz konusu olunca, ağırlıkla da ülkenin şartlarından kaynaklı olarak yenik düşecekler hepsi zamana... her biri bir özlem döneminin eseri olarak yaşayacaklar fotoğraflar ve satırların arasında.


Karşıyaka Çarşı'ya girmemizle birlikte bırakıyoruz kendimizi. Coşkulu kalabalık, gülen yüzler, rengarenk dükkânlar, ünlü mağazalar, şık insanlar, gençler, genç kalanlar, çocuklar, limonatacılar, dönerciler ve de dondurmacılarla şen şakrak bir cadde. Bugünün hayatı. Kıpır kıpır bir sevimlilik alanı. Yalnızlık duygusunu çıkartıp, neşeli ol ki hep genç kalasın kostümünü giydiren bir rehabilitasyon merkezi. Kapılıyoruz seline. Bukalemunlar iş başında. Karnımız aç mı acaba? 

Elbette çağıran dükkânlar var, fakat bizim de bir planımız var sanki. Nasip? Bir giyim dükkânı, indirimde, vitrini ile çağırıyor. Tıkış tıkış. Kadın giysisi satan bir dükkânda azınlık olmak fena. En sevdiğim kadın yine kendine yakışanı şıp diye buluyor ama. Bir kaç deneme ve işlem tamam. Bu mudur? Budur. Bir Karşıyaka kutlaması da yapmamız lazım öte yandan. Önce sevimli bir sokak satıcısından iki slash'i kapıp ferahlıyoruz. La Puerta'nın açılma aşamasına yaklaşmakta olan Karşıyaka şubesi ile karşılaşınca aslında üzülüyoruz. Bir dükkândaki şahane dondurmalara selam çakıyoruz. İskeleye geçmeden önce de körfez manzaralı bir mekânın bahçesinin dışında, kaldırımın kenarındaki alçak sehpasının ardındaki koltuğa çöküyoruz.

"İki Türk Kahvesi ve iki soda lütfen."

En az tren garları kadar sevdiğimiz şehir hatları iskelesine doğru yürürken duraktaki otobüsün dikkatimi çeken ışıklı göstergesindeki Atakent  güzergahı, kaçınılmaz olarak -sulu sepken- bir espriyi patlattırıyor: 

"Bak direk otobüs var."


İskelede kapının açılmasını beklerken oturmak, elinde kitabı, gazetesi, dergisi ile az sonraki yolculuk için hep aynı heyecanla bekleyen yüzleri izlemek sevimli bir şey. Ama o kısacık anı bile bir elleri ve bir gözleri telefonlarındayken birbirinin soluğunda ve boş elinin ısısında geçiren gencecik çiftler başka güzel. Hele bir de Dario Moreno ise vapurunuz! Hele hele de mehtabı derin bir gecenin dönüşündeyseniz... Öyle bir gecede olmasak da biz güzeliz. Hava kapatmış olsa da neşeyle dalga kırıyor, martılarla oynaşıyor, sanki bir başka yolculuktan şehrimize dönmüş bir lezzetle kordona ve binalarına bakıyoruz. Aslında şu karşıdaki oteli, Pasaport Pier'i düşünmüş ama İbis'de karar kılmıştım hissiyatım sonucunda. Manzara için değer mi acaba?



 Aslında dün

Söğüşlerimizi yedikten sonra, Alsancak'ın dar caddesinden otelimize doğru yürürken bir kapı, etrafındaki rengarenk desenlerle birlikte dikkatimize keyifli bir fren yaptırıyor. Önce bunun markete ait özel bir düzenleme olduğunu düşünüyoruz. Sevimli bir coşkunluk ve şaşkınlıkla, daracık yolun ortasına bağdaş kurarak sohbet eden gençlerin o anki haline bayılıyoruz. Bir sempati oluşuyor içimizde markaya karşı. Yanaklarını okşuyoruz.


Akşam Ara Sokak'a doğru meraklı adımlar atarken, biraz daha vakit geçirmek için bu kez Kıbrıs Şehitleri'nden giriyoruz marketin enfes, soluk aldırıcı, kozmopolit yapısı pek tatlı, kilisenin hemen ardındaki bahçesine... Eski bir gümrük deposundan evrilmiş tek katlı binası kesinlikle muhteşem. Oturuyoruz bu saklı bahçenin banklardan birine. Birazdan meyve kasaları ile çilingir sofralarını kuracaklar müdavimleri ağaçların altına.


O ara bir bağırtıdır gidiyor, pek ahlakçı bir adam, marketin genç güvenlik görevlisine pek de yüksek bir perdeden, abi sesi biraz düşür anladık meramını diye düşündürten ve de yandaş arayan bir tonda o gençleri şikayet ediyor. Orada olmamaları gerektiğinin altını çiziyor ve tabii ki uyuşturucu meselesini yafta gibi alınların ortasına çakıyor. Sonra da vatandaşlık görevini yerine getirmenin ve bunu çok şükür ki tüm ahaliye duyurmanın ama henüz de dinmemiş asabiyetinin tadıyla giriyor markete. Sonra bizden iki bank öteye oturan güvenlik görevlisinin alnından öpülesi cümleleri düşüyor akşamın güzelliğine. Hoş görü ve anlayış yakışıyor İzmir'e be!


Tekrardan bugün


Karşıyaka'dayken vazgeçtiğimiz açlığımızı dindirmek daha çok da bir gün arası keyfi yapmak için aklımızdaki adreslerden birine doğru yürüyoruz. Güzel bir sokakta akıl çelen pek çok mekâna rağmen, önce pek sevimli içine göz atarak asıl hedefimizin dış masalarından birine oturuyoruz. Hoş tasarlanmış midye formunda bir menü geliyor önümüze. Midyeli'deyiz.

"İki bira lütfen."

"Bir porsiyon midye dolması lütfen."

"Bir de beğendili midye graten lütfen."


Midyeler tencereden yeni çıkmışçasına sıcak, suyu pilavının üzerinde, hoş lakin sayıca az ve küçükler... ve aslında bizim şehrimizdekileri de pek aşamıyorlar. Ufak bir hayal kırıklığı hakim olsa da üzerinde pek durmuyoruz. Midyeler bir tık daha büyük olsa muhtemelen sorun etmeyecektik. Sokağımız güzel. Öğle güneşini gölgeden izlerken ve de biralarımızın tadını çıkarırken... assolistimiz geliyor. Etkileyici bir sunum. Ekmek kovasını sevimli buluyoruz. Güveçte pişirilmiş olması âlâ. Önce yağına ve suyuna ekmek banıyoruz. Hımmmmmm güzel. Sonra yumuluyoruz. Neredeyse ekmek yetmeyecek. O derece bir lezzet. Beğendi güzel, peynir dengesi yerinde ve yediğimizin midye olduğu hissediliyor. Aç kurtlar gibi saldırmaktan tüm duyargalarımızın harekete geçtiği senfonik evreye şükür ki geçebiliyoruz. Bir öğle keyfinin başımızı döndürmesine teslim oluyoruz. Gerçekten sevimli menünün sayfalarında dolaşıyor, işe başlamadan önce ağırlıkla Belçika olmak üzere Avrupa'nın pek çok yerindeki lokantaları dolaşma hikâyelerini okuyoruz. Çabayı takdir ediyoruz. Sempati duyuyoruz.


Sonra Alsancak'ın sokaklarına dalıyoruz. Dantel Sokak elbette ki pek özel. Kaç sokağın üzerine şiir yazılmıştır ki? Aslında sokağa girmeden az önce sokakta elimize tıkıştırılan bir broşür bir muzurluğun kıyısından da döndürüyor bizi. İçimde bir fırlama taşıyor olmama rağmen ikircikli davranıp da geri çekilen ne yazık ki benim. Sonrasında pişmanlığını yaşamıyor muyum? Fazlası ile. Ahhh benim tereddüt anlarım... Hatta gerçekleşmemiş eylemin gerçekleşmiş halini kurduğumda gördüklerime kıskançlıkla bayılıyorum. Ne eğleniyoruz ama... Kırmızı noktalı bir shop'la alakalı  olduğu için de fazlaca açık etmiyorum.  Peki Muzaffer İzgü Sokağı'nın coşkusunu boş geçebilir miyiz? Elbette ki geçemeyiz. Mekânları akıl çelici çünkü. Fikren geçemesek de onunla bir geceyi bir başka sefere erteliyoruz.


Şimdi bir pastaneye pek popüler bir pastası için yürüyoruz. Alsancak'ın ucunda canlı bir bölgenin köşesinde, bir tür bulvar kafesi tadında eski bir pastaneye... Sevinç Pastanesi'ne. 

İçeri girip her ne kadar fikrimiz net olsa da şöyle bir göz atıp eskinin pastanelerinin romantik kokusunu duymaya çalışarak, geçmişten gelen mobilyalarının, düzenin, sanatçı emektarlığının buram buram tadını yansıtan yapaylıktan uzak bir kısım ürünlerine göz atıyoruz. Aslında bizimkisi biraz da eskiyi yansıtmaya çalışan bir sinema yönetmenin günün yozlaşmasına ne yazık ki direnememiş bir sokakta samimiyetsiz binaları saklama çabasındaki kamera açıları gibi günceli, modaya uyanı görmezden gelme cambazlığı. Olsun, yine de ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız dünyanın içine saklanmayı başarıyoruz. Dışarıya, geniş bulvara ve onu kesen lüks mağazalarla dolu canlı sokağa bakan arkada ve tam da köşedeki masaya oturuyoruz. Tatlı bir genç kız geliyor.

"Bir Pavlova lütfen."

"Bir karışık dondurma lütfen."

"İki de limonata lütfen."


Pavlova'nın rulo halinden kesilmiş görselliği hoş, hamuru göz okşayıcı, güzelce de bir dilim. Meyvelerin bir kısmına dalından toplanmışlar ve dondurucu görmemişler muamelesi yapabilirim, o beceri allahtan var bende. E zaten damaklarımız çoktan alıştırılmadı mı hazır kremalara, meyve soslarına, karamellere, endüstriyel tatlandırıcılara...  O halde mesele yok. Güzel pasta, her hangi bir yapay tatlandırıcının tadı gelmiyor, dolgulu bezesi kıvamında, keyifli bir an. Hımmmmm limonata da sahici. Pastane tadı var. Dondurma da hoş. Sonuçta renklendirici de olsa mavilerin hastasıyız. Bulvar keyfi yapıyoruz. Gıcırız. Ama gözümün takıldığı motosikletin sahibine git sarıl gazı veriyor bünyem. Bir polis motosikleti. Türkiye'nin Polisi'nin motosikleti! Gözüme çarpan, içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran motosikletin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspas. Bir paspas bir insanda sevinç çiçekleri açtırabilir mi? Aslında açtırmamalı... Ama açtırıyor?!


Keyifle çıkıyoruz pastaneden. Bulvarı karşıya geçiyor, Nişantaşı türevi ama daha yeşil sokaklarda, irili ufaklı butiklerin, takı satıcılarının kafelerle iç içe olduğu mimarisi güzel evlerin, apartmanların yer aldığı, asortik diye nitelesem abartmış ve haksızlık yapmış olacağım seçkin bir coğrafyada şirin şirin dükkânların arasında pek de keyifle dolaşıyoruz. Hatta pek hatırlayamadım ama sanki bir yerde de oturup kahve içiyoruz. Hatırlayamıyorum çünkü aklım hâlâ motosiklette ve ne yazık ki görmediğim ama tasavvur edebildiğim sürücüsünde. Şöyle zıpkın gibi, yakışıklı, temiz yüzlü, bileği sağlam, yüreği ak, sevdiğinin kıymetini bilen güzel bir adam... olmalı! 

Artık gün akşama yaklaşıyor, uçağımız ise sabahın en erkeninde. İçimizde sabah mesaisine yetişecek biri var.  Rotamızı mahallemize çeviriyoruz. Bir kaç yıl sonra Amerika ile diplomatik bir krize neden olacak bir papazın,  Brunson'un kilisesi olduğundan o an için haberimiz olmayan Diriliş'in önünden bir kez daha geçerek İzmir'e, şimdilik veda kapsamında bir kutlama için daha önce sadece dışından görüp de bayıldığımız La Puerta'ya giriyoruz. İlk anda etkiliyor; dikiş makineleri dahil eski pek çok objenin sayısal çokluğu ve hoş ama loş ışıklar altına konseptle uyumlu, kolektif  bir lezzet yaratan yerleştirilmişliği... Kimsesiz ve sessiz bu bölümü geçerek girilen  kısımdansa gençlik fışkırıyor. Yüksek volümle çalınan dinamik parçalar, iğne atılsa yere düşmeyecek masalar, barın ardında bardak doldurmaktan nefes almaya fırsat bulamayan barmenler ve sıra dışı pek de hoş dekorasyonu ile cıvıl cıvıl bir salon burası. Bara oturmaktan başka bir çaremiz de yok. Bu, an itibari ile hiç de tercih edeceğim bir durum değil.


"İki Kozel Dark lütfen."


Usuldan bir baş ağrım var ve ortamın gürültüsü keşke arkalarda bir masada olsaydık dedirtiyor bana. Sanki alanı geniş gören bir masada oturup sosyolojik ve psikolojik değerlendirmelerim üzerinden bu günün -genç-yaşamına tepeden bakarak, bugün gençliğine dair burun büken akademik analizler yapan, onları küçümseyici cümlelerle yerden  yere vurdukça kendini zirveye yerleştiren bir ukala olmak istiyorum ben. Aslında arkamda kalan alandan kopuk, şişelere ve bardaki devinime bakan gözlerimden ziyade sesimizi bir birimize duyurmamıza engel coşkunluktan rahatsız oluyorum sanki. Bir de solumdaki klimadan gelen soğuktan... Bulunduğum nokta itibari ile müzik bir tık aşağıda olsa, sırtımı bir yere yaslayıp da yayılabilsem sanki her şey yoluna girecek. Ne mızmızlanıyorum ama! Oysaki benlerden biri bayım bayım bayılıyor. Üst kattaki mekâna dahil sevimli hostel'da kaldığını hayal ediyor. Bu mekânın ateş gibi, gencecik ve cıvıl cıvıl gülen çalışanlarının ölü sezonlarda yaptıkları sırt çantalı Güney Amerika gezilerinde görüyor kendisini. Burada çalışmak istiyor. Çalıştığını düşünüyor. Bayılıyor!?


Kadına... Ennnnnnnnnnnnn sevdiği kadına. Sırt çantalı, zarif bileği anı sıralı, şahaneler şahanesi yol arkadaşına. 

Sessiz salonda epey takılıyor, güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Bir kez de yemeği burada yemek için gelmeyi planlıyor ve gencecik bir lezzetle daracık sokaktan caddeye çıkıyoruz. İbis'den sırt çantalarımızı alıp gecenin güzelliğini soluyarak karşıya, Alsancak Garı'na geçiyoruz. Ve gecenin sürprizi? Anlık da olsa konforumuz kaçıyor.

Tren kazası olmuş ve Alsancak'tan havaalanına gidecek tren gidemiyormuş. Bir başka istasyondan binmemiz gerekiyormuş. Bir otobüse atlayıp, uzun bir yol gidip söz konusu istasyona varıyoruz. Mevsim normallerimizle yeniden buluşuyoruz. Şimdi tren keyfi, daha uzun bir seyahat ve havaalanı. Gecenin yeni geceyle buluştuğu saatler. Bomboş salonlar. Metal koltuklara boylu boyunca uzanıp uyuyan bir kaç kişi. Evsizler konseptli geceye dahil olmanın tadı... Çantalarımızı yastık yapıp uzanıyoruz. Pek rahat edemesem de kısa aralıklarla uyumayı başarıyorum. Uyandığım aralıklarda bir uyuyan güzeli seyrediyor, üzerinden sıyrılan montunu düzeltiyor, biraz dolaşıyor, ıssızlığın ve gecenin tadını çıkarıyorum. Açık bir iki mekân var ve acıktım da sanki. Bir acıkan daha varmış meğerse. Bize kalmış havaalanında yürüyor, bir alt kata iniyor, o gün için tanışıklığımız olamayan ama daha sonra aramızda bir ekonomik bağ kurulacak Do-Co'da sandviçlerimizin tadını çıkarıyor ve yeniden yataklarımıza dönüyoruz. Gün ışıyor. Havaalanı gözlerini ovuşturuyor. Usul bir canlanma, telaşlı ayak sesleri kendini hissettiriyor.


Bu kez telaşımız yok. Bayram tatilinin hafta sonunun ardına gelmesi pek güzel. Uçakları izliyorum. İçimde artık o Migros'un yerinde bir inşaatın türemiş olmasının verdiği sızıyla... Midyeli de kapanmış. Yol arkadaşım dumanlı bölüme geçiyor. Bir süre sonra yanına gidiyorum ki çok hoş bir alan. Sabiha Gökçen'deki gibi cezalandırıcı olmayan, havalandırması şahane camdan bir bahçede kahvelerimizi söylüyoruz. Polonyalı yeni yazarım Witold Gombrowicz'ın derin, felsefi iddialar ortaya koyan, incecik mizahı ile aklıma lezzetli resimler çizen, sınıflar arası ilişkileri ve çelişkileri dönemi itibari ile pek de güzel anlatan, sol tandanslı romanının tadını çıkarıyorum.

Uçağımıza geçebilirmişiz, anonsu yapılıyor.


Pegasus'layız. Güzel kalkış ve güzel yolculuk. İzmir'i tepeden seyretmek bir başka. İkinci kez kaptanımız konuşuyor. Öyle dik, öyle net, öyle tane tane, öylesine yakışır bir ses tonu ve vurguyla Bayramımızı kutluyor ki tüylerimizin hepsi ayağa dikiliyor. Gururlanıyoruz. Hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının altını bir çizişi var ki tadından yenmiyor. Hani duygularınızın seline engel olabilirseniz alkışlamayın. Uçak yıkılıyor. Helal olsun dedirtiyor: Tıpkı 2 yıl önce Sevinç Pastanesindeyken içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran polis motosikletinin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspasın üzerindeki K.Atatürk imzası gibi. Tıpkı şu şıralar dönen İş Bankası reklamını her izlediğimde gözümün ucuna sıraladığı sevinç damlaları gibi...

8 Mart 2019 Cuma

Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

Öncesi

Günün tozu toprağını duşa teslim edip yenilenmenin ardından; damağımızda geçmişten bir lezzetle, şu hayattaki en güzel anlarımızdan birini yaşadığımız, çiçek gibi akşamın izi kalmış mekânına doğru; biraz ayyaş, biraz pervasız ve bayım bayım bayıldığımız ara sokaklarda, bir an öncenin adımlarıyla yürüyoruz. Büyük heveslerle vardığımız sokağa giriyoruz ki... O da ne?!


25.06.2016 Cumartesi

Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde...  Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda. 

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.

"Hoş bulduk."

"35'lik rakı lütfen."

Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.

"Bir Girit ezme lütfen."

"Beyaz peynir lütfen."

"Bir levrek marin lütfen."

"Bir de patlıcan salatası lütfen."


Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.  

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada.  Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta. 


Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben.  Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik.  Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?! 

"O halde sıhhatimize!..."


Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum.  Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor bir birine. İstim alıyor gece... Ve sokak.

"Gençliğinize o halde!.."

Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...

"Bir karides güveç lütfen."  


Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden... 

Ve 35'lik rakının son yudumları...

Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.

"Bir 20'lik rakı lütfen."

"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."

 "Bir de bir miktar çörek otu lütfen."

"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!" 



Kahvelerimizi de içince, ödememizi de yapınca, vuruyoruz kendimizi küçük parkın arkasındaki sokağa... duvar yazıları pek manalı ve hatta gece flörtleşmesindeki köpeklerin arkasındaki duvara denk gelen  pek manidar: Çare cinsel devrim! Polislerden uyarı alana kadar kilisenin duvar dibine serdikleri tezgahlarında el işi "entelektüel" ürünler satan iki kişi terk ediyorlar bulundukları alanı. Yeni güne devrolan gecenin kokusu muhteşem. Cinliklerine bittiğim kadın bir büfeye giriyor, sözde sigara alacak... ve iki tane küçük, yüksek alkollü bira ile çıkıyor. Bak başıma gelene!  Öyle kolay kolay devrilen  bir adam değilim ama bazen, mutluluk doz aşımı yapınca, bir mizansen yaratır bünye ki bir votka limonla bile kafa bulmuşluğumuz vardır, en iyi iki arkadaşımdan biriyle şimdi yerinde yeller esen bir otel barında. Hımmmm bir de  fıçı bira mekânları ilk açıldığında, okul çıkışı daldığımız bir ilk mekânda hızlıca içtiğimiz ilk fıçı biralarımızın sallantısıyla evlere nasıl gireceğiz korkusu yaşadığımız günü unutmamak lazım.

Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi. 

Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...

 

O da ne?!'nin ne'si

Bir şangırtı kopuyor kafamın içinde, camlar parçalanıyor ve şaşkınlıkla birlikte hayıflanma çöküyor bedene. Güzeller güzeli bir akşamın izi sinmiş Ara Sokak kapalı. Toparlanma alameti üst üste yığılmış masa ve sandalyelerin dibindeki, dükkândan gelen tek bir lambanın aydınlattığı masada üç kişi sohbette; mekânın sahibi çift ve bir kişi daha. Önce bittiğini düşünerek ürküyorum. Sonra, yarın Cumhuriyet Bayramı, ondan mı? diye düşünüyoruz. Pazar akşamları kapalı demek ki sonucuyla içimize su serpiyoruz. Daha üzücü olansa Nazım Hikmet Kültür Merkezi artık sokakta yok. Gençlik de. Yitik fotoğraflar hanesine bir çentik daha...  İçim düşüyor.

Kıbrıs Şehitlerini kesen sokaklarda dolaşıyoruz. Gözümüz mekânları kesiyor. Şartlanmışlığın verdiği bir abandone durumu var bünyemde... kendimi çekemediğim çok ama çok ender zamanlardan birindeyim.  İki üç tur atıp sonunda ilk uğradığımız popüler sokağın başındaki gireni kapan mekâna çöküyoruz. Aslında.... sokakta gördüğümüzde bayıldığımız bir  mekânla kırık bir aşk da yaşıyoruz... Beylerbeyi! Çok seviyoruz kendisini, dışarıda boş bir masa da var lakin bayağı kalabalık, erkek egemen ve gürültücü bir masanın ne yazık ki dibine sıkışık...

Modum düşük, mezeleri seçmekte bile zorluklar içinde kalan bir çekilmezlik halindeyim. Gözümü ısıramıyorlar. Tazelik kokusu ne yapsam ne etsem de bulaşamıyor yüzüme... ben bile tanıyamıyorum kendimi. Beylerbeyi'nin pişmanlığı da iyice çöküyor içime. Geliyor siyah takım elbiseli garson ve meze tepsisiyle bir komi.

"35'lik rakı lütfen"

"Bir peynir lütfen"

"Bir Girit kabağı lütfen"

"Bir şundan lütfen"

"Şu nedir" 

"İçinde şu, şu şu var olan şudur"

"O şu'dan lütfen"

Tatlı mı tatlı kadında bir sorun yok. Bense uyuz bir çocuk şımarıklığının tüm çekilemezliklerinden örnekler veriyorum. Bir çıkabilsem şu ruh halinden. Acaba kulağımdan çekip tokatı bassam düzelir miyim? Şu yan masadaki yat kaptanı adam da bi sussa.

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."


Al işte, Yeni Rakıya Efe Rakı bardağı. Uffffff en sevmediğim marka su. Aman allahım bu buzların hali ne? Hangi çeşmenin suyundan yaptınız bunu ya? Ahhhh ahhhh ah nerede o cam gibi buzlar ah!

Oysa ben bir bukalemunum.

"Seni seviyorum."

"Seni seviyorum." 

İlk yudum...  içimin sesi devam ediyor: "Bu ne ya!" Suyu ve buzu kafama takmak için elinden geleni ardına koymayan dilimi koparsam sorun çözülür mü acaba? Kesinlikle yardıma ihtiyacım var! Şu çocuk şımarıklığım var ya, biliyorum ki asıl beni üzüyor. Şu beni bile şaşırtan halim, kıymetlimin neşesine limon sıkmak isteyeceğim en son hal bile değil. Her şeyin farkında olan bir rüyanın içindeyim ve çıkamıyorum sanki. "Bari buzlar cam gibi olsaydı yaa!.." Mezelere, yememekte ısrarcı ama aç bir çocuk burun bükmesi ile çatal ucu dokunuyorum. "Beyaz peynir neyse...". Girit kabağı ölmüş olsa da içindeki suya batmış yağa zeytinyağı muamelesi yapabilirim yine de. Bak bunun içinde patates ne alaka, üstelik de ölü demeyip, hani bu da yoğurt sonuçta diye düşünürsen sanki becerebilirsin gibi falan derken.... hayata dönüyorum.


Sonrası iyilik güzellik. Yan masa boşalıyor ve hemen çocuklu bir çift ve muhtemelen kayınbiraderleri ile dört kişilik bir aile yerleşiyor. Kaptan bir 70'lik daha istiyor. Hanımefendisi usuldan içiyor. Kaptan jelatinden yeni çıkmış küfürlerle telefonda bir işle ilgili biriyle görüşüyor. Şu pek külhanbeyi ve pabuç bırakmaz hali ayılınca nasıldır acaba? Aile masası ile sohbetleri her ne kadar çocuk için kırmızı noktalar içeriyorsa da kimsenin şikayeti yok. Masadan masaya laf atmalar gönüllüce. Güzeliz. Sokağa hakim olansa ışıl ışıl bir neşe. Son yudumlar.

Beylerbeyi'nin önünden geçerken onda kalan aklımızı da alıyoruz yanımıza. Kıbrıs Şehitlerine çıkınca bir La Puerta esintisi çarpıyor suratımıza. Ne güzel bir akşamdı ama! Sokaklara gire çıka yürürken ve hoşumuza giden bir sokaktan çıkarken... bir palyaço ile karşılaşıyoruz. Full aksesuar bir palyaço ama!. Kusursuz. Sokak tiyatrosu için lolipop satıyor. Bize uyar. Alıyoruz. Bütün bir para veriyoruz ve gönlümüzden geçen rakamı almasını istiyoruz. Onunsa para üstü vermeye hiç gönlü yok. E biz kaççınn kurasıyız? Samimiyetsizliğin ve sempatik olmayan bir uyanıklığın tüm makyajı dökülüveriyor kaldırıma... Bir anda soğuyoruz. Ama stratejiyi, her ne kadar kullanım çirkin ve kirli olsa da "takdir" ediyoruz!  Dilenmenin ultra hali!


Bir tur daha atıp, sessiz sokakları da arşınlayıp  en başından ve yeniden giriyoruz Cumbalı Sokağa.  Sevdik valla. Hatta çok sevdik sokağı. Baş taraftaki epey cümbüşlü mekânın sokağa atılmış rakı masalarında klas insanlar, sanki bir filme yerleştirilmiş hoşlukta çalıp söyleyen mini bir fasıl grubu eşliğinde, birlikte söyleyerek haftanın yükünü atıyorlar; şık, katılımcı ve gönülden eğlence  tavanda ve sıcacık...  iki adım sonrasında bu kez daha genç insanların olduğu ve bir rock grubunun çaldığı, gözleri genç, gözleri hülyalı hoş bir mekân daha. Sapına kadar renkli bir sokak; hem genç hem olgun. Kakofoni yaratmayan tatlı bir gürültüsü var. Ne ararsan varlar arasında muhteşem bir ahenk... O halde Kırmızı. Nispeten daha sessiz ama başlangıçtaki coşkunun da ulaştığı -ilk görüşte- sevdiğimiz mekânın sokak masalarından birine oturuyoruz.


"İki bira, biri 33'lük lütfen"

Sokaktan insanlar geçiyor. Her biri bir hikaye katıyor. Mesela şu kızlı erkekli genç grup; kızlardan biri sarhoşluğun zirvesinde, diğer kız ve iki oğlan mutedil. İnce ve hoş kız sarhoş ama taşkın değil, sızmış, birinin omuzunda, diğerlerinin desteğinde uyumaya doğru yürütülüyor. Bir derdi olmalı! Alkol arası hap... mı? Üç genç adam ki radara 10 metre önceden yüksek konuşmaları ile girdiler: Birinde klavyenin çantası, ikisinin elinde gitar var, az önce çaldıkları mekândan aldıkları paradan hoşnut değiller. Pek minnetsiz ama acabalı, yine de kabadayı, "Bir daha çalmayalım abi, bize iş mi yok," havasında konuşarak yürüyorlar. Adım gibi eminim çalacaklar. Çünkü tam da eldeki bir gelecek ikiden iyidir konumundalar.

Terk edilmesi zor bir sokaktayız. Üstelik en güzel saatlerinde. Bir romanda rast gelsek kıskançlıkla imreneceğimiz, okumayıp yaşayacağımız, kendimize döndüğümüzde yüzümüzü tatlı bir gülümseme ile yakalayacağımız lezzette, şahane bir sokak: 1448, Cumbalı ikinci kısım. Hahhh şu abla, ve şu abiler, şu karşıdaki masadakiler mesela... Bir pavyondan buraya düşmedilerse hiç bir şey bilmiyorum ben. Abla Pavyonun gözdesi, bozuk sesiyle sahnelerin assolisti, kocaman kocaman, üstelik siyah beyaza yakın afişleri var. Abilerden biri küçük esnaflar çarşısının büyükçe esnaflarından biri. Ailesini seven bir baba. Öteki abi gençten, arastadan, çekingen ama dili racon bilir, kibar. Hani şu solist altı saçları sarı boyalı olan genç kadın var ya, hani abla onu ona yapar mı acaba? Saygılı. Mesela abla lavaboya yönelse ikisi de ayağa kalkıyorlar. Çiçek aldıkları, sahneyi çiçeğe boğdukları, ayağının dibine çakma şampanya şişeleri doldurdukları kesin. Hesapları da arastanın abisi ödedi. Öyle de babacan. Bi de konuştuklarını duyabilsem. Uzaktan değil ama. O masanın tepesinde ve görünmez olsam, o tatlı, o efendi çapkın ve esnaftan iki adamın, o aşık hallerinin lezzetli sıcağını yakından görsem. Gece boyunca ablanın vicdanı masanın üzerinde. Cüzdan kopartıcı asla değil...

Falan derken hesabı ödüyor,  bayram için donatılmış sokaklardan serotonin yüklü usul adımlarla geçiyor, bu kez açık olan Münire'de kahve içen insanların kenarından yürüyor, bu gezinin oteli bu sokakta ve bu olmalıydı diyerekten asansöre biniyor, küçük koridorda atılan bir kaç adımdan sonra satırlar geceye karışıyor. Onun içinde eriyip sızıyorlar.



İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP