29 Mart 2019 Cuma

İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı

 Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.


Öncesi


29 Ekim 2018 Pazartesi


Zinde bir uyanış. Bugün Cumhuriyet Bayramı... İzmir'de Cumhuriyet Bayramı! Sırt çantalarımızı resepsiyona bırakmak üzere hazırlıyoruz. Çocuklar gibi şen, çocuklar gibi diken dikeniz.

Henüz otelin içindeyken hissettiğimiz bayramın kokusu, sokağa adım atar atmaz katmerleniyor. Hem de nasıl bir katmerlenme! Yüzümüzü kaplayan gülümsemenin, ama coşkulu bir gülümsemenin kısılmış gözlerimizin kenarına sıraladığı damlaları zor tutuyoruz. Onu görünce. Onu?.. En sevdiğim kadın fotoğraf için hazırlanıyor.

"İzin istesek mi acaba?"

"İsteyelim."

Bizi gördü. Gülümsüyor.

"Günaydın."
"Günaydın." 
"Bayramınız kutlu olsun" 
"Sizin de." 
"Çok hoşsunuz."
"Siz neden giyinmediniz?"
"Biz yola gideceğiz."
"Nereye? "
"Samsun'a." 
"Samsunlu musunuz?" 
"Samsun'da yaşıyorum ama ben Ankaralıyım."
"Ben Samsunluyum."

Bir öğretmen edası ile paylıyor bizi. Şehirlerimizin ülke tarihi için öneminin altını çiziyor. Bu vurgularla da tatlı tatlı dövüyor. Öyle özel bir an ki fotoğraf için izin kalıyor, ama aklımızın albümünde çok özel yerini de alıyor; kırmızı ay yıldızlı bayrak formunda tişörtü, üzerinde kırmızı ceketi, blucini, elinde bayrağı ile sarı saçlı mavi gözlü, makyajı yerinde, altın küpeleri düğüne giden genç kız tazeliğinde, 80 yaşlarında bir genç kadının fotoğrafı...

Kazınıyor...

Yüzlerimizde öğretmen tarafından paylanmışlığın yarattığı kızarık ama mutlu bir gülümsemeyle iki yıl önce arayıp bulduğumuz ama kapalı olan Münire'nin önünden bir kez daha geçerek-ki bu kez aynı sokaktayız- kahvaltı için olmazsa olmaza, bir klasiğe, Dostlar Fırını'na doğru yürüyoruz.  


Ebetteki dolu masalar ve kuyruk ile karşılaşıyoruz. En tatlı kadın boş masa için erketede kalıyor. Bir gün, bu mekân büyürse, bu kuyruklara gerek kalmazsa, aldıklarımızı üzerine koydukları patlak kağıtlarla masaya taşımazsak, sanki bir yaşamak anı daha nihayete erer diye düşünüyorum sıra beklerken.

"İki boyoz lütfen."

 "İki ıspanaklı boyoz lütfen."

"İki peynirli boyoz lütfen."

"İki yumurta lütfen."

"İki de sübye lütfen."

Oh masayı da kapmışız!..  Sabahın serinliğinde, pırıl pırıl bir güneş altında tadını çıkarıyoruz İzmir klasiklerinin. Bu kez Sübye* daha bir hoş geliyor nedense.


Hiç telaş etmiyor. Birileri için boşaltsak masayı diye de bir kaygı taşımıyoruz. Şu karşıdaki çorbacı dükkânında da aklım kalıyor her seferinde. Sevimli buluyorum kendisini ve bir çekim var aramızda.

Kıbrıs Şehitleri'nde İskele yönüne doğru yürürken ilerideki cüppeli kalabalık dikkatimizi çekiyor. Tam Ara Sokak'ın sokağına geldiğimizde yürüyüş başlıyor. Tüylerimiz duyarsız kalamıyor. Gururlanıyoruz. Pırıl pırıl geçiyorlar önümüzden. Alkışlarla uğurluyoruz.


Starbuck's'a giriyoruz.

Ne yaman çelişki ama!

"İki double shot Americano lütfen."

"Biri sütsüz lütfen."

Arada bir kahvelerimizi yudumlayarak eski mahallemize ve İbis'e göz kırpıp Alsancak İskelesi'nden sola kıvrılıp usul usul yükünü almaya başlayan kordonda denize nazır yükseltilerin üzerine oturuyoruz.


Şehrin en sevdiğimiz, en aşina noktasındaki canlılık, gençlik, parlak güneş, gelenler geçenler, havadaki polis helikopteri, körfezdeki gemiler seyirlik. Kahvelerimizi usulca içiyor, sabahın ve güneşin tadını çıkarıyoruz. Öğleden sonra pek çok ünlünün katılacağı, ne yazık ki uçak saatimiz nedeniyle izleyemeyeceğimiz harbi de bir konser var, az ilerideki, üzerinde İlelebet Payidar yazılı kocaman bir pankart asılı platformda. Ama Pasaport İskelesi'nin açığındaki yelkenler, ısırmalık. Yüksek tavanlı, hastaneden okula çevrilmiş, tarih solunan, bayram için süslenmekte olan, yer tahtaları pırıl pırıl mazot kokan cıvıl cıvıl bir ilkokulda, Cumhuriyet İlkokulu'nda, şahane bir öğretmenin estetik aklıyla kırmızı/beyaz grafonlar, bayraklar, balonlarla sınıfı süsleyen çocuklardan biri olmanın gururu, hevesi gözlerimin ucunda... tam da o sevinçle bakıyorum ona.  Alsancak İskelesi ki en sevdiğimiz iskelelerden biri, hemen yanı başımızda. Kahvelerse... neredeyse son yudumlarda.

O halde?!!!




26 Haziran 2016 Pazar

Güverteye, yüzümüzü karşıya ve rüzgara verip oturuyoruz. Alsancak'tan kalkan vapurumuz Pasaport İskelesi'ne yanaşıyor. Yeni yolcularla birlikte karşı yakaya yolculuk başlarken, beri yaka yavaş yavaş arkamızda kalıyor. Kavuşması yakın, yine de hüzünlü bir veda.  Alsancak limanından çıkmış yolu uzun, yükü ağır gemiler geçiyor önümüzden.  Portakal suyu, gazoz, kola, çay, kahve, gevrek, boyoz sesleri ile çığırtan tepsiler dolaşıyor; sıkıntıların beynin içinde kıvrım kıvrım olduğu manzaraya dalgın yüzlerin, ya da kulaklıktan gelen müzikle coşkun genç cıvıltıların, ya da huzurlu bir coşkunlukla dalga kıran neşeli bakışların arasında. Ellerinde telefonları, çeşit çeşit pozların star gülücüklü telaşıyla oradan oraya koşanlar da  çağın renklerini katarak tatlandırıyorlar yolculuğu.


Yıllar yıllar önce neredeyse tüm sokaklarına, bir tarif üzerinden salakça girip çıktığım, neredeyse yarım depo benzin tükettiğim ki şu en iyi arkadaşımdan biriyle yaptığımız eşsiz seyahati yazdığımda bu salakça anıyla birlikte kendine mutlak yer bulacak olan Karşıyaka, denizden yanaşınca pek küçük geliyor bana.


İskele canlı, sevimli, imrendirici. Öte yakası olan şehirler bu yönleri ile kıskandırıcı. Eskinin izleri kalmış binalar, kordon boyları, eskinin filmlerinden çıkıp gelmişçesine bir lezzetle dokunuyorlar kalplerimize. Gemi halatlarının yoğunlukla kullanıldığı, kıyıya demirli hücumbotların yanı başındaki deniz kokulu ve denizcilik vurgulu çocuk parkının tadını boş geçmiyoruz elbette. Yeşillikler içinde, geçmişten bugüne, pazar günü sakinliğinde, körfezdeki dalgın suya bakarak bir salıncağın üzerinde göğe yükselmek ne de güzel!


Bütün sokakları didik didik ediyoruz. Semtin yüksek ve yeni binalarla çirkinleşmiş derinliklerine hiç girmiyoruz. Eski komşulukların yaz akşamı balkonlarından sokağa düşen sohbetlerin, kapı önü fiskosların renklerini okşuyoruz. Yaza ve denize kalkan kokularını duyumsuyoruz balkona kurulmuş çilingir sofralarının. Denizin ve mehtabın...


Balkonlarında atlet pijama rakısını yudumlayan amcaların olduğu mahallerden, Kordonun İzmir'e bakan kısmına çıkıyoruz yeniden. Çıkmamızla birlikte bugünün karmaşık hayatına da dönmüş oluyoruz. Ama artık tek tük kalmaya yüz tutmuş bir kaç villa ve önünden ayrılmanın çok zor olduğu kuklalı apartman elimizden tuttukları gibi çekiyorlar yeniden o güzel yıllara... Ne yazık ki ama kuşaklar değişince, mal paylaşımları söz konusu olunca, ağırlıkla da ülkenin şartlarından kaynaklı olarak yenik düşecekler hepsi zamana... her biri bir özlem döneminin eseri olarak yaşayacaklar fotoğraflar ve satırların arasında.


Karşıyaka Çarşı'ya girmemizle birlikte bırakıyoruz kendimizi. Coşkulu kalabalık, gülen yüzler, rengarenk dükkânlar, ünlü mağazalar, şık insanlar, gençler, genç kalanlar, çocuklar, limonatacılar, dönerciler ve de dondurmacılarla şen şakrak bir cadde. Bugünün hayatı. Kıpır kıpır bir sevimlilik alanı. Yalnızlık duygusunu çıkartıp, neşeli ol ki hep genç kalasın kostümünü giydiren bir rehabilitasyon merkezi. Kapılıyoruz seline. Bukalemunlar iş başında. Karnımız aç mı acaba? 

Elbette çağıran dükkânlar var, fakat bizim de bir planımız var sanki. Nasip? Bir giyim dükkânı, indirimde, vitrini ile çağırıyor. Tıkış tıkış. Kadın giysisi satan bir dükkânda azınlık olmak fena. En sevdiğim kadın yine kendine yakışanı şıp diye buluyor ama. Bir kaç deneme ve işlem tamam. Bu mudur? Budur. Bir Karşıyaka kutlaması da yapmamız lazım öte yandan. Önce sevimli bir sokak satıcısından iki slash'i kapıp ferahlıyoruz. La Puerta'nın açılma aşamasına yaklaşmakta olan Karşıyaka şubesi ile karşılaşınca aslında üzülüyoruz. Bir dükkândaki şahane dondurmalara selam çakıyoruz. İskeleye geçmeden önce de körfez manzaralı bir mekânın bahçesinin dışında, kaldırımın kenarındaki alçak sehpasının ardındaki koltuğa çöküyoruz.

"İki Türk Kahvesi ve iki soda lütfen."

En az tren garları kadar sevdiğimiz şehir hatları iskelesine doğru yürürken duraktaki otobüsün dikkatimi çeken ışıklı göstergesindeki Atakent  güzergahı, kaçınılmaz olarak -sulu sepken- bir espriyi patlattırıyor: 

"Bak direk otobüs var."


İskelede kapının açılmasını beklerken oturmak, elinde kitabı, gazetesi, dergisi ile az sonraki yolculuk için hep aynı heyecanla bekleyen yüzleri izlemek sevimli bir şey. Ama o kısacık anı bile bir elleri ve bir gözleri telefonlarındayken birbirinin soluğunda ve boş elinin ısısında geçiren gencecik çiftler başka güzel. Hele bir de Dario Moreno ise vapurunuz! Hele hele de mehtabı derin bir gecenin dönüşündeyseniz... Öyle bir gecede olmasak da biz güzeliz. Hava kapatmış olsa da neşeyle dalga kırıyor, martılarla oynaşıyor, sanki bir başka yolculuktan şehrimize dönmüş bir lezzetle kordona ve binalarına bakıyoruz. Aslında şu karşıdaki oteli, Pasaport Pier'i düşünmüş ama İbis'de karar kılmıştım hissiyatım sonucunda. Manzara için değer mi acaba?



 Aslında dün

Söğüşlerimizi yedikten sonra, Alsancak'ın dar caddesinden otelimize doğru yürürken bir kapı, etrafındaki rengarenk desenlerle birlikte dikkatimize keyifli bir fren yaptırıyor. Önce bunun markete ait özel bir düzenleme olduğunu düşünüyoruz. Sevimli bir coşkunluk ve şaşkınlıkla, daracık yolun ortasına bağdaş kurarak sohbet eden gençlerin o anki haline bayılıyoruz. Bir sempati oluşuyor içimizde markaya karşı. Yanaklarını okşuyoruz.


Akşam Ara Sokak'a doğru meraklı adımlar atarken, biraz daha vakit geçirmek için bu kez Kıbrıs Şehitleri'nden giriyoruz marketin enfes, soluk aldırıcı, kozmopolit yapısı pek tatlı, kilisenin hemen ardındaki bahçesine... Eski bir gümrük deposundan evrilmiş tek katlı binası kesinlikle muhteşem. Oturuyoruz bu saklı bahçenin banklardan birine. Birazdan meyve kasaları ile çilingir sofralarını kuracaklar müdavimleri ağaçların altına.


O ara bir bağırtıdır gidiyor, pek ahlakçı bir adam, marketin genç güvenlik görevlisine pek de yüksek bir perdeden, abi sesi biraz düşür anladık meramını diye düşündürten ve de yandaş arayan bir tonda o gençleri şikayet ediyor. Orada olmamaları gerektiğinin altını çiziyor ve tabii ki uyuşturucu meselesini yafta gibi alınların ortasına çakıyor. Sonra da vatandaşlık görevini yerine getirmenin ve bunu çok şükür ki tüm ahaliye duyurmanın ama henüz de dinmemiş asabiyetinin tadıyla giriyor markete. Sonra bizden iki bank öteye oturan güvenlik görevlisinin alnından öpülesi cümleleri düşüyor akşamın güzelliğine. Hoş görü ve anlayış yakışıyor İzmir'e be!


Tekrardan bugün


Karşıyaka'dayken vazgeçtiğimiz açlığımızı dindirmek daha çok da bir gün arası keyfi yapmak için aklımızdaki adreslerden birine doğru yürüyoruz. Güzel bir sokakta akıl çelen pek çok mekâna rağmen, önce pek sevimli içine göz atarak asıl hedefimizin dış masalarından birine oturuyoruz. Hoş tasarlanmış midye formunda bir menü geliyor önümüze. Midyeli'deyiz.

"İki bira lütfen."

"Bir porsiyon midye dolması lütfen."

"Bir de beğendili midye graten lütfen."


Midyeler tencereden yeni çıkmışçasına sıcak, suyu pilavının üzerinde, hoş lakin sayıca az ve küçükler... ve aslında bizim şehrimizdekileri de pek aşamıyorlar. Ufak bir hayal kırıklığı hakim olsa da üzerinde pek durmuyoruz. Midyeler bir tık daha büyük olsa muhtemelen sorun etmeyecektik. Sokağımız güzel. Öğle güneşini gölgeden izlerken ve de biralarımızın tadını çıkarırken... assolistimiz geliyor. Etkileyici bir sunum. Ekmek kovasını sevimli buluyoruz. Güveçte pişirilmiş olması âlâ. Önce yağına ve suyuna ekmek banıyoruz. Hımmmmmm güzel. Sonra yumuluyoruz. Neredeyse ekmek yetmeyecek. O derece bir lezzet. Beğendi güzel, peynir dengesi yerinde ve yediğimizin midye olduğu hissediliyor. Aç kurtlar gibi saldırmaktan tüm duyargalarımızın harekete geçtiği senfonik evreye şükür ki geçebiliyoruz. Bir öğle keyfinin başımızı döndürmesine teslim oluyoruz. Gerçekten sevimli menünün sayfalarında dolaşıyor, işe başlamadan önce ağırlıkla Belçika olmak üzere Avrupa'nın pek çok yerindeki lokantaları dolaşma hikâyelerini okuyoruz. Çabayı takdir ediyoruz. Sempati duyuyoruz.


Sonra Alsancak'ın sokaklarına dalıyoruz. Dantel Sokak elbette ki pek özel. Kaç sokağın üzerine şiir yazılmıştır ki? Aslında sokağa girmeden az önce sokakta elimize tıkıştırılan bir broşür bir muzurluğun kıyısından da döndürüyor bizi. İçimde bir fırlama taşıyor olmama rağmen ikircikli davranıp da geri çekilen ne yazık ki benim. Sonrasında pişmanlığını yaşamıyor muyum? Fazlası ile. Ahhh benim tereddüt anlarım... Hatta gerçekleşmemiş eylemin gerçekleşmiş halini kurduğumda gördüklerime kıskançlıkla bayılıyorum. Ne eğleniyoruz ama... Kırmızı noktalı bir shop'la alakalı  olduğu için de fazlaca açık etmiyorum.  Peki Muzaffer İzgü Sokağı'nın coşkusunu boş geçebilir miyiz? Elbette ki geçemeyiz. Mekânları akıl çelici çünkü. Fikren geçemesek de onunla bir geceyi bir başka sefere erteliyoruz.


Şimdi bir pastaneye pek popüler bir pastası için yürüyoruz. Alsancak'ın ucunda canlı bir bölgenin köşesinde, bir tür bulvar kafesi tadında eski bir pastaneye... Sevinç Pastanesi'ne. 

İçeri girip her ne kadar fikrimiz net olsa da şöyle bir göz atıp eskinin pastanelerinin romantik kokusunu duymaya çalışarak, geçmişten gelen mobilyalarının, düzenin, sanatçı emektarlığının buram buram tadını yansıtan yapaylıktan uzak bir kısım ürünlerine göz atıyoruz. Aslında bizimkisi biraz da eskiyi yansıtmaya çalışan bir sinema yönetmenin günün yozlaşmasına ne yazık ki direnememiş bir sokakta samimiyetsiz binaları saklama çabasındaki kamera açıları gibi günceli, modaya uyanı görmezden gelme cambazlığı. Olsun, yine de ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız dünyanın içine saklanmayı başarıyoruz. Dışarıya, geniş bulvara ve onu kesen lüks mağazalarla dolu canlı sokağa bakan arkada ve tam da köşedeki masaya oturuyoruz. Tatlı bir genç kız geliyor.

"Bir Pavlova lütfen."

"Bir karışık dondurma lütfen."

"İki de limonata lütfen."


Pavlova'nın rulo halinden kesilmiş görselliği hoş, hamuru göz okşayıcı, güzelce de bir dilim. Meyvelerin bir kısmına dalından toplanmışlar ve dondurucu görmemişler muamelesi yapabilirim, o beceri allahtan var bende. E zaten damaklarımız çoktan alıştırılmadı mı hazır kremalara, meyve soslarına, karamellere, endüstriyel tatlandırıcılara...  O halde mesele yok. Güzel pasta, her hangi bir yapay tatlandırıcının tadı gelmiyor, dolgulu bezesi kıvamında, keyifli bir an. Hımmmmm limonata da sahici. Pastane tadı var. Dondurma da hoş. Sonuçta renklendirici de olsa mavilerin hastasıyız. Bulvar keyfi yapıyoruz. Gıcırız. Ama gözümün takıldığı motosikletin sahibine git sarıl gazı veriyor bünyem. Bir polis motosikleti. Türkiye'nin Polisi'nin motosikleti! Gözüme çarpan, içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran motosikletin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspas. Bir paspas bir insanda sevinç çiçekleri açtırabilir mi? Aslında açtırmamalı... Ama açtırıyor?!


Keyifle çıkıyoruz pastaneden. Bulvarı karşıya geçiyor, Nişantaşı türevi ama daha yeşil sokaklarda, irili ufaklı butiklerin, takı satıcılarının kafelerle iç içe olduğu mimarisi güzel evlerin, apartmanların yer aldığı, asortik diye nitelesem abartmış ve haksızlık yapmış olacağım seçkin bir coğrafyada şirin şirin dükkânların arasında pek de keyifle dolaşıyoruz. Hatta pek hatırlayamadım ama sanki bir yerde de oturup kahve içiyoruz. Hatırlayamıyorum çünkü aklım hâlâ motosiklette ve ne yazık ki görmediğim ama tasavvur edebildiğim sürücüsünde. Şöyle zıpkın gibi, yakışıklı, temiz yüzlü, bileği sağlam, yüreği ak, sevdiğinin kıymetini bilen güzel bir adam... olmalı! 

Artık gün akşama yaklaşıyor, uçağımız ise sabahın en erkeninde. İçimizde sabah mesaisine yetişecek biri var.  Rotamızı mahallemize çeviriyoruz. Bir kaç yıl sonra Amerika ile diplomatik bir krize neden olacak bir papazın,  Brunson'un kilisesi olduğundan o an için haberimiz olmayan Diriliş'in önünden bir kez daha geçerek İzmir'e, şimdilik veda kapsamında bir kutlama için daha önce sadece dışından görüp de bayıldığımız La Puerta'ya giriyoruz. İlk anda etkiliyor; dikiş makineleri dahil eski pek çok objenin sayısal çokluğu ve hoş ama loş ışıklar altına konseptle uyumlu, kolektif  bir lezzet yaratan yerleştirilmişliği... Kimsesiz ve sessiz bu bölümü geçerek girilen  kısımdansa gençlik fışkırıyor. Yüksek volümle çalınan dinamik parçalar, iğne atılsa yere düşmeyecek masalar, barın ardında bardak doldurmaktan nefes almaya fırsat bulamayan barmenler ve sıra dışı pek de hoş dekorasyonu ile cıvıl cıvıl bir salon burası. Bara oturmaktan başka bir çaremiz de yok. Bu, an itibari ile hiç de tercih edeceğim bir durum değil.


"İki Kozel Dark lütfen."


Usuldan bir baş ağrım var ve ortamın gürültüsü keşke arkalarda bir masada olsaydık dedirtiyor bana. Sanki alanı geniş gören bir masada oturup sosyolojik ve psikolojik değerlendirmelerim üzerinden bu günün -genç-yaşamına tepeden bakarak, bugün gençliğine dair burun büken akademik analizler yapan, onları küçümseyici cümlelerle yerden  yere vurdukça kendini zirveye yerleştiren bir ukala olmak istiyorum ben. Aslında arkamda kalan alandan kopuk, şişelere ve bardaki devinime bakan gözlerimden ziyade sesimizi bir birimize duyurmamıza engel coşkunluktan rahatsız oluyorum sanki. Bir de solumdaki klimadan gelen soğuktan... Bulunduğum nokta itibari ile müzik bir tık aşağıda olsa, sırtımı bir yere yaslayıp da yayılabilsem sanki her şey yoluna girecek. Ne mızmızlanıyorum ama! Oysaki benlerden biri bayım bayım bayılıyor. Üst kattaki mekâna dahil sevimli hostel'da kaldığını hayal ediyor. Bu mekânın ateş gibi, gencecik ve cıvıl cıvıl gülen çalışanlarının ölü sezonlarda yaptıkları sırt çantalı Güney Amerika gezilerinde görüyor kendisini. Burada çalışmak istiyor. Çalıştığını düşünüyor. Bayılıyor!?


Kadına... Ennnnnnnnnnnnn sevdiği kadına. Sırt çantalı, zarif bileği anı sıralı, şahaneler şahanesi yol arkadaşına. 

Sessiz salonda epey takılıyor, güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Bir kez de yemeği burada yemek için gelmeyi planlıyor ve gencecik bir lezzetle daracık sokaktan caddeye çıkıyoruz. İbis'den sırt çantalarımızı alıp gecenin güzelliğini soluyarak karşıya, Alsancak Garı'na geçiyoruz. Ve gecenin sürprizi? Anlık da olsa konforumuz kaçıyor.

Tren kazası olmuş ve Alsancak'tan havaalanına gidecek tren gidemiyormuş. Bir başka istasyondan binmemiz gerekiyormuş. Bir otobüse atlayıp, uzun bir yol gidip söz konusu istasyona varıyoruz. Mevsim normallerimizle yeniden buluşuyoruz. Şimdi tren keyfi, daha uzun bir seyahat ve havaalanı. Gecenin yeni geceyle buluştuğu saatler. Bomboş salonlar. Metal koltuklara boylu boyunca uzanıp uyuyan bir kaç kişi. Evsizler konseptli geceye dahil olmanın tadı... Çantalarımızı yastık yapıp uzanıyoruz. Pek rahat edemesem de kısa aralıklarla uyumayı başarıyorum. Uyandığım aralıklarda bir uyuyan güzeli seyrediyor, üzerinden sıyrılan montunu düzeltiyor, biraz dolaşıyor, ıssızlığın ve gecenin tadını çıkarıyorum. Açık bir iki mekân var ve acıktım da sanki. Bir acıkan daha varmış meğerse. Bize kalmış havaalanında yürüyor, bir alt kata iniyor, o gün için tanışıklığımız olamayan ama daha sonra aramızda bir ekonomik bağ kurulacak Do-Co'da sandviçlerimizin tadını çıkarıyor ve yeniden yataklarımıza dönüyoruz. Gün ışıyor. Havaalanı gözlerini ovuşturuyor. Usul bir canlanma, telaşlı ayak sesleri kendini hissettiriyor.


Bu kez telaşımız yok. Bayram tatilinin hafta sonunun ardına gelmesi pek güzel. Uçakları izliyorum. İçimde artık o Migros'un yerinde bir inşaatın türemiş olmasının verdiği sızıyla... Midyeli de kapanmış. Yol arkadaşım dumanlı bölüme geçiyor. Bir süre sonra yanına gidiyorum ki çok hoş bir alan. Sabiha Gökçen'deki gibi cezalandırıcı olmayan, havalandırması şahane camdan bir bahçede kahvelerimizi söylüyoruz. Polonyalı yeni yazarım Witold Gombrowicz'ın derin, felsefi iddialar ortaya koyan, incecik mizahı ile aklıma lezzetli resimler çizen, sınıflar arası ilişkileri ve çelişkileri dönemi itibari ile pek de güzel anlatan, sol tandanslı romanının tadını çıkarıyorum.

Uçağımıza geçebilirmişiz, anonsu yapılıyor.


Pegasus'layız. Güzel kalkış ve güzel yolculuk. İzmir'i tepeden seyretmek bir başka. İkinci kez kaptanımız konuşuyor. Öyle dik, öyle net, öyle tane tane, öylesine yakışır bir ses tonu ve vurguyla Bayramımızı kutluyor ki tüylerimizin hepsi ayağa dikiliyor. Gururlanıyoruz. Hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının altını bir çizişi var ki tadından yenmiyor. Hani duygularınızın seline engel olabilirseniz alkışlamayın. Uçak yıkılıyor. Helal olsun dedirtiyor: Tıpkı 2 yıl önce Sevinç Pastanesindeyken içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran polis motosikletinin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspasın üzerindeki K.Atatürk imzası gibi. Tıpkı şu şıralar dönen İş Bankası reklamını her izlediğimde gözümün ucuna sıraladığı sevinç damlaları gibi...

8 Mart 2019 Cuma

Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

Öncesi

Günün tozu toprağını duşa teslim edip yenilenmenin ardından; damağımızda geçmişten bir lezzetle, şu hayattaki en güzel anlarımızdan birini yaşadığımız, çiçek gibi akşamın izi kalmış mekânına doğru; biraz ayyaş, biraz pervasız ve bayım bayım bayıldığımız ara sokaklarda, bir an öncenin adımlarıyla yürüyoruz. Büyük heveslerle vardığımız sokağa giriyoruz ki... O da ne?!


25.06.2016 Cumartesi

Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde...  Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda. 

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.

"Hoş bulduk."

"35'lik rakı lütfen."

Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.

"Bir Girit ezme lütfen."

"Beyaz peynir lütfen."

"Bir levrek marin lütfen."

"Bir de patlıcan salatası lütfen."


Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.  

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada.  Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta. 


Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben.  Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik.  Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?! 

"O halde sıhhatimize!..."


Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum.  Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor bir birine. İstim alıyor gece... Ve sokak.

"Gençliğinize o halde!.."

Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...

"Bir karides güveç lütfen."  


Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden... 

Ve 35'lik rakının son yudumları...

Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.

"Bir 20'lik rakı lütfen."

"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."

 "Bir de bir miktar çörek otu lütfen."

"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!" 



Kahvelerimizi de içince, ödememizi de yapınca, vuruyoruz kendimizi küçük parkın arkasındaki sokağa... duvar yazıları pek manalı ve hatta gece flörtleşmesindeki köpeklerin arkasındaki duvara denk gelen  pek manidar: Çare cinsel devrim! Polislerden uyarı alana kadar kilisenin duvar dibine serdikleri tezgahlarında el işi "entelektüel" ürünler satan iki kişi terk ediyorlar bulundukları alanı. Yeni güne devrolan gecenin kokusu muhteşem. Cinliklerine bittiğim kadın bir büfeye giriyor, sözde sigara alacak... ve iki tane küçük, yüksek alkollü bira ile çıkıyor. Bak başıma gelene!  Öyle kolay kolay devrilen  bir adam değilim ama bazen, mutluluk doz aşımı yapınca, bir mizansen yaratır bünye ki bir votka limonla bile kafa bulmuşluğumuz vardır, en iyi iki arkadaşımdan biriyle şimdi yerinde yeller esen bir otel barında. Hımmmm bir de  fıçı bira mekânları ilk açıldığında, okul çıkışı daldığımız bir ilk mekânda hızlıca içtiğimiz ilk fıçı biralarımızın sallantısıyla evlere nasıl gireceğiz korkusu yaşadığımız günü unutmamak lazım.

Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi. 

Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...

 

O da ne?!'nin ne'si

Bir şangırtı kopuyor kafamın içinde, camlar parçalanıyor ve şaşkınlıkla birlikte hayıflanma çöküyor bedene. Güzeller güzeli bir akşamın izi sinmiş Ara Sokak kapalı. Toparlanma alameti üst üste yığılmış masa ve sandalyelerin dibindeki, dükkândan gelen tek bir lambanın aydınlattığı masada üç kişi sohbette; mekânın sahibi çift ve bir kişi daha. Önce bittiğini düşünerek ürküyorum. Sonra, yarın Cumhuriyet Bayramı, ondan mı? diye düşünüyoruz. Pazar akşamları kapalı demek ki sonucuyla içimize su serpiyoruz. Daha üzücü olansa Nazım Hikmet Kültür Merkezi artık sokakta yok. Gençlik de. Yitik fotoğraflar hanesine bir çentik daha...  İçim düşüyor.

Kıbrıs Şehitlerini kesen sokaklarda dolaşıyoruz. Gözümüz mekânları kesiyor. Şartlanmışlığın verdiği bir abandone durumu var bünyemde... kendimi çekemediğim çok ama çok ender zamanlardan birindeyim.  İki üç tur atıp sonunda ilk uğradığımız popüler sokağın başındaki gireni kapan mekâna çöküyoruz. Aslında.... sokakta gördüğümüzde bayıldığımız bir  mekânla kırık bir aşk da yaşıyoruz... Beylerbeyi! Çok seviyoruz kendisini, dışarıda boş bir masa da var lakin bayağı kalabalık, erkek egemen ve gürültücü bir masanın ne yazık ki dibine sıkışık...

Modum düşük, mezeleri seçmekte bile zorluklar içinde kalan bir çekilmezlik halindeyim. Gözümü ısıramıyorlar. Tazelik kokusu ne yapsam ne etsem de bulaşamıyor yüzüme... ben bile tanıyamıyorum kendimi. Beylerbeyi'nin pişmanlığı da iyice çöküyor içime. Geliyor siyah takım elbiseli garson ve meze tepsisiyle bir komi.

"35'lik rakı lütfen"

"Bir peynir lütfen"

"Bir Girit kabağı lütfen"

"Bir şundan lütfen"

"Şu nedir" 

"İçinde şu, şu şu var olan şudur"

"O şu'dan lütfen"

Tatlı mı tatlı kadında bir sorun yok. Bense uyuz bir çocuk şımarıklığının tüm çekilemezliklerinden örnekler veriyorum. Bir çıkabilsem şu ruh halinden. Acaba kulağımdan çekip tokatı bassam düzelir miyim? Şu yan masadaki yat kaptanı adam da bi sussa.

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."


Al işte, Yeni Rakıya Efe Rakı bardağı. Uffffff en sevmediğim marka su. Aman allahım bu buzların hali ne? Hangi çeşmenin suyundan yaptınız bunu ya? Ahhhh ahhhh ah nerede o cam gibi buzlar ah!

Oysa ben bir bukalemunum.

"Seni seviyorum."

"Seni seviyorum." 

İlk yudum...  içimin sesi devam ediyor: "Bu ne ya!" Suyu ve buzu kafama takmak için elinden geleni ardına koymayan dilimi koparsam sorun çözülür mü acaba? Kesinlikle yardıma ihtiyacım var! Şu çocuk şımarıklığım var ya, biliyorum ki asıl beni üzüyor. Şu beni bile şaşırtan halim, kıymetlimin neşesine limon sıkmak isteyeceğim en son hal bile değil. Her şeyin farkında olan bir rüyanın içindeyim ve çıkamıyorum sanki. "Bari buzlar cam gibi olsaydı yaa!.." Mezelere, yememekte ısrarcı ama aç bir çocuk burun bükmesi ile çatal ucu dokunuyorum. "Beyaz peynir neyse...". Girit kabağı ölmüş olsa da içindeki suya batmış yağa zeytinyağı muamelesi yapabilirim yine de. Bak bunun içinde patates ne alaka, üstelik de ölü demeyip, hani bu da yoğurt sonuçta diye düşünürsen sanki becerebilirsin gibi falan derken.... hayata dönüyorum.


Sonrası iyilik güzellik. Yan masa boşalıyor ve hemen çocuklu bir çift ve muhtemelen kayınbiraderleri ile dört kişilik bir aile yerleşiyor. Kaptan bir 70'lik daha istiyor. Hanımefendisi usuldan içiyor. Kaptan jelatinden yeni çıkmış küfürlerle telefonda bir işle ilgili biriyle görüşüyor. Şu pek külhanbeyi ve pabuç bırakmaz hali ayılınca nasıldır acaba? Aile masası ile sohbetleri her ne kadar çocuk için kırmızı noktalar içeriyorsa da kimsenin şikayeti yok. Masadan masaya laf atmalar gönüllüce. Güzeliz. Sokağa hakim olansa ışıl ışıl bir neşe. Son yudumlar.

Beylerbeyi'nin önünden geçerken onda kalan aklımızı da alıyoruz yanımıza. Kıbrıs Şehitlerine çıkınca bir La Puerta esintisi çarpıyor suratımıza. Ne güzel bir akşamdı ama! Sokaklara gire çıka yürürken ve hoşumuza giden bir sokaktan çıkarken... bir palyaço ile karşılaşıyoruz. Full aksesuar bir palyaço ama!. Kusursuz. Sokak tiyatrosu için lolipop satıyor. Bize uyar. Alıyoruz. Bütün bir para veriyoruz ve gönlümüzden geçen rakamı almasını istiyoruz. Onunsa para üstü vermeye hiç gönlü yok. E biz kaççınn kurasıyız? Samimiyetsizliğin ve sempatik olmayan bir uyanıklığın tüm makyajı dökülüveriyor kaldırıma... Bir anda soğuyoruz. Ama stratejiyi, her ne kadar kullanım çirkin ve kirli olsa da "takdir" ediyoruz!  Dilenmenin ultra hali!


Bir tur daha atıp, sessiz sokakları da arşınlayıp  en başından ve yeniden giriyoruz Cumbalı Sokağa.  Sevdik valla. Hatta çok sevdik sokağı. Baş taraftaki epey cümbüşlü mekânın sokağa atılmış rakı masalarında klas insanlar, sanki bir filme yerleştirilmiş hoşlukta çalıp söyleyen mini bir fasıl grubu eşliğinde, birlikte söyleyerek haftanın yükünü atıyorlar; şık, katılımcı ve gönülden eğlence  tavanda ve sıcacık...  iki adım sonrasında bu kez daha genç insanların olduğu ve bir rock grubunun çaldığı, gözleri genç, gözleri hülyalı hoş bir mekân daha. Sapına kadar renkli bir sokak; hem genç hem olgun. Kakofoni yaratmayan tatlı bir gürültüsü var. Ne ararsan varlar arasında muhteşem bir ahenk... O halde Kırmızı. Nispeten daha sessiz ama başlangıçtaki coşkunun da ulaştığı -ilk görüşte- sevdiğimiz mekânın sokak masalarından birine oturuyoruz.


"İki bira, biri 33'lük lütfen"

Sokaktan insanlar geçiyor. Her biri bir hikaye katıyor. Mesela şu kızlı erkekli genç grup; kızlardan biri sarhoşluğun zirvesinde, diğer kız ve iki oğlan mutedil. İnce ve hoş kız sarhoş ama taşkın değil, sızmış, birinin omuzunda, diğerlerinin desteğinde uyumaya doğru yürütülüyor. Bir derdi olmalı! Alkol arası hap... mı? Üç genç adam ki radara 10 metre önceden yüksek konuşmaları ile girdiler: Birinde klavyenin çantası, ikisinin elinde gitar var, az önce çaldıkları mekândan aldıkları paradan hoşnut değiller. Pek minnetsiz ama acabalı, yine de kabadayı, "Bir daha çalmayalım abi, bize iş mi yok," havasında konuşarak yürüyorlar. Adım gibi eminim çalacaklar. Çünkü tam da eldeki bir gelecek ikiden iyidir konumundalar.

Terk edilmesi zor bir sokaktayız. Üstelik en güzel saatlerinde. Bir romanda rast gelsek kıskançlıkla imreneceğimiz, okumayıp yaşayacağımız, kendimize döndüğümüzde yüzümüzü tatlı bir gülümseme ile yakalayacağımız lezzette, şahane bir sokak: 1448, Cumbalı ikinci kısım. Hahhh şu abla, ve şu abiler, şu karşıdaki masadakiler mesela... Bir pavyondan buraya düşmedilerse hiç bir şey bilmiyorum ben. Abla Pavyonun gözdesi, bozuk sesiyle sahnelerin assolisti, kocaman kocaman, üstelik siyah beyaza yakın afişleri var. Abilerden biri küçük esnaflar çarşısının büyükçe esnaflarından biri. Ailesini seven bir baba. Öteki abi gençten, arastadan, çekingen ama dili racon bilir, kibar. Hani şu solist altı saçları sarı boyalı olan genç kadın var ya, hani abla onu ona yapar mı acaba? Saygılı. Mesela abla lavaboya yönelse ikisi de ayağa kalkıyorlar. Çiçek aldıkları, sahneyi çiçeğe boğdukları, ayağının dibine çakma şampanya şişeleri doldurdukları kesin. Hesapları da arastanın abisi ödedi. Öyle de babacan. Bi de konuştuklarını duyabilsem. Uzaktan değil ama. O masanın tepesinde ve görünmez olsam, o tatlı, o efendi çapkın ve esnaftan iki adamın, o aşık hallerinin lezzetli sıcağını yakından görsem. Gece boyunca ablanın vicdanı masanın üzerinde. Cüzdan kopartıcı asla değil...

Falan derken hesabı ödüyor,  bayram için donatılmış sokaklardan serotonin yüklü usul adımlarla geçiyor, bu kez açık olan Münire'de kahve içen insanların kenarından yürüyor, bu gezinin oteli bu sokakta ve bu olmalıydı diyerekten asansöre biniyor, küçük koridorda atılan bir kaç adımdan sonra satırlar geceye karışıyor. Onun içinde eriyip sızıyorlar.



İki Zamanlı Pek Eğlenceli Uzunca da Bir İzmir Masalı

20 Şubat 2019 Çarşamba

Bir Günü Bir Yazıya Sığmayan Şehir-İzmir

 Öncesi

Hayatımın, kendi başıma yaptığım çok zevkli, çok genç ve hikayeli, Che Guevera'nın filmi de yapılmış Motosiklet Günlükleri kitabındaki seyahatinin, -o yılın fotoğraflarını kullanarak yazmayı çok istediğim- otomobille yapılmış bir benzerinin, antik zamanlara bir yolculuğun en önemli uğrak yerlerinden birine, yıllar yıllar sonra gidecek olmanın emsalsiz ve kıpır kıpır heyecanı ile uyanıyorum sabaha. Önce, güzel düzenlenmiş ve renkleri doğru seçilmiş banyomuzun keyfini çıkarmalıyız ki tazelik kokan sabaha tazelikle katılabilelim. Bir kahvaltı planımız yok. Ama başka bir planımız var! Ne güzel ki burada da tepemizden uçaklar geçiyor ve neyleyim ki seviyorum alçak uçuşta geçen yolcu uçaklarını izlemeyi...

  

28 Ekim 2018 Pazar

Mini sırt çantalarımıza gerekli olanları yerleştirip, sessizce odadan katımızdaki küçük koridora çıkıp, biraz alçak tonda fiskos yaparak asansörle lobiye iniyoruz. Otelin geneliyle uyumlu, modern çizgiler taşıyan, hoş ve abartısız bir lobisi ve sade bir şıklıkla düzenlenmiş bir kahvaltı bölümü var. Dışarısıysa rengârenk bir canlılık içinde. Mutlu Pazar sunuyor...


Kapıdan adımımızı attığımız an çıtır çıtır, taptaze bir sabaha kurulmuş, aynı çıtırlık ve tazelikte bir pazarla karşılaşmak şahane. Ülkenin bütün yöreleri buraya birer örnek yollamışçasına güzel kokan, üzerlerine serpilmiş minicik çiğlerin tazeliğinde, misler gibi bir sabah. En tatlı yol arkadaşım tezgahlardan birinin başında; çıtır çıtır Amasya elmaları sırt çantasına...

Alsancak'sa henüz sabah mahmurluğunda, sokaklar gecenin yorgunluğunu henüz atamamış bir sakinlikle uyuyor. Dostlar Fırını biraz sonraki kalabalığına hazırlanıyor. Diken diken bir heyecanla en sevdiğimiz noktalardan birine, bir kez daha Gar'a doğru yürüyoruz.


Gar'a paralel geniş bulvara vardığımızda hayat biraz daha  hareketleniyor, perondaysa hafta sonu planlarına bizimle aynı hedefi yerleştirmiş olduklarını hissettiren insanlar ağırlıkta... Bir kaçı  bisikletleri ile oradalar. Pırıl pırıl bir güneş, turist modunda güzel insanlar ve günlük telaşlarının peşinden koşanlar... Her şey yolunda. Tren perona yanaşıyor.

Cumhuriyet Bayramı'na hazırlanan küçük yerleşimler, bayraklarla donatılmış sokaklar, evler, okullar, kamu kurumları, bir bir geçilen istasyonlar derken Kuşçuburun'a varıyoruz. Yaşamımıza izi sinen akşamlardan birinin usul bir rüzgara takılmış kokusu geliyor uzağımızdaki verandadan. Selam çakıyoruz uzayıp giden bağlara...

Torbalı'ya varınca aktarma için iniyoruz. Güzel bir istasyon, canlı. Aslında, hazır aktarma için inilmişken, bir iki saat ayırarak yapılabilecek güzel de bir şey var burada. Özellikle meraklıları için bir toplu gösteri. Türkiyenin en büyük otomobil müzesi Torbalı'da. Hani 'Neredeyse tüm hayatı otomobil dünyasının içinde geçmiş sen niye gitmedin?' diye sorarsam kendime, 'görmediğim ne var ki,' derim. Sonra bu ukala bakışımdan bir kaç adım geri gelir ve öncelikten kaynaklı zaman tayini yapamama mazeretinin arkasına atarım kendimi. 'Lâkin, misal, bir kez daha aynı güzergahta bir seyahatimiz olursa, bir müze sever olarak kesinlikle giderim,' diye düşünürken bizi Selçuk'a götürecek trenimiz perona yanaşıyor.


Artık bina kalabalıklarından iyice sıyrılmış güzergahta, yüzlerinde gergin çizgiler olmayan, günün tadını çıkarma merakındaki insanlara ve bir kaç bisiklete kalıyor tren. Demir yoluna eşlik etmeye başlayan kara yolundaki araçları izlemekse çocukça bir lezzet: Bir tepenin üzerinde oturup, misal Süpürgeç Dağının eteğindeki İskender Emmi'nin yemyeşil bahçesinde, ya da Yumurta Taşında*; önce benden yukarıda, sonra göz hizamda, sonra benim altımda kıvrılarak giden virajlardan toz koparan otomobilleri...  bir tren penceresine eşlik eden kara yollarını... ya da kara yolunda bize paralelken yok olan, sonra bir dağın ardından dibimize sokulan, sonra yine kaybolan, bir köprünün üzerinden geçerken saklandığı yerden çıkıp da altımızda bitiveren, dumanı istimli trenleri izleyen bir lezzet...  Şu ansa, bir tren penceresinden baktığım yolda, uzun yıllar öncesinde, gencecik bir çocuğun direksiyon sallarkenki keyfinin saçlarını okşuyorum. Yüzümde şefkatli bir gülümseme, en iyi iki arkadaşımdan biriyle gittiğimiz güzergah üzerine, güzel güzel cümleler sıralıyorum... Trense, gittikçe yavaşlıyor...


Geçmişin izleri hemen istasyonun çevresinden başlıyor. Bir turizm kasabasında olduğumuzu hissettiriyor yeteri kadar uyanmamış olsa da sevimli sokaklar. Küçük, şirin park, yaşça nispeten daha büyük insanların oturduğu klasik sandalyeleri tahtadan kahve, daha çağa uyanı, turistik eşya satan  dükkanlar ve epey büyük bir taş bina ki içinde müze olan, güneşli sabah ve pırıl pırıl havayla birlikte pek güzel geliyorlar insana... İlk hedefimiz, onun için kahvaltıyı es geçip açlığımızı elma ile dindirmiş olmamıza rağmen yerel bir lezzet. Buralara kadar gelip de yemeden olmaz! İki noktadan birini, Tolga Çöp Şiş'i arıyoruz. Şimdi şık bir bulvar olmuş ana yola çıktığımız anda karşı tepenin üzerinde sütunlar ve kemerler görüyorum. Hiç yabancı gelmiyorlar bana... kesinlikle tanıyorum.  

"St. John ya burası?!"


Oysa ki aklımın ucunda bile yoktu. En sevdiğim kadın doğruluyor, yoksa şaşırmış olmama mı şaşırıyor! Ben için kaç yıl eskide oysa, öyle değişmiş ki etraf. O gün, bir uzun yolun kenarında ıssız ve sessiz bir yerken, bugün neredeyse küçük bir şehir olmuş Selçuk'un iki yakasının tam ortasında.  Uzun yıllardır görmediğim bir dostu görmüşçesine seviniyorum şimdi. Hah Tolga Çöp Şiş de burada! Sevimli, renkli masaları ile şirin mi şirin bir mekan; küçük verandasına kadar uzanan ağaçların dibindeki küçük su birikintisinin şırıl şırıl serinliği ile küçük bir cennet. İki güleryüzlü genç kadın ve bir genç adamdan oluşan sıcacık bir lokanta. Lâkin henüz hazır değilmiş. Olsun... St.John'ı gezer öyle geliriz.

Kutsal alanın geçmişte boş olan arka kısmında yeni bir Selçuk oluşumunu görmek algı açısından sorunlu olsa da memleketin kaderi deyip geçiyorum. Geçemediğim bir şey var ama... duvarlardaki yazıların her yerdeki evrimine bayılıyorum.


"Uzun yıllar önce sanki kaderine terk edilmişçesine kenarda duran alanın çeki düzen verilmiş hali daha güzel mi acaba?" diye düşünmeden de edemiyorum. İncil yazarı ve İsa'nın 12 havarisinden biri olan St.John tarihsel açıdan çok önemli bir şahsiyet, merak edilirse ayrıntılı bilgiler içeren, alanla ilgili detaylı fotoğraflarla desteklenmiş aşağıda verilmiş linke dokunarak ulaşılabilecek, çok da güzel yazıyı* okuyabilirsiniz.


Sanki bu tepenin yıllar yıllar öncesindeki, nizam görmemiş hali kendi doğallığı içinde, bu kıymetli Aziz'in bir obje olmaktan uzak mütevaziliğini öne çıkaran inzivasıyla daha doğal, daha ruhani ve daha sıcaktı gibi geliyor şimdi bana... Buna rağmen fotoğraf çeken insan sayısındaki kadın ağırlığına  bakınca da, bu ilgi ve gelişimin gelecek kuşaklara daha çok bilgi aktarmaya vesile olacağına ve alanın mana ve değerini daha önem atfederek anlamak ve bağnazlıktan uzak bakış açılarıyla özünü hissetmek adına gelişeceği noktasında umutlandırıyor da beni. Eskideki metalaşmamış sakinliğini ve ruhani halini tercih eden bana rağmen geçmişteki yalnızlık ve ıssızlığından kurtulmuş olmasını gözlemlemek de bir yanıyla ısıtıyor içimi. Bir gün kaktüs yapraklarını kazıyarak üzerine kendimize dair izler bırakmaktan vazgeçtiğimizi görürsem de ülkem insanı adına bir aşama daha kaydettik diye sevineceğim sanırım.

Kalenin içindeki taş yollarla döşenmiş, her ne kadar yorucu gibi dursa da yokuşları tırmanırken, kale yaşamı ile ilgili canlandırmalarımız pek eğlenceli oluyor. Ovadaki bir ilaçlama uçağı, iyice alçalıp da ovaya paralel hale geldiğinde muslukları açıp ilaçları püskürtüyor. Hoş zamanlar geçiriyoruz kalede... inerken önümüze serilen geçmişe tepeden ve topluca bakarken genel manzaranın tadını çıkarmayı da ihmal etmiyoruz. Alanın, uzaklara bakarken yorgunluğu soyunduracak, kadim zamanlardan bir serinliğin içindeki kafesi ise çok davetkar, lakin bizi de bekleyen şirin bir serinlik var.

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk."

"İki çöp şiş ve iki kola lütfen." 

O ara yine nedense Koreli bir ihtimal de Taylandlı olduklarını tahmin ettiğimiz, çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalık bir grup geliyor mekana. Fonetikleri ve meraklı soruları cırım cırım ama sevimli de bir müzik katıyorlar ortama.


Mekanın sevimliliğine yakışır bir hoşlukla düzenlenmiş şiş tabakları geliyor. Misssler gibi.... Güzel insanların işlettiği lokanta şirinlikte on numara beş yıldız. Bulunduğu alan ana yol kenarında olmasına rağmen adeta bir vaha. Sanki saklı bir bahçe... Dükkanın giriş kapısını gören bir masaya oturuyoruz. Yaklaşık 5-10 metre derinliği olan 20-25 metrekarelik minyatür vadinin tepesindeki korkuluklara yaslanmış sevimli bir masaya... Vadicikten gelen nemli çiçek kokuları eşliğinde keyfini çıkarıyoruz misss kokan etlerin ve uçlarına yerleştirilmiş tam kıkırdaklaşmamış olsa da küçücük yağların. Hoş sohbetler ettiğimiz lezzetli bir tazelenme anı.

Henüz çöp şişleri bitirmemişken birer tabak daha koyuluyor masaya. Önce şaşırıyoruz, sonra bayağı da iyi olan porsiyonun devamı olduğunu düşünüyoruz... Fakat sonradan gelip de yola daha yakın masalardan birine oturan belli ki esnaftan ve müdavim bir beyefendinin iki porsiyonluk tabağını görünce bir yanlışlık olduğunu düşünerek soruyorum. Anlaşılıyor ki bir yanlış anlama var. Muhtemel ki iki çöp şiş cümlemiz ikişer olarak yorumlanmış. Kalkıyor diğerleri masadan.


En azından benim içesim olmamasına rağmen kolaylıkla da terk edemeyeceğimizi hissettiğimiz sevimli alanda ikram edilen çaylarımızı, sırf bir an keyfi için, zamanın ruhunu hisseder bir yavaşlıkla içmemizin ardından, kredi kartı kullanılmayan mekana ödememizi yapıyor, Efes'e nasıl gidebileceğimizin bilgilerini alıyor, kendilerine geçirdiğimiz bu güzel zaman dilimi için mutlulukla ve gönülden teşekkür ederek düşüyoruz yola.

Bulvarın kenarındaki kaldırımdan tarif edildiği üzere doğruca yürüyoruz, aydın bir kasaba efektini yol boyunca hissettiriyor Selçuk. Kısa bir yürüyüşün ardından varıyoruz otogara. Sol çaprazdan Efes diye seslenen abiyi görünce adımlarımızı biraz daha hızlandırıyoruz. İki kişi daha binince de yola koyuluyoruz.


Yeşil bir yolda ilerleyen kısa bir yolculuğun ardından Efes'deyiz. Giriş kapısının hemen ön kısmındaki canlılık, dükkan çeşitliliği, her renkten insan kalabalığı göze hoş geliyor. Başrollerden birinde şovlarını sergileyen dondurmacılar ve elbette uzun kaşığın ucundaki külahı kapmaya çalışan turistler var. Adeta bir bayram panayırının içine düşülmüşçesine hoş bir neşe hakim coğrafyaya. Epeyi değişmiş buralar, tüm ihtiyaçların karşılanacağı bir giriş olmuş ama girişten  bir süre yürüdükten sonra kalıntılarla karşılaşmak St.John'daki duygunun bir benzerini yaşatıyor bana. Bir hayvanat bahçesine girer gibi hissediyorum kendimi. Bir süre sonra adapte olsam da ortama, o eski duyguyu ne yazık ki hissedemiyorum. Sanki alanın özüyle bütünlük sağlamayan, onu metalaştıran bir takım girişimler geçmişle duygusal bir bağ kurulabilmesi noktasında sınırlar oluşturuyor gibi geliyor bana.

Tiyatro başrolü kapsa da, uzaktan bir kaç fotoğrafını çekip eski zamanda henüz açılmamış bölüm için sağa kıvrılıyoruz. Mutluyuz. Bir başka zaman diliminde, metalaştırılmışlık duygusundan hızla sıyrılarak, geçmişle senkronize olup eskinin ruhunu tüm hücrelerimizde hissederek dolaşıyoruz. Hayatımın bir duyguyu yansıtması açısından, çaktırmadan çekilmiş en güzel fotoğraflarından birini burada çekiyorum: tepede bütün parlaklığı ile bir güneş, eski zamanlardan mermer bir sütün, o sütuna büyük bir sevgi ile yanağını yapıştırmış ve gözlerini mutluluğa kapatmış, yüreği an itibari ile tüm uzuvlarına sıcacık bir şefkat ve sevgi eklemiş, taşlarla aramızdaki ilişkinin “seviyorsam gidip konuşayım bence” aşamasındaki çok hoş bir kadının, reyting rekorları kıran hoş bir fotoğrafını... Efes gittikçe ve kendi hikayelerimizle harman oldukça iyice Efes oluyor bizim için.


Sosyal medya hesapları için özel ama çok da sevimli pozlarla fotoğraflar çeken her yaştan ve her ırktan insanları izlemekse süper. Sonuçta yeryüzünün en güzel alanlarından biri ve günün ışığı muhteşem... İnsan kalabalığından nasibini almamış ve algılarda pek yeri de olmayan alanın tadını çıkarıyor, tüm ücralarına gire çıka neredeyse sebze tarlalarına ulaşıyoruz. Zirai mücadele uçağı hâlâ görev başında fakat bu kez göz hizamızda... yine yukarıdan alçalıyor, alçalırken başlıyor ve  bir gösteri uçağı şenliğinde bırakıveriyor ilaçları sebzelerin üzerine. Ekili alanın bitiminde püskürtme bitiyor ve içten alkışlarımızla yeni hamle için yükselmeye başlıyor.

Bizse Liman'a giden caddeye varıyoruz. Tiyatronun tribünlerine hiç çıkmadan sağa kıvrılıyoruz. Yıllar öncesi ıssızlığından sonra bunca insan kalabalığını görmek sevindirici... Celcus Kütüphanesi tek yüzü kalmış olsa da bir başka elbette ve en çok ilgiyi gören noktalardan biri hâlâ.


Kütüphanenin insan kalabalığını sansürlercesine keyfini çıkarttıran ağaçlar altındaki serin ve nispeten ıssız bir bankta, fiyatı diğer müzelere göre epey yüksek olmasına rağmen kahvelerimizin tadını çıkarıyoruz. Bütün makinelerden ayarlanmış bir ölçü ile aynı endüstriyel kahve aksa da Müze'nin Kahvesi, benzemez kimse sana, diye bir şarkı tutturuyor damaklarımıza. 


İçinde devam eden çalışmalardan ötürü mü bilemiyorum ama Yamaç Evlerinin belki de şimdilik saclarla kapatılarak şehirden  tecrit edilmiş ve de ekstra bir ücretle gezilebilmesi hali soğuk geliyor bana. Bunun bir başka yolu olmalı sanki.

Çok sayıda rehberli grubun farklı dillerdeki anlatımları ve insanların soruları ile katılımları renklendiriyor şehri. Aşk Evi mesleğin eski eski zamanlardaki ulviyetini ve de kutsiyetini anlatır bir sıcaklıkla karşılıyor ziyaretçilerini, muzip ve sıcak bir tebessümün yanağından makas alası geliyor insanın. Kütüphanenin karşısındaki taşta yer alan yönlendirici ayak izi ile kadın figürü de antik çağlardan manidar bir tebessüm artırıcı olarak katmerliyor ve sevgiyle gülümsetiyor insanı.


Kuretler Caddesinin kalabalığına dahil oluyoruz yeniden. Hadrianus ben için kıymetli şahsiyetlerden biri. Egemenlikleri altındaki diyarlara özenli bahçeler düzenlermişçesine bir incelikle ve zevkle dokunurken budur dedirten yapılar oluşturan insanlar başımızın tacı. Ona ithafen yapılmış  tapınağında dua ediyor ve seviyoruz kendisini. Efes'in Kedisi kadim zamanlardan beri gelen bir bilgelikle gözlemde; bazı insanların alakasız aşırılıklarına ayar olmuş belli ki. "Ama onlar da başka ve sevimli bir renk katıyorlar," desek de bilgece gülümsüyor kendisi...

Parlak günün güneşi, fotoğraf çekenler ve gezenler için elinden geleni ardına koymuyor. İnsanlar mutlu, ülkenin siyaset karmaşasından, onun karabasanlarından sıyrılmış, ciltleri renklenmiş mutlu insanlar arasında dolaşıyor olmak bir manada rüya tadı da veriyor. Kirli gündemlerden uzaklaşmak adına güzel de bir tercih sanki coğrafya...

Şimdi sondan başa doğru, bir film esnasında jeneriğe göz atar bir lezzetle tüm kalıntıların üzerinden bir kez daha geçerek güncel hayatın ritmi uysal, mutsuzluk izi taşımayan, çocuklar ve çocuklaşmış büyüklerin pek de keyifle eğlendiği, ağaçlarla halvet olmuş alışveriş ve yeme içme alanına çıkıyoruz. Efes'in görkemine göre küçük kalan  sıkışık mağazasında bir tur atıp, dolmuş durağımızın söğüt altındaki serinliğine varıyoruz. Şirin alanda, huzurlu bir sessizlik içindeki bir bankta tadını çıkarıyoruz yaşamın. Artemis tapınağına gitmeyi hedefleyen bir anne oğul soruyorlar "Nasıl gidebiliriz" diye... Bir sütundan öte bir şey olmadığını söyleyerek gereksiz bulduğunu beyan ediyor bir kaç kişi... kaçınılmaz olarak küçük bir taşın başında uzun dakikalar kalan insanları düşünüyorum ben de... Bilgi edinme merakı varsa insanın bazen bir küçük parça, görkemli pek çok yapıdan fazlasını çizebiliyor insan aklına oysa...


Bu kez ana yola farklı bir yoldan gidiyor minibüsümüz, Meryem Anadan gelen yolun kavşağından geçerken, yıllar yıllar önceki hiç bir kalıntıyı es geçmeyen seyahatimizin, kilisenin hemen önünde yaptığı muzurluk ve kiliseden dışarı gelen olağanüstü taze kadın sesinin kurdurduğu ve peşine taktığı an geliyor aklıma. Gülümsüyorum.

Çok gezdik, çok eğlendik ve acıktık. Şimdi daha popüler bir çöp şiş noktasına... Burası otogarın tam karşısında ve Efes'e dönülen kavşağın hemen köşesinde; daha ferah, daha canlı, daha kalabalık, daha bilinen...

"İki çöp şiş ve iki ayran lütfen."


Ocaktan gelen kokular ilk ip uçlarını atıyor. Hımmmm köftecilerin kullandığı tüplü ızgaralardan değil bu... gerçek bir mangal. Heyecan yapıyoruz.

Masamıza bakan sevimli genç kız bir güzel ve zengince donatıyor onu. İki kişi için bizce fazla ama göze de hoş geliyor.

Hahhh çöp şişler de geliyor! Acıkmışız. İşte budur dedirten ateşin tadı burunlarımızda. Çok âlâ... Önceki yediğimiz de güzeldi tamam, mekan ve hizmet de çok sevimliydi, sıcaktı, samimiydi, ona da tamam. Ama bir kıyassa söz konusu olan, Çöp Şiş, daha iyisini bulana kadar budur. Günün ruhları dürtükleyen saatlerinde,  çok da yoğun olmayan şehirler arası trafiğin şehire karıştığı bir noktada mutluluğu katmerleyen bir lezzet anı yaşıyoruz. Daha ne olsun...


Kredi kartı kullanılabilen Petek Çöp Şiş'de ödememizi kredi kartı ile yapıp masamızla ilgilenen tatlı genç kızı da boş geçmeden kalkıp, bu kez otogara geldiğimiz yol tarafından değil de tam karşımızdaki otogarın bize göre sağ tarafından ileri doğru giden caddeden aşağı doğru yürümeye karar veriyoruz. Nasıl ki deniz şehirlerindeki insanlar başka deniz şehirlerinde kaybolmazlarsa, içinden raylar geçen şehirlerde yaşayanlar da biraz içgüdüsel ama biraz da istasyonlara yakın bina ve dükkanların kokusundan hareketle onları bulmakta zorluk yaşamazlar.

Bu keyifle ve kendimizden emince yürüyoruz caddeyi. Otogarın hemen arkasındaki pazar yeri ve toptancı dükkanları Pazar istirahatinde. Garın kokusunu aldığımız hoş kafelerle süslü, yeşillikler içindeki cadde belli ki bir sosyalleşme alanı. Yorumlarımız ve canlandırmalarımız pek neşeli. İstasyona varan caddeye gelince sola kıvrılıyoruz ki bir kaç adım sonra... o da ne?!!!.

Tren telaşı ile karşıya geçmeye çalışırken kendimi bir motosikletin önüne atmam, sonra benim telaşla bir hamle yapacağımı anlayıp da durmuş motosikletteki abiye bir özür hareketi yapmamdan ve onunla gülüşmemizden az önce küçük ama çok şirin, ama çok şirin, dışarıya bakan mini bar tezgahlı bir mekanla -mecburen- kısa süreli de olsa göz göze, büyük bir aşk yaşıyoruz: Belli ki müdavimleri kendilerine has raconları olan, gerektiğinde iki bira ya da bir şişe köpek öldüren kapıp, özellikle tren raylarının sakinliğindeki saklı yerlerde küçük kağıtlar üzerine yerleştirilmiş bir kaç derme çatma meze ve özellikle plastik bardaklarla kafa yapan, paylaşmayı bilen, kafayı bulup raydan çıkanlar olduğunda sarhoş ağızlarla ortamı sakinleştiren bir kaç bilgeyi de içinde barındıran güzel insanların ve kim bilir kaç kez devrim yapmış, okumuş üflemiş, literatürün pek de güzel klişeleriyle konuşmayı bilen emekçi insanların da takıldığı  kozmopolitliği bile eşitlikçi mekanla... Tahrik etmiyor mu bizi?.. Fazlası ile... Lâkin biz de treni kaçırmamak için hızlı adımlara geçmişiz çoktan... Ukdeler hanesinde üzücü bir çentik daha... Günün rengi, saati, henüz yükünü almamış mekandaki usulca biralarını içen bir iki kişi ve barın ardındaki şahane abi ile bir vaha burası... Kaçmazdı ama kaçıyor işte.


Treni kaçırmıyoruz ama! Yoksa o mu bizi bekliyor? İstasyon girişinde hararetli bir tartışma var. Olaya polis dahi müdahil olmuş. Küçük çocuğunu ücretsiz geçirmeyi kendine hak gören bir vatandaşın görevini yapan gençten bir güvenlik görevlisine höykürmesi ile gelişen bir olay anladığımız üzere...  Bir süre sonra anne baba çocuk da biniyorlar trene... Bu kez "haklı" gerekçelerini yaratarak ve duyurgan bir ses yüksekliği ile anlatırken yakınlarındaki insanlara, vagon halkı olarak nasibimize düşeni de alıyoruz?! Çok şükür ki Torbalı'ya varıyoruz. 

Aktarma sonrası geçtiğimiz trenin penceresinden dışarı baktığımda görüyorum ki gün sunuyor yine. Az ötemizdeki eski ve kesme taştan küçük ve bayılınası istasyon binasının bankında tek başına yaşlı bir hanımefendi uzağa bakışlarından anlaşıldığı üzere bizim bulunduğumuz alandaki seslilikten tümüyle bağımsız ve tecrit bir dünyanın içinden, gelecek bir uzun yol trenini bekliyor. Gözlerim onda. Aklımın albümüne kazınmış kıymetli fotoğraflar  hanesine bir ek daha... Tren usulca kalkıyor ama benim onda takılı gözüm geride kalıyor, kaybolunca resim onun önünden geçen rayları izlemeye devam ediyorum. İki zamanlı bir an. Anılar akıyor gözlerimin içinden; zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda* ile yaptığımız eşsiz seyahatlerin istasyon anları...

Gün batımının alacasında güzel güzel alanlar geçerek giriyoruz şehire, iyice doluyor tren, renkleniyor kalabalık, çeşitleniyor sesler...  ve Alsancak Garı. Vedalaştığımız tren Menemen'e kadar gidecek. Bir ampul ışıldıyor o an!

Perondan çıkınca sağa dönüp Retro Festivali alanına yöneliyoruz. Dün gece niyetimiz o olmasına rağmen ne yazık ki gidemediğimiz Barış Manço gecesinin hayıflanması ile... Kapıda şık giyimli, illaki güler yüzlü, epey ilgili bir genç kadın ve bir genç erkek karşılıyor bizi. Genç kadının tembihli ve eğitimli ilgisi, güler yüzlü ve şirinlik abidesi  tavrı yine de pek sıcak, sevimli ve sempatik geliyor bize. Okşuyoruz ruhunu. Çantalarda açtırıp bakarak bomba, silah kontrolü... Teknoloji çağında tebessüm ettirici bir durum. 


Stantlarda genç insanların olması ki hazırlayanlar da onlar olduğuna göre pek hoş.  Ellerinden geleni yapmışlar ve sevimli kılmışlar festivali. Otomobiller kısmında uzman desteği, ve özellikle Amerikan arabalarının modellerini ayırabilmek için püf noktaları veriyorum; çok tanıdık, çok da sevdiğim birine. Yiyecek içecekler de bile eskiyi çağırmışlar kesinlikle... alkış. Plaklar, pikaplar, radyolar, televizyonlar, kitaplar, kıyafetler takılar, pamuk helvalar derken pek bir eksik de bırakmamışlar. Dans gösterileri yapan çift pek güzel, karanlıkta doğru noktalara odaklanmış eski gazinolarda rastlanılan türden, kasnak içine yerleştirilmiş farklı jelatinlerle renkleri değiştirilen ve dans eden çifti bir dairenin içine yerleştiren ışıklar ve salon da... genç grubun, eskinin düğün ve cafe-dans orkestralarını çağrıştıran yapısı ve de eski şarkıları yorumlama biçimleri tıpkı basım.   

Hiç ukalalık yapmadan, küçümsemeden, çabaları takdir edip, müşteri memnuniyetli yüzlerimizle çok da eğlenerek çıkıyoruz alandan. Garın bekleme salonundan keyifle geçiyor, sevdiğimiz kavşakta tramvayın burnumuzun dibinden kıvrılarak geçişinin tadını çıkarıyor, rayların üzerinden geçiyor, sakızlardan futbolcu fotoğraflarının çıktığı, onları alt üst oynayıp da  yutulanlarla çoğalttığımız günlerden beri Altınordu sempatizanı olan ben, soyadını uzun yıllar oynadığı takımın adını alarak değiştiren efsane futbolcu Sait Altınordu'nun heykeline sevgiyle selam çakıp, kısa bir dinlenme ve tekrar geceye akmak için ara sokaklardan sokulgan adımlarla otelimize doğru mutlu insan yüzlerimizle yürüyoruz.

*Süpürgeç Dağı Tunceli'nin Pertek ilçesinde, Yumurta taşı ise aynı ilçenin Mercimek Köyündedir
*Babıda, konuşmaya ilk adımlarını atmış çocuk dilimde babaannedir ki dilim gelişince, hatta kazık kadar adam olunca bile zevkle kullandığım bir ifadedir..
*St. John ile ilgili tarihi bilgiler içeren fotoğraflarla desteklenmiş güzel yazı içinse buradan lütfen,, ki o yazı sizi Efes'e de götürecek


Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP