16 Ağustos 2018 Perşembe

Yoksa Tiflis de mi Bizi Çok Sevdi?

Öncesi

Keyiften dönünce başı insanın, salonun köşesindeki dar ve dönerek çıkılan merdivenin inip çıkmakta sorun yaratabileceği ihtimalini gözetmesi gerekiyor! Özellikle inişteki ilk basamağın ölçü farkı, muhtemel bir kazaya sebep olabilir! Banyonun alt katta olduğunu değerlendirirsek herkes için kullanışlı olmayabilir bu ev. Ama biz bunları toplamın tadını kaçıracak unsurlardan saymadığımız için -elbette- tadını çıkarıyoruz çatıdaki, depodan evrilerek yapılmış yatak odasının.



1 Haziran Cuma

Çatıya vuran yağmurun müziği, oraya buraya konan güvercinlerin soloları, gecenin serini, kuvvetli bir sevginin kuvvetli sıcağı, avlunun karşısındaki dairelerin çatı katlarının hâlâ depo olması pek de mahremiyet ihtiyacı duyurmadığından, çok güzel objelerle desteklenmiş bu güzel ve geniş odayı daha cazibeli ve sevimli kılıyorlar.


Yeni güne enerjik, mutlu ve zinde bir başlangıç için süresinden ziyade kaliteli bir uyku gerekli olduğunu göz önüne alınca, bu oda, sadece sabah sunduğu manzara ile bile bunu sağlamayı başarıyor. O tadına doyulmaz kıpırtılı heyecanı ve bakalım bugünün sürprizleri ne? merakını taçlandırmak da her anın tadını çıkarmasını bilen insanlara düşüyor.

Güzel bir duş, güzel bir başlangıç.

Bunu kahve ile katmerleyelim o halde.

Mtatsminda Amusement Park'a ait kart televizyonun üzerinde olduğu sehpadan bize bakıyor. Ev sahiplerimiz her detayı düşünmüşler. Gerçek bir müşteri mutluluğu hali bizimkisi. Tevekkeli değil Booking com'daki kalan değerlendirmelerinde silme 10 puan almış olması.

Çıkalım o halde.

Akşam yorgunluğu sessizlik olarak caddeye hakim. Avlulu bir binada yaşamanın ne olduğunu anlatıyor ev. Gece yoğun bir canlılığa sahip bu cadde hiç de rahatsızlık vermiyor eve dönülen saatlerde. Gerçi saat 23 itibari ile bitiyor caddenin eğlencesi, kısılıyor sesler, tüketiliyor son kadehler.


Sürekli önünden geçtiğimiz şarap mekanı -adıyla- çağırıyor  her seferinde. Hemingway. Yakışır da bir mekan. Sanki oturduğumuzda, o da bir köşe masada kelimelerin arasında gezinirken, yudum yudum geçecek hayatımızın içinden. Göz göze geleceğiz sanki ve kadeh kaldıracağız gülümseyen gözlere... Bizim evin az ilerisinde...


O halde bu sabah, vuralım Kura'ya doğru. Dalalım şu caddeden aşağı ve sahilinden* soluyalım Tiflis'i. Ahhh şu avlulu evler!.. Yıkık dökük de olsa bazıları, tıpkı  Paris'te Gece Yarısı filminde bir arabaya binmekle zaman tüneline dalan kahramanımız gibi geçmişe daldırıp günceli flulaştırarak; zaman izlerinde, adlarını gün içlerinde sokak tabelalarında okuduğumuz, hayatımızın değişik evrelerinde satırlarında yok olduğumuz yazarlar ve şairler dünyasına sokup, onların mekanlarında dolaştırıyorlar insanı. Puşkin Caddesinde onunla, Leo Tolstoy Caddesinde, gecenin en güzel saatinde, park etmiş o güzel minibüsün arka kısmına monte edilmiş masanın etrafında, bir yandan çeşit çeşit şarabın tadımını yaparken geçmişin ve günün tadı üzerine pek bilmiş cümleler kurduruyorlar. O, karanlığı bile güzel caddede, farklı yüzyıllara ait kırık dökük evlerin arasında bu anları yaşayan insanlar zevkten ölmez de ne yaparlar?


Hemen meydanın solundan el sallayan renk-ahenk binaların ve içlerindeki kalınası hostellerin toplu fotoğrafını çekip Kuru Köprü'den karşıya geçiyoruz. Huzuru ve yoğun yeşili ile cezbediyor park. Bir süre oturuyor, gördüğümüz ilginç noktalarına gidip fotoğraflıyor, güzergah kontrolü yapıyor ve tadını çıkara çıkara havanın ve yeşilin, yürüyoruz parkın içinden yukarı doğru. Her bir heykel "Hele bir dur yolcu, ve bak, bir de benden dinle hikayeyi," diyor. Ne kadar çok sanatçı için yapılmış heykel ve ne kadar yazar adı caddelerde diye düşünmeden edemiyor insan. Burası, yani Tiflis insanı şefkatle sarmalayan ılık bir şehir.


Parktan çıkıp yürümeye devam ederken bir hanımefendiye soruyoruz yolu, o da biz gibi yabancısı şehrin. İzleri bulup, mantık yürütüp, havayı koklayıp doğru yolu bulma gibi bir becerimiz de var bizim. Yoksa çok gezen gerçekten çok mu biliyor? Köprülerden geçerken alttaki yolları izlemeye bayılan ben için bu manzara kaçmaz. Şu benim  en bayıldığım mantar binam olmalı ve gördüğüm yolun nereden başladığını da biliyorum sanki. Hımmmm hemen köprünün çıkışındaki restorasyon bitince, sevimli dükkanları olacak caddenin.


Önümüzde bir park daha var. Yürüdüğümüz cadde ile kesişen caddenin köşesinden yukarı çıkmamız gerek. Hedefimiz bir dağın tepesi ve görünüşe göre epey yokuş yürüyeceğiz. Bir taksiye mi binsek acaba? Köşede bir taksi bekliyoruz. Allahtan dolu geçiyor bir kaçı. Kader duruma müdahil. Bir durum değerlendirmesi. İkimizin iç sesi de aynı şeyi söylüyor muhtemelen: "Ya bir şeyler kaçırırsak!.."  Ortak kararımız "Yürüyelim."


Bugün  karne günü Tbilisi'de. Ya da benim izlenimim böyle. Biraz sonra bir başka okulda, dışarıdan bakınca görülebilen sınıftaki öğrencilerin coşkusu, sınıftaki kıpırtı, bu kanıyı tesciller nitelikte... Parktaki eğlence de... Tam da içinde buluyoruz kendimizi. Müzikler coşkulu. Yüzler gülüyor. Anne babalar, kardeşler gururlu. Şu pembe eteğinin ucu görünen kız sahanın starı. Fotoğraf taleplerini geri çevirmiyor. Havalı. Yakışıyor mu bu hafif burnu büyüklük, yakışıyor. Donuk, ilginin farkında ve bunun tadını çıkarır, poz yorgunu, "istemem yan cebime koyun"cu edası ve bunu dışa vurumu muhteşem. Kesinlikle star ışığı var.


İçinde bulunduğumuz 9 Nisan Parkı önemli bir tarihsel dönemecin simgesi. 1989 yılında bağımsızlık için tavır koyan Gürcüler önemli ve geniş katılımlı bir miting yapıyorlar. Kanla sonuçlanan ama bağımsızlık yolunda önemli bir adım olan, sonuçta da bir süre sonra Sovyetlerden ayrılıp bağımsız bir ülkeye varmış olmalarının ilk adımı anısına ve muhtemelen eski adını değiştirip  koyuyorlar bu adı.


Kader güzel taşlar döşemeseydi yolumuza ve biz taksi seçeneğini kullansaydık; adını en önemli caddelerine verdikleri Shota Rustaveli'den, onun en kıymetli şiirlerinden birine illüstrasyonlar çizen Mihail Zichy'den, o illüstrasyonlardan birinin heykelinden haberimiz olmayacağı gibi Rustaveli Caddesinin göbeğine de düşmeyecek, Tiflis'de karne günü etkinliklerinde kendi çocuk heyecanlarımıza gidememiş olacak, tüm Tiflis sürecinin en tatlı ama en tatlı, ennnnnnnnnnn bayıldığımız mekanı ile karşılaşamayacaktık.


İllüstrasyonun hemen arkasında bir kilise, bize göre sağında da Sanat Müzesi var, üstelik müzede Italian Art in Georgia, adlı bir sergi. Bir tereddüt yaşıyoruz; sergiyi gezsek mi? İç sesimiz ortak, vakit yeter mi?  Genelde Tiflis'e gelenler demişler ve yazmışlar ki "üç gün fazla iki gün yeter."??!!  Müzeden vazgeçip yola devam ederek kilisenin ön tarafına ulaşıyoruz. Rustaveli Caddesi önümüzde uzayıp gidiyor.


"Elhamdülillah müslümanız," lakin diğer dinlerin ibadethanelerini de seviyoruz. Kilise hareketli, mumları aldığımız abla çok tatlı, güleryüzlü, örtünmek için gerekli örtüler renk ahenk. Hanımlar saçlarını kapatmalı. İstenense sessizlik. Huşu içindeyiz. Mumlarımızı dikiyor, dileklerimizi diliyor  ve kendi  dualarımızı ediyoruz.


Kilisenin, yolun öte yanında yer alan binadaki yansıması muhteşem, kaçmaz. Kaçırmıyorum. Caddenin genişliği neredeyse yüz metre var. Karşıdaki eylemci kalabalığı göze çarpıyor. Karşıya geçmeliyiz. Caddenin belli yerlerinde alt geçitler var ki bayılıyoruz her birine.  Henüz katil ve medeniyet yoksunu şoförlerle karşılaşmadık. Gördüklerimiz, yaya geçidine adım attığınızda duran cinsten. Belki de vize serbestisi ve Avrupa Birliği yolunda ilerleme kaydetmiş olmaları nedeni ile topyekun bir seferberlik hali hakim toplumda. Lakin bir medeniyet kokusu da alıyoruz.


Merdivenlerde gençler. Kurulmuş çadırlarda olası sağlık sorunlarına müdahil olacak görevliler. Bir yetişkin kalabalığı ve televizyon kameraları... Jimmy jib dahi var! Muhtemeldir ki bu gençler geceyi de burada geçiriyorlar ve çadırların bazıları nöbetleşe uyumaları için. Garip olan çevik kuvvet benzeri polislerin ve panzer benzeri savaş hali araçların ortalıkta görülmemesi. Bir kaç polis var etrafta ki benzerlerine başka alanlarda da rastladığımız türden; insanların güvenliği için var olanlardan. Bir başka şaşırtıcı nokta ise buranın eski parlamento binası olması.

Olayın içine dalıyoruz tabii ki. Konuşuyoruz insanlarla. İlk gün polislerin eyleminde tanık olduğumuz mevzu; mafya polis ilişkisi, iki 16 yaş civarı çocuk tarafından bıçaklanan aynı yaşta iki çocuk, buna duyarsız kalmayan her yaştan insan, her kesimin kendini ifade etmesine olanak tanıyan yöneticiler ve konuyu sıcak tutan medya.


Şimdilik Rustaveli Caddesini bir kenara bırakıyor ve bu okul ile parlamento binasının arasındaki sokaktan yukarı doğru vuruyoruz. Mahalle denen şey kıymetli ve o kıymetin içinden yürümek, onun sürprizlerine tanık olmak,  meyve ağaçlarını dokunmak, onun parkında oturup kendini oraya ait hissetmek şu dünyadaki en keyifli işlerden biri kuşkusuz.

Çıktığımız sokağa bayılıyoruz. İki yana ve yolun çıkışı yönünde park etmiş arabaların intizamı kaçınılmaz olarak bir kıyasa neden oluyor. Gıybet yapıyoruz; şimdi bizim ülkede olsaydı, bu arabaların en az yarısı yukarıdan girmiş ve öyle park etmiş olurdu demekten kendimizi alamıyoruz.


Sokağın üstüne varınca sağa kıvrılıyoruz. Sonra tuğlalı, biraz İngiliz havası olan evin önünde uzun süre kalıyoruz. Şimdi bir yön seçmemiz gerek. Bir zirveye doğru yol aldığımıza göre ve ara sokakları sevdiğimizden soldaki yokuştan yürümeye karar veriyoruz.  Tam bir öğle sıcağı, şahane bir  mahalle sessizliği. Henüz çocuklar okuldan dönmedi! Günün bonusuyla, en ama en çok istediğimiz, mutlak tercihimiz olan bir yerle birazdan karşılacağımızdansa henüz haberimiz yok.  Ahhhh bizim tadına doyulmaz çocuk sevinçlerimiz!.. Bir kaç adımımız varmış meğerse.


İşte... yaşasın... bu mudur aradığımız?.. budur!!! Çak. Burada, şu kaldırımın gölge yerinde, kaldırıma oturup, fırından yeni çıkmış, mahalle kokan haçapurimizin keyfini çıkarma hayali. Şu bakkaldan kaparız, buzz gibi iki de armutlu gazoz. Ekleriz haçapurimizin yanına. Çok sevinçliyiz.

Önünde uzun  bir süre kalıyoruz. Bir hayal anı. Sessizlik muhteşem. Sonra içeriye göz atıyoruz. Çok tatlı, ak saçlı, çok zarif bir hanımefendi bildiğimiz kuyu fırının iç kenarlarına pide formunda ekmekler yapıştırıyor. Ses etmeden onu izliyoruz. İçerisi olağanüstü sevimli. Günün sessizliği ile uyumlu muhteşem bir loşluk. Tıpkı, evet tıpkı anneannemin, ağaç merdivenden indiğimiz toprak tabanlı mutfağı gibi. Mahallemizin fırını yahu! Pazar günlerini fırın içinde, pide yaptırmakla geçirmiş, o zamanların tadını bilen bir çocuk için ne kıymetli bir an. Damaklarımız bizden heyecanlı, üstelik kahvaltı etmeden çıkmışız evden.


Sesleniyoruz içeriye. Zarifçe dönüyor hanımefendi. Güleryüzlü. Eğer bir hikayenin içindeysek şu an, bundan daha güzel bir kahramanı olamazdı. İngilizce bilmiyor, ama sanki aynı dili konuşan insanlar gibi iletişebiliyoruz. Güzel, kısa ama iz bırakıcı bir sohbet.

"Haçapuri istiyoruz, iki tane"

Haçapuri vakti geçmiş, ne yazık ki. Bunu öyle şefkatle, öyle halimizi ve coşkumuzu hisseder vaziyette, öyle tatlı gülümseyerek söylüyor ki, şu an düşünüyoruz da yiyememiş olmamız sanki o anı daha lezzetli kılıyor.

Vedalaşıyoruz bu tatlı kadınla. Yürürken bir plan kuruyoruz. Nasılsa bu şehre daha uzun kalmalı geleceğiz bir kez daha. O zaman, eğer yine rast gelemezsek haçapuriye, ekmeklerden sıcak sıcak alalım. Sonra bakkaldan bir kaç çeşit peynir, biraz şarküteri ürünü, tereyağı... Açalım ekmeklerin arasını, sürelim erisin diye tereyağını, sonra dilim dilim yerleştirelim peynir ve şarküteri ürünlerini, oturalım yine mahallenin parkında, etrafımızda çocuklar oynaşsın, anneler peşlerinde olsun, gülümseyelim onlara, bir güzel afiyetle yiyelim sandviçlerimizi.

Şu an o parktayız. Mahallenin parkında. Her parkta olduğu gibi ağaçlar heybetli ve kadim. Soluklanıyoruz. Az önce yolun kenarındaki kocaman dut ağacını yağmaladık. Parkın duvarının hemen kenarından daha da dikleşen yolu çıkmakta olan bir beyefendi ve hanımefendi gözümüze takılıyorlar, yabancı oldukları ve bizimle aynı yere gittikleri belli.

Son yokuşu çıkıyoruz. Bir bakkal. Bayılmalık. Ürün alacağımız yer cepte. Hele şu köşedeki ev. Yokuşun başıysa Finüküler. Odadan aldığımız kartlara para yükletmemiz gerek. Biz iniş çıkışlık yükletiyoruz. Biraz önce gördüğümüz çift yardım istiyorlar. Sonra finükülerle çıkarken dostluk kaynaşıyor. Bizden yaşça büyük iki sevimli insan: Hanımefendi çok zarif, sıcak, Beyefendi de aynı oranda tatlı ve esprili. İsrail vatandaşları. İlginç de bir nokta var; Beyefendinin annesi Tiflis doğumlu.


Yeşillikler arasında, gerimizde ve yükseldikçe daha kuşca baktığımız Tiflis görüntüleri eşliğinde, bir ara istasyonda durarak, bir kaç dakika süren keyfili bir yolculukla varıyoruz zirveye. Güzel ve eskinin izlerini taşıyan, görkemli bir alan. İki yanımızda iki farklı yeme içme mekanı var. Biz solumuzda kalanı tercih ediyoruz. Hımmmm yemekler ve pastalar göz alıcı. Manzara ise muhteşem. Tiflis'in her  noktasını görmek mümkün. Bir masa kapıyoruz; biraz kalabalığın dışında, görüş alanı geniş olanlardan bir tane. O ara İsrailli çift gülümseyerek geliyorlar ki onlar diğer taraftaki restoranı tercih ediyorlar. Bir delikanlı bizimle ilgilenen; tatlı bir çocuk. Belki de buraya okumaya gelmiş, başka bir coğrafyanın insanı. Menü zengin, bizse netiz.

"Bir haçapuri lütfen."

"İki şu pastadan."

"İki de Americano lütfen."


Bir pide şehrinden gelmiş insanlar için pek bir anlamı olmamalı dersiniz, haçapuriyi görünce. Bizim yumurtalı-peynirli pidenin, yuvarlak halinin ucu uzun  pide gibi burulmuşu. Peyniri bol ve içine bırakılmış koca bir parça tereyağı usul usul eriyor. Görüntü muhteşem. Koku da... Kenarları bizim pidelerden farklı; kıvrılmış kenarı bir karton inceliğinde ve kırılmış bir dalganın havada kalmış hali gibi tabanla teması yok. Bu muhteşem bir çıtırlığın müjdesi gibi. Çok davetkar bir havuz bu.



O halde başlasın ritüel!


Kenardan bir parça koparmaca. Ahh o çıtır ses!.. Sonra onu, kokusu missss tereyağına batırmaca. Sonra tabandaki şahane ve erimiş Gürcü peynirine ve kıvamında pişirilmiş yumurtaya dokunmaca. Ve gözleri kapatıp, tüm duyuların elbirliği, tertemiz havanın kokusu, içinde bulunduğumuz balkonun ve kafenin keyif veren hali ve muhteşem manzara eşliğinde zevkten bayılmaca.

Tüm pideyi bitirene kadar o tabanın fazlaca gevşeyip yumuşamamış olması şaştırtıcı ve önemli bir başarı. An itibari ile şu cümle dahi kaçınılmaz bir biçimde çıkıveriyor ağzımdan: "Haçapuri:1 Samsun Pidesi'nin bu formu:0"


Teras'tan biraz daha Tiflis çekip. Üzeri pudra şekerli, baymayan, lezzetli pastalarımızı yiyip, kahvelerimizin keyfini çıkardıktan sonra Mtatsminda Dağını ve Parkını solumak için merdivenleri adımlamaya başlıyoruz. Hareketli ve yüksek sesli müzik çekim alanına aldı bizi çoktan. Kontrol onda. Ve yine, yeniden, okul çocuklarının, öğretmenlerinin ve ebeveynlerin ennnnnnnn şenlikli hali ile karşılaşıyoruz. Pek eğlenceli ve mutlu bir alan. Biraz kalıp, çeşit çeşit kafelerle dolu, içinde alkolde satılabilen, bu güzel ve yemyeşil parkın tadını çıkarıyoruz. Yeşillikler arasına serpiştirilmiş lunapark, pek eğlenceli ve atraksiyonlu.


Şu ikisi, salonun bir köşesinde her baktığımızda gözümüzün içine bakıyorlar bizim. Uzaylı tüm görkemi ile önümüzde şu an. Bu, şehrin televizyon vericisi. Dönme dolapsa ne yazık ki bakımda. Kuş bakışı gördüğümüz Tiflis'i daha kuş bakışı görme fırsatını kaçırdık şimdilik. Ama park her santimetre karesi ile mutlu ediyor zaten insanı. Hamaklı ama o an kapalı bir açık hava kafesinde konuşlanıyoruz. Hamakların keyfini çıkaran biri var elbette içimizde. Ve bir Azerbaycanlı çift; sevimli minik kızları ile fotoğraflar çekip dibine vuruyorlar mutluluğun. Belkim bir başka seferde biz de burada piknik yaparız kim bilir? Belkim iki de soğuk bira kaparız şuradan.


Terk etmenin pek de kolay olmadığı bu alandan ayrılma vakti. Daha yapacak o kadar çok şeyimiz var ki. Aslında okuduğumuz yazılardan not aldığımız pek çok yeme içme yeri ve gezilecek alan da var aklımızda. Ama yüreğimizin götürdüğü yerlerdeki, önerilenlerin dışına taşan sürprizlere de bayılıyoruz elbette.

İniş, çıkışa oranla panoramik manzara açısından keyifli. Ama çıkışın yeniye ve bilinmeze doğru yolculuğuna da paha biçilmez elbet. Bu kez ara istasyonda inip bir iki fotoğraf çekip, kalkmadan finüküler, biniyorum yeniden. Aslında burada bir mezarlık ve kilise var. Kahramanlara ait. İstenirse hani, çıkarken ya da inerken. Bir uğranıp gezilebilir. Nasılsa sıklıkla inip çıkıyorlar ve gelenlerden biriyle devam edilebilir varış noktasına.


İnince dağdan, bu kez geldiğimiz yönden farklı bir yolu tercih ediyoruz. Önümüze çıkan bir kaç kiliseye bakıp, gördüğümüz Türk şirketlerinin, mesela Beko gibi, araçlarına ya da mağazalarına selam çakıp, esprili bir lezzetle ama şımarık bir vurguyla "Gurur duyduk," diye sesleniyorum her seferinde. Bu şehir şımartıyor mu insanı; kışkırtıyor ve özgürleştirip prangalardan mı kurtarıyor yoksa?


Yeşil sokaklardan inerek, istihbarat merkezlerinin önünden geçip, Rustaveli'ye ulaşıyoruz yeniden. Parlamento binasının önü yetişkinlerin de katılımıyla iyice kalabalıklaşmış bu arada. Sağa kıvrılıp Eski adı Lenin olan Özgürlük Meydanına doğru yürüyoruz. Şehir turu attıran üstü açık otobüslerin broşürlerini dağıtan çocuktan bir yol tarifi alıp karşıya geçiyor, vuruyoruz kendimizi Puşkin Caddesine. Turizm Danışma görünce uğramakta yarar var, di mi ama! Güleryüzlü ve tatlı bir genç kız, bir harita alıyoruz, bir iki şey sorup, biraz kitap inceleyip ayrılıyoruz. Haritanın üzerindeki fotoğraflardan biri dikkatimi çekiyor. Mimarisi epey hikaye anlatıyor bana. İyi kokular alıyorum. Fazlasıyla cezbetti ama nerede olduğunu henüz bilmiyoruz.


Caddelere bayım bayım bayılırım ki adıyla müsemma Puşkin hakikaten çekici. Geçtiğimiz alt geçide ve rastladığımız binalara bayılıyoruz. Hava muhteşem. Keyfimiz gıcır. Sanki meydandan sol yerine sağa dönsek meşhur sülfür banyolarına gidecekmişiz gibi bir his var içimde. Belki de yanılıyorumdur. Yüreğimizin götürdüğü yoldayız ve mutluyuz. Binalar, Rus klasiklerinin içine dahil etti çoktan. Öte yandan güncelin tam ortasındayız. Çok lezzetli bir yolculuk bu. Coşkunuz ve fena halde eğleniyoruz.


İçinde kavşakları olan bir alt geçitten, canlı ve kendine has dünyasının tadını çıkararak karşıya geçiyoruz. İçindeki fırından gelen pişmiş hamur kokuları da çağırmadı değil hani! Bu yeraltı dünyasından günışığına çıkınca bir kaç binanın fotoğrafını çekiyor, ara sokağa dalıyor, sonra o sokaktan geri çıkıyor ve sur benzeri bir duvarın kuytusundaki -ünlü-şarap mekanına selam çakıyor, yürürken görüp bayıldığımız bir başka mekana çöküveriyoruz. Girişindeki metal parçalardan yapılmış eser çağırdı bizi. Şövalyeyi kıramadık. Çok bayılıyoruz, Gallery Gate adlı bu mekana. Sonradan, anlıyoruz ki içeride bir sanat merkezi var ve binanın üstünde de bir hostel.

Çok tatlı bir genç kız geliyor. İngilizce güzel.

"Bir bira ve bir maden suyu lütfen."

"Hımmm âlâ!. Buzzzzzzz gibi bira."

 "Lezzetli yahu Gürcülerin biraları, kıvamlarına bayılıyorum, yoksa ben de mi bira içseydim."


Yeni olanları hafızada temizleyip ayrıştırınca anlıyor ki insan bulunduğumuz yer geçmişin soylularının ve burjuva yaşamın hakim olduğu bir bölge. Otele evrilmiş olsa da bazı binalar, geçmiş hallerini olduğu gibi korumuşlar. Bir kaç hoş ve insanı çağıran restoranın önünden geçip, eski kitaplar satan bir tezgahta takılıp, magnetlere göz atıp, şarap bölgelerine tur yapan bir ofisin camında bir süre kalıp; bayılacağımız ama finalinde içimize koca bir ukde bırakacak Kukla Tiyatrosuna doğru yürümeye devam ediyoruz.


Mavilerin hastasıyız! Bir hostel burası. Balkonunda bir akşam keyfi pek güzel olur kuşkusuz. Üstelik ben gibi, akan caddeleri izlemeye bayılan biriyseniz!.. Gençlik başımda duman an itibari ile.

Veee en heyecan verecek yere varmak üzereyiz; şu köşeden sokağa girdik mi işlem tamam. Üstelik tam da saatin uygun olduğu zamanda. Önünden geçtiğimiz bina bir sendika. İki emekçinin yana yana oturmuş heykelleri muhteşem. İfadeler eğlenceli. Saat kulesi görüş alanımıza girdi çoktan. Kafe çok davetkar. Dilimlenmiş karpuzları doldurduğu plastik bardaklara birer de çatal saplamış abla tebessümsüz ama tatlı. Uzaktan gelen piyanonun tınıları sanki yolumuza ekmek parçaları bırakıyor. Ağına düşüreceğinden pek emin. Hımmmm Gabriadze Cafe! Keyifli bir mekan. Çağırıyor.


Ağa düşüyoruz. Dar sokağın iki yanındaki masalarda ağırlıkla şarap içen insanlar. Piyano muhteşem. Ama piyanistimiz başka, bambaşka. Bütün sokağa çalıyor kendisi. Sokakta, sokak ama! Çok ama çok davetkar. Başka bir planınız olsa da kaçınılmaz bir karmaşa, direnen beyninizi alt etmek için elinden geleni yapıyor. Allahtan son günümüz değil. Hayalini kurduk bile!


Müzik eşliğinde sokağın sonuna gidip dönüyoruz. Bazıları restore edilen kutsal mekanlar zarif. Kuklalara az kaldı. Şahane bir görüş alanına, bir bahçenin duvarına oturuyoruz. Bir kaç dakika var ve usul usul yerleşiyorlar insanlar. Fotoğraf makineleri hazır, eller deklanşörlerde. Kameralar kayıtta. Sağımız solumuz sağdıçlarla doluyor bir anda. Kızlı erkekli ve hepsi de birbirinden şık. Bir kaç yerde daha karşılaşacağımız üzere gelin-damatla birlikte geziyorlar. Fotoğrafçının doğru mekan seçimi ve şık bir pozla konuşlandırdığı çiftin fotoğrafını ise kaçırmıyoruz.


Yaşasın saat başı geldi!.. Kuklalar sırayla çıkıyorlar. Çooooooooooooookkkkkkkkk güzeller ama! Bir melek çanı çalıyor. Bir hikaye anlatıyorlar kesin. Yaşamla alakalı olmalı. Hımmmm bunu düşünmeliyim. Yaşanan, bir kaç dakikalık bir an. Pek çok farklı ülkeden farklı insan ortak bir sevincin içindeler. Ne güzel! Çocuk duyguların yarattığı hava ne kadar da barışçıl bir lezzet saçıyor etrafa. Hele müzik... İçeri girmeye başlamadan önce kuklalar neden hüzünlendik ki, ya onların ifadelerindeki acı. Doğum ve ölüm müydü ki anlatılan? Kısa ve öz bir yaşam döngüsü müydü bu? Kesinlikle düşünmeliyim!

En sevdiğim kadın, beklerken kuklaları, gişeye gidip oradaki hanımefendi ile konuşmuştu az önce. Elimizde program kitapçığı var şu an. Bir de o an oluşturduğumuz planlarımız.


Tiflis kadınlarının şeklinden dolayı adını -şu bildiğimiz-  Always olarak değiştirdikleri, camların içine yerleştirilmiş led lambacıklarının kablosuz olmasıyla ilginç  Barış Köprüsünün ortasında durup, uzun uzun nehri seyredip, parka geçtikten sonra ilginç mimarisi ile dikkat çeken yeni kültür merkezine bir göz atıp teleferiğe geliyoruz.  Ambasador'un önünden geçerken, otelin Bentley'lerine bakıp ne  geyikler yapıyoruz aslında. Hemen bir kumarhane fantezisi geliştirtip, bir de hikaye yaratmaktan alıkoyamıyorum kendimi.


Gişelerden ulaşım kartlarımıza para yükletip, turnikeden geçerek konuşlanıyoruz teleferiğe. Bu kez yine salondan görüp günaydınlaştığımız Kartlis Deda'yla tanışacağız. İnerken ve çıkarkenki Tiflis manzaraları ise günün bir başka bonusu. Enteresan bir yerleşim aslında şehir; hangi yükseltisinden bakarsa baksın insan tüm bölgelerini görebiliyor. Bir kaleye çıkıyoruz şu an, Narikala Kalesine.


Hava sıcak, kalenin surlarında, bir yandan şehre bakıp, bir yandan sokak çalgıcılarının müziklerini dinleyip, sıra sıra büfelerden birinden su alıp Gürcü Ana'ya doğru yürüyoruz. Şehrin panoramik fotoğraflarını çekmek için çok elverişli bir alan burası. Yoldan biraz daha kalenin eteklerine indiğimizde oturduğumuz bank, küçük ve çok güzel, gölge bir seyir terası. Bir abi var ki fotoğraf makinelerine bayılmamak elde değil. Bu işi ya profesyonelce yapıyor ya da kendisinin en kıymetli hobilerinden biri bu. Onu ve eşinin sabrını izlemekse keyif veriyor.


Bir elinde kılıç var Kartlis Deda'nın ki o düşmana... ve bir elinde şarap var ki o da dosta. Aslında bir şarap şehri diyebiliriz Tiflis'e. Her yerde rastlanabildiği için neredeyse sudan daha çok görüyoruz kendisini. Fakat, yine üzüm türevi bir içki olan, bir tür brandy diyebileceğimiz, alkol oranı %45 ve üstü, şişeleri neredeyse koleksiyonluk Cacha'yı da anmadan geçersem tam şurada; fazlasıyla ayıp etmiş olurum.


Aslında geri dönerken ilk rastladığımız genç müzisyenleri dinleyip, kasalarına katkı yapmaktı fikrim. Beyoğlu'ndan sonra bir kez daha kadim abiler aklımı çelmeyi başarıyorlar. Olmaz ki ama, burada da, tıpkı Beyoğlundaki gibi, Corazan ile rast gelince bu garip, ve kendi yorumları daha caz olunca abilerin, önünde kalmamamız mümkün olamıyor.

Abilerin arkalarındaki alan şehrin Botanik Parkı, bir sandalye şeklindeki teleferikle - heyecan verici bir şekilde- vadiye inilebildiği gibi, yamaçtaki yollardan döne döne ve keyfini çıkararak doğanın, inmek de mümkün.


Kaleden mahalle içlerini gezerek inmekle teleferik arasında kalıyoruz bir süre. Sonrasında teleferik daha işimize geliyor nedense. Bir nedeni varmış ama! Kader yine ağlarını örmüş meğerse... İnerken aşağı şehri izlemek daha keyifli, odaklandığı yer farklı oluyor insanın kaçınılmaz olarak. Teleferik istasyonunu ve henüz açılmamış kültür merkezinin ilginç mimarisini buradan izlemek hoş. Fakat gözüm daha önemli bir noktaya konsantre oluyor. Turizm Danışmadan aldığımız haritaya baktığımda gördüğüm fotoğrafın iç ve dış bükey tasarımları ilgimi çekmişti, binalarını sevmiştim. Bayılmıştım o an, sadece tasavvur edebildiğim sokağa. Ve o,  şu an altımızda. Hani bıraksalar, içine düşeceğim. Öylesine takip ediyor gözlerim. Ahhhh benim çocuk sevinçlerim! Paylaştım çoktan ennnnnnnnnnnnnnnnn sevdiğim, ennnn bayıldığım, en en ennnnnnnnnnnnn şahane kadınla. Şimdi beraberce bayılıyoruz.


Akşam yemeği için aklımızdaki, tüm önerilmiş, şöhretli, first class restoranlar an itibari ile iptal. Geceye, yüreğimizin götürdüğü biçimde koşmak boynumuzun borcu artık.  Ağlarını bizim için ören kadere hiç karşı durmadık ki...

O halde... bakalım neler olacak?


Bambis Rigi ve Eski Tiflis'de Bir Bohem Akşam

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Yoksa Çok mu Sevdik Biz Tbilisi'yi...

Günlerden bir gün, sabahın erkeninde uyanıyorum, o eşsiz titreme ve tadına doyulmaz heyecan çoktan bedenimi sarmış, sevinç paçalarımdan çekiştiriyor ve sürekli aynı şeyi tekrar ediyor: "Biz, Tiflis'e gitmeliyiz!"

Bir şey var; kuvvetli bir aşkın çekim alanında bizi ısrarla tutan garip ama çok da tatlı bir şey bu. Çok daha popüler, çok insanın "Ora varken ora mı?" diye burun bükeceği şehirler geçmiş aklımızdan çok kere... Düşünmemişiz, 'O da bizi sever mi?' diye.

Bir ev buluyorum. Booking.com'dan. Göz göze geldiğimiz anda vuruluyorum. Basit bir kriterimiz var bizim; şehir ve o şehirde yaşanacak hikâyemizle uyumlu, baş rol dağılımında sorun yaratmayacak bir paydaş olması. Hissim kuvvetli ve 'kesinlikle' diyor, 'o'. En şahane yol  arkadaşıma linki gönderiyorum.

Bayıldı bile. Kalınacak yer cepte.

En kolay ulaşım otobüsle. Garip ama öyle. Karadenizden uçakla ulaşım aktarmalı; Samsun-İstanbul-Tiflis, Tiflis-İstanbul-Samsun. Aktartmadaki bekleme süreleri uçuş süresinden fazla. Uzun otobüs yolculuklarını özlemişim ayrıca. İlkyazın doğada yarattığı fışkırışın tadını çıkarmalıyız! Üstelik coğrafya Karadeniz!

Batum-Tiflis tren yolculuğu ise bir ukde.



30 Mayıs

İki gündür sağ ayağım, tabanı yere basılamayacak biçimde ağrıyor, acı veren bir ağrı bu; yoldan vazgeç dedirtecek biçimde, kaybedilecek maliyeti  göze aldıracak derecede bir ağrı. Yoğun bir tedavi uyguluyorum ama nafile.

Yolda olmak, isterse 2 saatlik olsun, benim için kargaşadan, akıp giden hayatın çirkin yanlarından kopma, her şeyi unutma ve yolun sunduğu hikâyelerin içinde kaybolup harikalar diyarı ile buluşma hali. Öte yandan bir şehri yürümeden gezmek hiç de bize göre bir şey değil. Değişik seçenekler geçiyor kafamdan. Olmadı burada oturacağıma orada oturur, en azından geçmişin ve bugünün oradaki kokusunu hisseder, pencereden akıp geçen zamana bakar, evde, yerel tatlar ve içeceklerle kurulmuş bir masada, en sevdiğim yol arkadaşımı dinler, gülüşünde ve gözlerinde kaybolur, onun heyecan yüklü anlatımıyla şehrin tadını çıkarırım. Planım bu.

Uyandığımda bir şey yok, geçti mi diye düşünüyorum. Bir yandan korku var içimde. Basmaya korkuyorum. Yüzleşiyoruz acıyla. Moral biraz bozulsa da yılmak yok. Birden kışlık outdoor ayakkabıları denemek geliyor aklıma, yapısı sağlam ve ayağı sabitlemeyi beceriyor sonuçta. Deniyorum, biraz acı olsa da basıp yürüyebiliyorum. Seviniyorum. O halde bu ayakkabılar geliyor. Diğer seyahat eşlikçilerim ile birlikte sırt çantamı hazırlıyorum.

Servis saat 15'de. Bir telefon konuşması ve son teyitleşme. O benden önce binecek.

Son kontrollerimi yapıyorum, her şey tamam. Sırt çantamı alıp düşüyorum yola. Yazıhane eve yakın.  Biraz acı hissetsem de sağlıklı yürüyebiliyorum. Servisi bekliyorum. Birazdan en sevdiğim yol arkadaşımla buluşacağız. Üzerine basmadığım sürece bir ağrı yok. "Hahh servis de geldi!" Benle kaç seyahat yapmış sırt çantamı yüklenip biniyorum servise.

O da ne! Yol arkadaşım serviste yok.

"Başka bir servis  mi var?"

"Hayır"

"Üniversiteden bir arkadaşım binecekti."

"Yazıhanedeki kıza işaret ettim, var mı yolcu diye, kimse yok dedi."

"Mümkün değil, en az yarım saat önce gelir o."

"Geri dönemez misiniz?"

"Dönemem, minibüsle Denizevleri'ne gelsin orada beklerim" 

Buluşuyoruz Denizevleri'nde. Görevli kızın hatası, dışarıda bekleyeceğinin altını defalarca çizmesine rağmen unutuvermiş. Belki de yerinden kalkıp da bakmadığı için bindiğini düşünmüş yolcunun ve yan yola girip yazıhanenin önüne gelmeyen, üzerinde şirkete ait bir ibare olmayan midibüsün şoförünün ana yoldan yaptığı işareti cevaplamış muhtemelen kendisi.

Neyse, an itibari ile her şey yolunda. Yola gitmenin o kıpırtılı, diken diken, hep çocuk ama hep çocuk heyecanının, tadına doyulmaz meraklarının, doğan güneşin, batan güneşin, parlak ve kocaman ayı takip etmenin, mola yerlerinin ve defalarca geçilmiş olsa da kasabaların, şehirlerin, girilen küçük garajların, oradaki telaşların  tadını çıkarma zamanı.

Biraz eski olunca insan eskinin güzergâhlarını da anıyor elbet. Perşembe'nin, Yalıköy'ün içinden geçen, denizin bazen altınızda bazen yanınızda olan hallerini, güneşin denizin üzerinden batışını, doğuşunu, Giresun'u Rio'ya benzetmeme neden olan adasını arıyor insan. Çevre yolları ne yazık  izin vermiyor o güzel anların, kıvrıla kıvrıla giden yolların, her virajın çıkışının sunduğu sürpriz güzelliklerin tadını çıkarmaya. Belki de bir sürprizi vardır yolun kim bilir, işte bu, işte böyleydi bizim yolumuz da dedirteceği bir yer.

Hava geceye döndükten bir süre sonra yemek için mola veriyor otobüs. Memnunuz yolculuktan. Hostesimiz tatlı bir genç kadın. Gürcü. Otobüs için fazla olduğunu bile düşündürtüyor insana.

Şirin bir yer, öyle çok otobüslü mola yerlerinden değil, yemek tezgâhı, fırından çıkmış Karadeniz pideleri çağırıyor. Bi bakalım o halde: Tek kalmış güveç 'ben, ben' diyor. Gözüm onda. Cacık göz alıcı. Hımmmm pilav şehriyeli. Küçük pideler fırından, sıcacık. Mutfakta çalışanlar ve yemek verenler kadın. Gürcü olacaklarını düşünüyoruz.

"Şu güveci alalım lütfen."

"Bir de cacık."

"Ve bir pilav lütfen."

Çok az pide ve suları da alıp arka taraftaki açık bölüme geçiyoruz. Deniz dibimizde, ay denizin üstünde. Ve martılar... Hava şahane bir yaz serinliğinde. Mutluyuz. Tadını çıkarıyoruz yiyeceklerin.


"Hımmmmmm âlâ bir güveç."

"Güzel ve serin bir cacık."

"Ve şahane bir eşlikçi olarak pilav."

"Kesinlikle."

Pidelerin kalanlarını martılara atıp, çaylarımızın tadını çıkararak bu güzel ilkyaz akşamını içimize çekiyoruz. Kalkma vakti. Haaa mola yeri Giresun civarında solda, kavşaktan dönüp gelmek gerekiyor eğer gidiş yönündeyseniz. Adı Kerasus. Beklentinizi çok yukarıda tutmayacaksanız, her şeye bir sebep bulan biri değil de koşullara bakıp samimiyetin farkını hisseden, yolu ve yol mekânlarını seven biriyseniz tadını çıkarın.



31 Mayıs

Giresun, Trabzon, Rize, Hopa derken Sarp sınır kapısına varıyoruz. Kapı sakin, bu güzel. Otobüsteki tüm eşyalarımızı alıp iniyoruz. Önce çıkış pullarımız için 15'er TL ödüyoruz.  Suratlarımızı ve kimliklerimizi dikkatlice inceleyen yakışıklı genç polis basıyor damgayı. Nedense en sevdiğim kadının pasaportuna bakınca, Balıkesir'den nereye çıkış yapıldığını merak ediyor. Yunanistan'a cevabı merakını gideriyor. Sanki illa da bir haşarılık, ya da muziplik yapması gereken sevimli bir çocuk. Kesinlikle eğleniyor işini yaparken ve bu yakışıyor film karakteri kılıklı gence.

Üstü dahil her tarafı saclarla çevrili, upuzun bir koridordan yürüyoruz; bilim-kurgu bir film ya da bilgisayar oyunu tadında, gizemli, metalik ve ıssız bir yol. Free-Shop'ları şimdilik es geçiyoruz. Biraz daha yürüdükten sonra açık bir alana çıkıyoruz. Gürcistan'a hoş geldik.  Oradan aydınlık, tuvaletleri hariç, temiz ve ışıltılı bir binaya giriyoruz. Kadın polis çok ciddi. Sovyet terbiyesi almış belli. Sıfır mimikle inceliyor kimlikleri ve bizi. Emin oldu ve bastı damgayı.

Sırt çantalarımızı x-ray'den geçirmek için bekliyoruz şimdi. Bavul taşıyan Gürcü hamallar bizim yandan geçebileceğimizi söylüyorlar. Geçiyoruz. Biraz ilerde aynı tarafa geçmemiz gerekiyor ve x-ray tam karşımızda. Polis Türkçe konuşabilen genç biri. Bu da bizimkine nazire yapar bir yakışıklılıkta. Güleryüzlü.

"Çantaları x-ray'den geçirelim mi?"

Gülümsüyor. Esprili.

"İlaç, içki, ziynet falan var mı?"

"Yok."

"Buradan geçebilirsiniz."

"Teşekkürler." 

Gümrük çıkışındaki geniş alanda diğer yolcularla otobüsü bekliyoruz. Otobüste süresini doldurmuş bir Azeri yolcu varmış, sınır dışı edilen. Onun yüzünden süre uzuyor biraz. O arada Tiflis'e varana kadar ihtiyaç olur diye 10 Dolar bozduruyorum. Para az diye kuru çok önemsemiyorum. Aynı alanda bile kurlar farklı, ayrıca fazla bozdurmanıza gerek yok.

Yeni gün yavaş yavaş ışımaya başlıyor. Doğa muhteşem, Eski Sovyetler Birliği izlerinde gözlerim.  Bizim coğrafyanın tahribi ve betonlaşmasının aksine, son derece bakir ve 'Karadeniz'in yeşili bende' diyen bir coğrafya. Muhteşem manzaralar eşliğinde keyifle yol alıyoruz. Batum'a varınca denizle buluşuyoruz yeniden. Eski Sovyet toplu konutları dökülüyor ama izleyene yaşattığı tat başka. Tek katlı binalar, küçücük dükkanlar, eskilik, sokakları süpüren kadınlar bir zaman yolculuğunun oyuncuları. Öte yanda yeniden kurulan bir şehir var: Bir Las Vegas Junior. Kumarhaneler ışıltılı, yapımları süren otellerin hepsi dünya markası. Tüm inşaatlar tamamlanınca başka, bambaşka bir şehir olacağı kesin. Dünya zenginlerinin yeni kumar ve eğlence merkezi. Bense eskinin izlerindeyim; sayfiyedeki kuvvetli hikâyeler anlatan evlerin, demir yolunun, eski köprülerin, kolhozların ve doğanın.

Artık daha çok düzde gidiyoruz. Batum'da şoför değişti ve yenisi epey hızlı. Duble yollarda Amerikan kılıklı ekip arabaları. Bir yerleşim merkezine, Lanckouiti'ye girdiğimizde duruyoruz. İnecek biri var diye düşünürken arkadaki polis arabasını görüyorum. Radara yakalandık kesin! Bekleme süresi uzayınca iniyoruz aşağı. Hostes koltuğundayken, emniyet kemersiz yakalanmış kameraya. Ekibin tüm çabaları yetersiz kalıyor. 1000 TL karşılığı bir ceza yiyorlar, ikinci kez olduğundan. Şoförün ehliyetini alıyorlar ve uyumaya çekilmiş şoför yeniden direksiyona geçiyor.


Tüm o süreçte bu şirin yerleşimi, Lanckouiti'yi, otobüsten fazla uzaklaşmadan gezmeyi ihmal etmiyoruz. En sevdiğim kadın bir evin bahçesindeki siyah köpekle dostluğu kurdu çoktan. Bi de dikkatimizi çeken borular var; bunlar havada ama yerleşim ve kırsalı boyunca uzayıp gidiyorlar, önce su için olduğunu düşünürken, doğal gaz boruları olduğu kanısına varıyoruz sonunda.


Sevmiştik ekibi ve üzülüyoruz cezaya. Gerçi Ankara'dan Tiflis'e giden otobüsün, indi bindilerle birlikte yaptığı hasılat içinde çok da büyük bir kayıp olmadığı hissini veren bir rahatlık da var kendilerinde.

Kahvaltı için mola vakti; küçük, şirin, biraz derme çatma, inadına sevimli, doğanın içinde bir yer.  İzci kampında sayabiliriz kendimizi. Hımmmmm yemekler güzel, kahvaltılıklar da, bir çorba içsek mi? Tuvaletlerden sorumlu teyze sert ve titiz. Tuvaletler tüm ilkelliğine inat tertemiz. Sonuçta bir köyün kıyısındayız. Demir yolundan kütük yüklü katarlar geçiyor. Sık ve yemyeşil ağaçların arasındaki bir yokuşu, tadını çıkara çıkara tırmanıyorlar. Selam çakmayı ihmal etmiyor makinist. Bir tren delisi için eşsiz bir manzara. Yolunuz açık olsun. Çorbam lezzetli. Güneş şefkatli. Ekip neşeli.


Dağları, sonsuz yeşili, aşağımızda kalan köyleri, düzlükleri, masmavi ve çağıl çağıl ırmakları izleye izleye sabahın ve ikram edilen kahvelerin tadını çıkarıyoruz. Yer yer uyumamıza rağmen gece, en ufak bir yorgunluk hissimiz yok. Oysa ne kadar da endişeliydim, günü ziyan edersek diye.

Düz bir yolda ağaçların ve yeşilin içinde ilerliyoruz, çok küçük bir yerleşime yaklaştığımız belli, ileride sola keskin bir viraj var, ve görüş alanımda ilgimi çeken bir şey. Önüne geldiğimizde bayılıyoruz gördüğümüze; şirin, ama çok şirin, minicik bir yiyecek satan yer,  AVM'lerin içindeki pideciler gibi, hani tasavvur edin diye öyle diyorum, yoksa bu çok kendine özgü, yazıları ve renkleri çok şirin, mini, içine girilemeyen, bağımsız bir dükkân, tezgâhın arkasındaki, önlüğü üzerinde, tertemiz abla çok tatlı. "Ahhh bir dursa otobüs!" Geçiyoruz önünden. Lezzetin kokusu buram buram. Ve sonuç itibari ile oluyor kocaman bir ukdemiz daha. Aklımız sende abla. Bir gün mutlaka!

Tiflis artık iyice hissediliyor. Tabelayı ben uyurken geçmişiz ama bölgeyi tanıyorum.  Zestafoni. Şarap Bölgesi. Ve eski başkent Mtshketa. Arabaylaysanız peşin peşin uğrayın bence. Tiflis sizi severse bırakmayabilir! Hem öğlene doğruysa varışınız, ya da daha geç vakit, bir kadeh hoş geldik şarabı içersiniz kim bilir? Arabayı kullanan hariç ama.

Şehire giriş insanı korkuya kaptırıyor, 'Bura mı ya?' benzeri bir duyguyla... ırmağın rengi şaşırtıyor, aldanmayın, alışıyorsunuz sonuçta. Gözlerim etrafta, ah burada inebilseydik keşke, tahmin ettim ki bizim mahalle... otobüs şehrin içinden geçip garajlara varıyor. Önce Old Town'a nasıl ulaşacağımızı öğrenmemiz gerek. Hımmmm hostesimiz var!

"Old Town'a nasıl gidebiliriz?"

"Old Town????!!!"

Biraz anlatmaca.

"Haaa Marjanishvili. Önce Marjanishvili'ye gitmeniz lazım, sonra oradan devam edersiniz."

Bir taksici ile konuşuyor, 15 Lari istiyor, çok diyor, 12'ye iniyor ama onu da kabul etmiyor ve garajların dışında bir taksi bulmamızı öneriyor. Teşekkür edip çıkıyoruz garajlardan.

"Biraz yürüsek mi?"



Tbilisi Loves Us 

Geniş ve bol ağaçlı bulvarda yürüyoruz, karşıya geçmelerde çekingeniz. Öyle yazılarda öyle şeyler vardı ki dersiniz tüm şoförler kasap ve medeniyet bu şehre hiç uğramamış. E sonuçta İstanbul trafiğinde yıllarca karşıya geçmeyi başarmışız. En sevdiğim kadın korumam altında. Vururlarsa önce bana vursunlar.  Sıkıntı çekmeden geçiyoruz karşılara. Güzel ve yeşil bulvarda yürürken, birikmiş insan kalabalığı dikkatimizi çekiyor. Az önce telefona "Tbilisi loves you." cümlesi düştü.  

"Yaşasın, sevdi bizi!"

"Çak."

Televizyon kameraları ve basın ve de halk tıka basa. Soruyoruz nedir bu diye. İki gün önce halk çok geniş katılımlı bir yürüyüş yapmış meğerse, mafya ve onunla iş birliği içinde olduğunu düşündüğü polis teşkilâtı hakkında. Bu kez polisler eylemde. Kaldığımız dört gün boyunca bu olayın tüm yansımalarına tanıklık edeceğimizin henüz farkında değiliz ama. Ve demokrasi bilincinin bu şehre nasıl yerleşmiş olduğunun tadına. Şehrin kullanıma açık ağının adı Tbilisi loves to you. Bir çok bölgede ulaşım var ve işe çok yarıyor kendisi.



Biraz daha yürüdükten sonra gayet şık ve zarif ve ciddi bir hanımefendiye soruyoruz.

"İngilizce biliyor musunuz?"

"Evet."

 "Marjanishvili'ye nasıl gidebiliriz?"

"Şu otobüsle ya da şu numaralı minibüsle gidebilirsiniz."

"Kart nereden alabiliriz."

"İleride bir metro istasyonu var, oradan alabilirsiniz."

"Teşekkürler."

Özellikle gençlerle İngilizce iletişim kurmak mümkün, Onunla İngilizce konuşurken, birbirinizle Türkçe konuşmanız sonucunda  "Türk müsünüz?" diye Türkçe soran kişilerle karşılaşırsanız şaşırmayın. Kısacası iletişim kolay. Üstelik benim İngilizceyi fluently konuşabilen bir yol arkadaşım var.

"Bir taksiye binelim o halde."

Abi Gürcü. Bir şekilde iletişiyoruz. 10 Lari istiyor, sonuçta 6 Lari'ye anlaşıyoruz. Konuşkan. Kartını veriyor hemen, hani çevreye gitmek isteriz diye. Önerilerde bulunuyor. Bilinç altına reklam faaliyeti çok göstere göstere olsa da sevimli. Tatlı adam. Avradı Azeriymiş, ondan kaynaklı kısmen anlayabiliyormuş Türkçeyi. Bi de sussa. Mahalleye geldik, ve bayıldık Marjanishvili Meydanına. Şimdi bizim caddeyi bulacak abi. Sora sora buluyor. O bölgeye taşıt giremediği için bizi çok yakın bir yerde bırakıyor.

Davit Aghmashenebeli Street. Güzel caddemiz. Barlar Sokağı bir nevi. Pırıl pırıl genç kızlar; İngilizceleri güzel, tam da bizim Çiçek Pasajı ve benzer yer garsonları gibi mekânlara çağırıyorlar. Ama biz önce "evimize" gitmeliyiz. İşte şu pembemsi cepheli binada bizim "evimiz". Güzel olduğunu biliyorduk da canlısı başka oluyor elbet.


Demir kapıdan giriyoruz. Güzellik ve Masaj salonu olan dairenin camından avluya bakan genç ve de güzel kıza soruyoruz, üst kat olduğunu söylüyor evimizin. Ev sahiplerimiz bizi bekliyor. Tatlı insanlar. Film yönetmeni ve İngilizce öğretmeni bir çift. Son temizlikler yapılıyor. Anahtarları teslim alıyoruz ve içerideyiz.


"Burası çooooooooooooooooooooooookkkkkkkkkkkkkkkkkk güzel yaaa!"

Komşularımız da. Kısa bir yerleşim eyleminin ardından, dışarıdaki masada avlunun tadını çıkararak kahvelerimizi içiyoruz. Sonrasında duş, kısa bir dinlenme ve kendimizi sokağa atma zamanı. Evde a'dan z'ye her şey düşünülmüş; çok iyi elden geçirilmiş ve çok da zevkli döşenmiş. Masanın üzerindeki kırmızı şarap klas. Çalmak isterseniz bir de piyano var. Mesela içimizden biri çaldı. Duvardaki yağlı boya resimler aile fertlerinden, özellikle de hanımefendinin elinden.


Avludan çıkar çıkmaz her biri çağıran şirin kafelerin önüne düşüyoruz. Önce buralarda olduğunu düşündüğümüz Ziraat Bankasını bulup biraz Lari çekmeliyiz. Bu cadde üzerinde olduğunu görmüştüm şehir haritasını incelerken ama otobüs garajlara giderken de başka bir bölgede önünden geçmiştik. Muhtemelen taşındı, belki hâlâ burada ufak da olsa bir ofis vardır umudundayız.


Evden çıktıktan hemen sonra, yeni doğmuş bebek gözlerle etrafı incelerken bir avlunun içinde gelin-damat görmek hoş oluyor. Ama asıl hoş olan fotoğraf tamamlayıcısı unsurlar. Avlunun kemerli girişi ise kaymaklı ekmek kadayıfı. Şemsiyeler zaten rüya gibi. İçerdeki kafe gözümüzden kaçmıyor tabii ki. Belki bir akşam biralarının tadına bakarız. Tbilisi ilerleyen zamanda iyice anlayacağımız üzere sürprizleri bitmeyen bir şehir. Mesela ev sahibemizin bile bilmediği, muhteşem bir mekânda yemek yiyip şarap içtik bir öğleden sonra desem, bu, sürprizli şehir iddiamın altını çizmiş olur di mi?


Lüks bir otelin kapısındaki şık üniformalı gence soruyoruz. İngilizce.

" Ziraat Bankası nerede?"

Konuşma İngilizce devam ederken yukarıda bir yerde bahsettiğim olayı yaşıyoruz ve Türkçe devam ediyor konuşma. Bir tarif veriyor ama orada yok banka, emin oluyoruz ki benim gördüğüm yere taşınmış. Boş veriyoruz para çekmeyi. Ahhh şu koca bina. Muhteşem bir dış cephe. Helâl olsun yapana.


Cadde ağaçlık, binalar hoş, havamız güzel. Tbilisi'yle iyice kaynaştık. Mutluluğumuz katmerleniyor. Baka dura meydana varıyoruz, enteresan, hiç terlemedik. İstasyonun olduğu binayı tahmin ediyorum. Yine de soralım ama. Bingo! Önce minik miktarlarda dolar ve euro bozduruyoruz; ben küçük bir yere, yol arkadaşım euro bozamadığı için banka nizamındaki bir döviz bürosuna.. hem kur iyi hem de kurumsal kalitesi yüksek bir yer. Hemen Marjanishvili Meydanında ve metro istasyonunun olduğu binanın yanında. Metro, otobüs ve teleferikte geçerli  kartlarımızı da ikişer Lari karşılığında alıp beşer Lari de yükletiyoruz. Tam anlamıyla Tiflisli olduk şimdi.


Biraz meydanda oturup etrafı izliyor, terası olan mekânlardan birine oturup bir şeyler atıştırsak mı diye düşünüyoruz. Bundan vazgeçip geldiğimiz yolu geri dönüyoruz. Eve yaklaşınca soldaki caddeye sapıyoruz. Binaların tarihsel skalası epey geniş. Binlerle ifade edilen yıllar öncesine dayanan binalar bile var. Mahallemizin Spar'ıyla tanışıyoruz bu arada. İki tane armutlu gazoz ve üzeri şekerli pastayı kapıyoruz ve karşısındaki parka konuşlanıyoruz. Tam karşımızdaki küçücük bakkalaysa bayılıyoruz. Keşke oradan alsaydık. Köşedeki yerel marketi de yazdık aklımıza.


Gazozlar nedense fazla tatlı geliyor bu kez bana. Bitiremiyorum. Parktan yukarı doğru yürümeye devam ediyoruz ve sola giden caddeye baktığımızdaki büyük bina dikkatimizi çekiyor.

"Fabrika olmalı burası."

"Kesinlikle Fabrika"

Neredeyse her Tiflis  yazısında mutlak görülmesi gereken yer olarak önerilen mekan. Dışarıdan pek etkilemiyor da avlusuna yönelince tamam dedirtiyor.


Eski bir fabrika'yı kocaman bir hostel yapmışlar. Avlusunda canlı müzik çalınan güzel mekânlar var. Yaz akşamları tadı çıkarılası bir yer. Düz bir bina demeyin ve kesinlikle akşam saatlerinde binanın içine girin, kocaman lobisi, mutfağı ve yemek bölümünü gezin. Cıvıl cıvıl öğrenci kaynıyor, hatta imreniyor insan.


Dışarıda biraz oturuyoruz. Mekânlar inceleme altında. Burada mı takılsak bu akşam? İki mekânı gözümüze kestirdik yalnız dışarıdaki masalar dolu. Fıçı üstü iki masa ve yüksek sandalyeler var, uzun süreli bir oturma için uygun bulmuyoruz. Hımmm şu mekân da güzel. Oturuyoruz. Menü ve biraların 33'lük oluşu cazip gelmiyor. Bu kez bizim caddedeki mekânlar için ona doğru yürüyoruz. Düğün fotoğrafı çekilen avludaki mekân ilgimizi çekmişti lakin dolu. Sonuçta isli Gürcü sosisleri, füme et ve bira alıp evde masa kurmaya karar veriyoruz. Şimdi alışveriş için üst caddeye. Mahallemizin marketinden alışveriş yapalım ama. Giriyoruz. Şarküteri reyonuna bayılıyoruz lakin iletişim zor. Ürünlerle ilgili bilgi alışverişini sağlayamıyoruz. O halde Spar'a... hem mezeler de vardı onda.

Eleman İngilizce konuşabiliyor. Aynı ürünlerden var burada da... yerel lezzetler yani. Bir kaç meze, iki farklı sosisten yeter miktar, iki kişilik füme et, ekmek, kabuklarıyla haşlanmış dereotlu ve baharatlı baby patatesler, 2,5lt Kozel, 2 şişe de 50'lik Gürcü birası kapıyoruz. Biralar sudan ucuz, diğer içkiler de... Mesela 2,5 lt Kozel, 7,5 Lari. Kur 1TL 0,56 Lari an itibariyle.


Sosisler hafifçe tavaya değerken, masayı hazırlıyoruz. Hımmmmm füme et... bir tadalım bakalım. Lezzetli.. Kozel aşığıyız zaten. Ama Gürcü biraları başrolü alıyorlar. İs tadı, kuvvetli biralar, aromalar, sohbetin dibi, yolun hafızaya yer etmiş tadı, avludan gelen televizyon sesi, yan daireden avluya düşen müzik, karşı balkondaki yaz sohbeti, uzaktaki Radison'un ve yanındaki binanın ışık gösterisi, karşı tepedeki, ışık saçan dev uzaylı(!), kolektif bir uyumla muhteşem bir senfoni sunuyorlar bize.

"O halde şerefine."


Yoksa Tiflis de mi Bizi Çok Sevdi?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP