9 Temmuz 2018 Pazartesi

Yoksa Çok mu Sevdik Biz Tbilisi'yi...

Günlerden bir gün, sabahın erkeninde uyanıyorum, o eşsiz titreme ve tadına doyulmaz heyecan çoktan bedenimi sarmış, sevinç paçalarımdan çekiştiriyor ve sürekli aynı şeyi tekrar ediyor: "Biz, Tiflis'e gitmeliyiz!"

Bir şey var; kuvvetli bir aşkın çekim alanında bizi ısrarla tutan garip ama çok da tatlı bir şey bu. Çok daha popüler, çok insanın "Ora varken ora mı?" diye burun bükeceği şehirler geçmiş aklımızdan çok kere... Düşünmemişiz, 'O da bizi sever mi?' diye.

Bir ev buluyorum. Booking.com'dan. Göz göze geldiğimiz anda vuruluyorum. Basit bir kriterimiz var bizim; şehir ve o şehirde yaşanacak hikâyemizle uyumlu, baş rol dağılımında sorun yaratmayacak bir paydaş olması. Hissim kuvvetli ve 'kesinlikle' diyor, 'o'. En şahane yol  arkadaşıma linki gönderiyorum.

Bayıldı bile. Kalınacak yer cepte.

En kolay ulaşım otobüsle. Garip ama öyle. Karadenizden uçakla ulaşım aktarmalı; Samsun-İstanbul-Tiflis, Tiflis-İstanbul-Samsun. Aktartmadaki bekleme süreleri uçuş süresinden fazla. Uzun otobüs yolculuklarını özlemişim ayrıca. İlkyazın doğada yarattığı fışkırışın tadını çıkarmalıyız! Üstelik coğrafya Karadeniz!

Batum-Tiflis tren yolculuğu ise bir ukde.



30 Mayıs

İki gündür sağ ayağım, tabanı yere basılamayacak biçimde ağrıyor, acı veren bir ağrı bu; yoldan vazgeç dedirtecek biçimde, kaybedilecek maliyeti  göze aldıracak derecede bir ağrı. Yoğun bir tedavi uyguluyorum ama nafile.

Yolda olmak, isterse 2 saatlik olsun, benim için kargaşadan, akıp giden hayatın çirkin yanlarından kopma, her şeyi unutma ve yolun sunduğu hikâyelerin içinde kaybolup harikalar diyarı ile buluşma hali. Öte yandan bir şehri yürümeden gezmek hiç de bize göre bir şey değil. Değişik seçenekler geçiyor kafamdan. Olmadı burada oturacağıma orada oturur, en azından geçmişin ve bugünün oradaki kokusunu hisseder, pencereden akıp geçen zamana bakar, evde, yerel tatlar ve içeceklerle kurulmuş bir masada, en sevdiğim yol arkadaşımı dinler, gülüşünde ve gözlerinde kaybolur, onun heyecan yüklü anlatımıyla şehrin tadını çıkarırım. Planım bu.

Uyandığımda bir şey yok, geçti mi diye düşünüyorum. Bir yandan korku var içimde. Basmaya korkuyorum. Yüzleşiyoruz acıyla. Moral biraz bozulsa da yılmak yok. Birden kışlık outdoor ayakkabıları denemek geliyor aklıma, yapısı sağlam ve ayağı sabitlemeyi beceriyor sonuçta. Deniyorum, biraz acı olsa da basıp yürüyebiliyorum. Seviniyorum. O halde bu ayakkabılar geliyor. Diğer seyahat eşlikçilerim ile birlikte sırt çantamı hazırlıyorum.

Servis saat 15'de. Bir telefon konuşması ve son teyitleşme. O benden önce binecek.

Son kontrollerimi yapıyorum, her şey tamam. Sırt çantamı alıp düşüyorum yola. Yazıhane eve yakın.  Biraz acı hissetsem de sağlıklı yürüyebiliyorum. Servisi bekliyorum. Birazdan en sevdiğim yol arkadaşımla buluşacağız. Üzerine basmadığım sürece bir ağrı yok. "Hahh servis de geldi!" Benle kaç seyahat yapmış sırt çantamı yüklenip biniyorum servise.

O da ne! Yol arkadaşım serviste yok.

"Başka bir servis  mi var?"

"Hayır"

"Üniversiteden bir arkadaşım binecekti."

"Yazıhanedeki kıza işaret ettim, var mı yolcu diye, kimse yok dedi."

"Mümkün değil, en az yarım saat önce gelir o."

"Geri dönemez misiniz?"

"Dönemem, minibüsle Denizevleri'ne gelsin orada beklerim" 

Buluşuyoruz Denizevleri'nde. Görevli kızın hatası, dışarıda bekleyeceğinin altını defalarca çizmesine rağmen unutuvermiş. Belki de yerinden kalkıp da bakmadığı için bindiğini düşünmüş yolcunun ve yan yola girip yazıhanenin önüne gelmeyen, üzerinde şirkete ait bir ibare olmayan midibüsün şoförünün ana yoldan yaptığı işareti cevaplamış muhtemelen kendisi.

Neyse, an itibari ile her şey yolunda. Yola gitmenin o kıpırtılı, diken diken, hep çocuk ama hep çocuk heyecanının, tadına doyulmaz meraklarının, doğan güneşin, batan güneşin, parlak ve kocaman ayı takip etmenin, mola yerlerinin ve defalarca geçilmiş olsa da kasabaların, şehirlerin, girilen küçük garajların, oradaki telaşların  tadını çıkarma zamanı.

Biraz eski olunca insan eskinin güzergâhlarını da anıyor elbet. Perşembe'nin, Yalıköy'ün içinden geçen, denizin bazen altınızda bazen yanınızda olan hallerini, güneşin denizin üzerinden batışını, doğuşunu, Giresun'u Rio'ya benzetmeme neden olan adasını arıyor insan. Çevre yolları ne yazık  izin vermiyor o güzel anların, kıvrıla kıvrıla giden yolların, her virajın çıkışının sunduğu sürpriz güzelliklerin tadını çıkarmaya. Belki de bir sürprizi vardır yolun kim bilir, işte bu, işte böyleydi bizim yolumuz da dedirteceği bir yer.

Hava geceye döndükten bir süre sonra yemek için mola veriyor otobüs. Memnunuz yolculuktan. Hostesimiz tatlı bir genç kadın. Gürcü. Otobüs için fazla olduğunu bile düşündürtüyor insana.

Şirin bir yer, öyle çok otobüslü mola yerlerinden değil, yemek tezgâhı, fırından çıkmış Karadeniz pideleri çağırıyor. Bi bakalım o halde: Tek kalmış güveç 'ben, ben' diyor. Gözüm onda. Cacık göz alıcı. Hımmmm pilav şehriyeli. Küçük pideler fırından, sıcacık. Mutfakta çalışanlar ve yemek verenler kadın. Gürcü olacaklarını düşünüyoruz.

"Şu güveci alalım lütfen."

"Bir de cacık."

"Ve bir pilav lütfen."

Çok az pide ve suları da alıp arka taraftaki açık bölüme geçiyoruz. Deniz dibimizde, ay denizin üstünde. Ve martılar... Hava şahane bir yaz serinliğinde. Mutluyuz. Tadını çıkarıyoruz yiyeceklerin.


"Hımmmmmm âlâ bir güveç."

"Güzel ve serin bir cacık."

"Ve şahane bir eşlikçi olarak pilav."

"Kesinlikle."

Pidelerin kalanlarını martılara atıp, çaylarımızın tadını çıkararak bu güzel ilkyaz akşamını içimize çekiyoruz. Kalkma vakti. Haaa mola yeri Giresun civarında solda, kavşaktan dönüp gelmek gerekiyor eğer gidiş yönündeyseniz. Adı Kerasus. Beklentinizi çok yukarıda tutmayacaksanız, her şeye bir sebep bulan biri değil de koşullara bakıp samimiyetin farkını hisseden, yolu ve yol mekânlarını seven biriyseniz tadını çıkarın.



31 Mayıs

Giresun, Trabzon, Rize, Hopa derken Sarp sınır kapısına varıyoruz. Kapı sakin, bu güzel. Otobüsteki tüm eşyalarımızı alıp iniyoruz. Önce çıkış pullarımız için 15'er TL ödüyoruz.  Suratlarımızı ve kimliklerimizi dikkatlice inceleyen yakışıklı genç polis basıyor damgayı. Nedense en sevdiğim kadının pasaportuna bakınca, Balıkesir'den nereye çıkış yapıldığını merak ediyor. Yunanistan'a cevabı merakını gideriyor. Sanki illa da bir haşarılık, ya da muziplik yapması gereken sevimli bir çocuk. Kesinlikle eğleniyor işini yaparken ve bu yakışıyor film karakteri kılıklı gence.

Üstü dahil her tarafı saclarla çevrili, upuzun bir koridordan yürüyoruz; bilim-kurgu bir film ya da bilgisayar oyunu tadında, gizemli, metalik ve ıssız bir yol. Free-Shop'ları şimdilik es geçiyoruz. Biraz daha yürüdükten sonra açık bir alana çıkıyoruz. Gürcistan'a hoş geldik.  Oradan aydınlık, tuvaletleri hariç, temiz ve ışıltılı bir binaya giriyoruz. Kadın polis çok ciddi. Sovyet terbiyesi almış belli. Sıfır mimikle inceliyor kimlikleri ve bizi. Emin oldu ve bastı damgayı.

Sırt çantalarımızı x-ray'den geçirmek için bekliyoruz şimdi. Bavul taşıyan Gürcü hamallar bizim yandan geçebileceğimizi söylüyorlar. Geçiyoruz. Biraz ilerde aynı tarafa geçmemiz gerekiyor ve x-ray tam karşımızda. Polis Türkçe konuşabilen genç biri. Bu da bizimkine nazire yapar bir yakışıklılıkta. Güleryüzlü.

"Çantaları x-ray'den geçirelim mi?"

Gülümsüyor. Esprili.

"İlaç, içki, ziynet falan var mı?"

"Yok."

"Buradan geçebilirsiniz."

"Teşekkürler." 

Gümrük çıkışındaki geniş alanda diğer yolcularla otobüsü bekliyoruz. Otobüste süresini doldurmuş bir Azeri yolcu varmış, sınır dışı edilen. Onun yüzünden süre uzuyor biraz. O arada Tiflis'e varana kadar ihtiyaç olur diye 10 Dolar bozduruyorum. Para az diye kuru çok önemsemiyorum. Aynı alanda bile kurlar farklı, ayrıca fazla bozdurmanıza gerek yok.

Yeni gün yavaş yavaş ışımaya başlıyor. Doğa muhteşem, Eski Sovyetler Birliği izlerinde gözlerim.  Bizim coğrafyanın tahribi ve betonlaşmasının aksine, son derece bakir ve 'Karadeniz'in yeşili bende' diyen bir coğrafya. Muhteşem manzaralar eşliğinde keyifle yol alıyoruz. Batum'a varınca denizle buluşuyoruz yeniden. Eski Sovyet toplu konutları dökülüyor ama izleyene yaşattığı tat başka. Tek katlı binalar, küçücük dükkanlar, eskilik, sokakları süpüren kadınlar bir zaman yolculuğunun oyuncuları. Öte yanda yeniden kurulan bir şehir var: Bir Las Vegas Junior. Kumarhaneler ışıltılı, yapımları süren otellerin hepsi dünya markası. Tüm inşaatlar tamamlanınca başka, bambaşka bir şehir olacağı kesin. Dünya zenginlerinin yeni kumar ve eğlence merkezi. Bense eskinin izlerindeyim; sayfiyedeki kuvvetli hikâyeler anlatan evlerin, demir yolunun, eski köprülerin, kolhozların ve doğanın.

Artık daha çok düzde gidiyoruz. Batum'da şoför değişti ve yenisi epey hızlı. Duble yollarda Amerikan kılıklı ekip arabaları. Bir yerleşim merkezine, Lanckouiti'ye girdiğimizde duruyoruz. İnecek biri var diye düşünürken arkadaki polis arabasını görüyorum. Radara yakalandık kesin! Bekleme süresi uzayınca iniyoruz aşağı. Hostes koltuğundayken, emniyet kemersiz yakalanmış kameraya. Ekibin tüm çabaları yetersiz kalıyor. 1000 TL karşılığı bir ceza yiyorlar, ikinci kez olduğundan. Şoförün ehliyetini alıyorlar ve uyumaya çekilmiş şoför yeniden direksiyona geçiyor.


Tüm o süreçte bu şirin yerleşimi, Lanckouiti'yi, otobüsten fazla uzaklaşmadan gezmeyi ihmal etmiyoruz. En sevdiğim kadın bir evin bahçesindeki siyah köpekle dostluğu kurdu çoktan. Bi de dikkatimizi çeken borular var; bunlar havada ama yerleşim ve kırsalı boyunca uzayıp gidiyorlar, önce su için olduğunu düşünürken, doğal gaz boruları olduğu kanısına varıyoruz sonunda.


Sevmiştik ekibi ve üzülüyoruz cezaya. Gerçi Ankara'dan Tiflis'e giden otobüsün, indi bindilerle birlikte yaptığı hasılat içinde çok da büyük bir kayıp olmadığı hissini veren bir rahatlık da var kendilerinde.

Kahvaltı için mola vakti; küçük, şirin, biraz derme çatma, inadına sevimli, doğanın içinde bir yer.  İzci kampında sayabiliriz kendimizi. Hımmmmm yemekler güzel, kahvaltılıklar da, bir çorba içsek mi? Tuvaletlerden sorumlu teyze sert ve titiz. Tuvaletler tüm ilkelliğine inat tertemiz. Sonuçta bir köyün kıyısındayız. Demir yolundan kütük yüklü katarlar geçiyor. Sık ve yemyeşil ağaçların arasındaki bir yokuşu, tadını çıkara çıkara tırmanıyorlar. Selam çakmayı ihmal etmiyor makinist. Bir tren delisi için eşsiz bir manzara. Yolunuz açık olsun. Çorbam lezzetli. Güneş şefkatli. Ekip neşeli.


Dağları, sonsuz yeşili, aşağımızda kalan köyleri, düzlükleri, masmavi ve çağıl çağıl ırmakları izleye izleye sabahın ve ikram edilen kahvelerin tadını çıkarıyoruz. Yer yer uyumamıza rağmen gece, en ufak bir yorgunluk hissimiz yok. Oysa ne kadar da endişeliydim, günü ziyan edersek diye.

Düz bir yolda ağaçların ve yeşilin içinde ilerliyoruz, çok küçük bir yerleşime yaklaştığımız belli, ileride sola keskin bir viraj var, ve görüş alanımda ilgimi çeken bir şey. Önüne geldiğimizde bayılıyoruz gördüğümüze; şirin, ama çok şirin, minicik bir yiyecek satan yer,  AVM'lerin içindeki pideciler gibi, hani tasavvur edin diye öyle diyorum, yoksa bu çok kendine özgü, yazıları ve renkleri çok şirin, mini, içine girilemeyen, bağımsız bir dükkân, tezgâhın arkasındaki, önlüğü üzerinde, tertemiz abla çok tatlı. "Ahhh bir dursa otobüs!" Geçiyoruz önünden. Lezzetin kokusu buram buram. Ve sonuç itibari ile oluyor kocaman bir ukdemiz daha. Aklımız sende abla. Bir gün mutlaka!

Tiflis artık iyice hissediliyor. Tabelayı ben uyurken geçmişiz ama bölgeyi tanıyorum.  Zestafoni. Şarap Bölgesi. Ve eski başkent Mtshketa. Arabaylaysanız peşin peşin uğrayın bence. Tiflis sizi severse bırakmayabilir! Hem öğlene doğruysa varışınız, ya da daha geç vakit, bir kadeh hoş geldik şarabı içersiniz kim bilir? Arabayı kullanan hariç ama.

Şehire giriş insanı korkuya kaptırıyor, 'Bura mı ya?' benzeri bir duyguyla... ırmağın rengi şaşırtıyor, aldanmayın, alışıyorsunuz sonuçta. Gözlerim etrafta, ah burada inebilseydik keşke, tahmin ettim ki bizim mahalle... otobüs şehrin içinden geçip garajlara varıyor. Önce Old Town'a nasıl ulaşacağımızı öğrenmemiz gerek. Hımmmm hostesimiz var!

"Old Town'a nasıl gidebiliriz?"

"Old Town????!!!"

Biraz anlatmaca.

"Haaa Marjanishvili. Önce Marjanishvili'ye gitmeniz lazım, sonra oradan devam edersiniz."

Bir taksici ile konuşuyor, 15 Lari istiyor, çok diyor, 12'ye iniyor ama onu da kabul etmiyor ve garajların dışında bir taksi bulmamızı öneriyor. Teşekkür edip çıkıyoruz garajlardan.

"Biraz yürüsek mi?"



Tbilisi Loves Us 

Geniş ve bol ağaçlı bulvarda yürüyoruz, karşıya geçmelerde çekingeniz. Öyle yazılarda öyle şeyler vardı ki dersiniz tüm şoförler kasap ve medeniyet bu şehre hiç uğramamış. E sonuçta İstanbul trafiğinde yıllarca karşıya geçmeyi başarmışız. En sevdiğim kadın korumam altında. Vururlarsa önce bana vursunlar.  Sıkıntı çekmeden geçiyoruz karşılara. Güzel ve yeşil bulvarda yürürken, birikmiş insan kalabalığı dikkatimizi çekiyor. Az önce telefona "Tbilisi loves you." cümlesi düştü.  

"Yaşasın, sevdi bizi!"

"Çak."

Televizyon kameraları ve basın ve de halk tıka basa. Soruyoruz nedir bu diye. İki gün önce halk çok geniş katılımlı bir yürüyüş yapmış meğerse, mafya ve onunla iş birliği içinde olduğunu düşündüğü polis teşkilâtı hakkında. Bu kez polisler eylemde. Kaldığımız dört gün boyunca bu olayın tüm yansımalarına tanıklık edeceğimizin henüz farkında değiliz ama. Ve demokrasi bilincinin bu şehre nasıl yerleşmiş olduğunun tadına. Şehrin kullanıma açık ağının adı Tbilisi loves to you. Bir çok bölgede ulaşım var ve işe çok yarıyor kendisi.



Biraz daha yürüdükten sonra gayet şık ve zarif ve ciddi bir hanımefendiye soruyoruz.

"İngilizce biliyor musunuz?"

"Evet."

 "Marjanishvili'ye nasıl gidebiliriz?"

"Şu otobüsle ya da şu numaralı minibüsle gidebilirsiniz."

"Kart nereden alabiliriz."

"İleride bir metro istasyonu var, oradan alabilirsiniz."

"Teşekkürler."

Özellikle gençlerle İngilizce iletişim kurmak mümkün, Onunla İngilizce konuşurken, birbirinizle Türkçe konuşmanız sonucunda  "Türk müsünüz?" diye Türkçe soran kişilerle karşılaşırsanız şaşırmayın. Kısacası iletişim kolay. Üstelik benim İngilizceyi fluently konuşabilen bir yol arkadaşım var.

"Bir taksiye binelim o halde."

Abi Gürcü. Bir şekilde iletişiyoruz. 10 Lari istiyor, sonuçta 6 Lari'ye anlaşıyoruz. Konuşkan. Kartını veriyor hemen, hani çevreye gitmek isteriz diye. Önerilerde bulunuyor. Bilinç altına reklam faaliyeti çok göstere göstere olsa da sevimli. Tatlı adam. Avradı Azeriymiş, ondan kaynaklı kısmen anlayabiliyormuş Türkçeyi. Bi de sussa. Mahalleye geldik, ve bayıldık Marjanishvili Meydanına. Şimdi bizim caddeyi bulacak abi. Sora sora buluyor. O bölgeye taşıt giremediği için bizi çok yakın bir yerde bırakıyor.

Davit Aghmashenebeli Street. Güzel caddemiz. Barlar Sokağı bir nevi. Pırıl pırıl genç kızlar; İngilizceleri güzel, tam da bizim Çiçek Pasajı ve benzer yer garsonları gibi mekânlara çağırıyorlar. Ama biz önce "evimize" gitmeliyiz. İşte şu pembemsi cepheli binada bizim "evimiz". Güzel olduğunu biliyorduk da canlısı başka oluyor elbet.


Demir kapıdan giriyoruz. Güzellik ve Masaj salonu olan dairenin camından avluya bakan genç ve de güzel kıza soruyoruz, üst kat olduğunu söylüyor evimizin. Ev sahiplerimiz bizi bekliyor. Tatlı insanlar. Film yönetmeni ve İngilizce öğretmeni bir çift. Son temizlikler yapılıyor. Anahtarları teslim alıyoruz ve içerideyiz.


"Burası çooooooooooooooooooooooookkkkkkkkkkkkkkkkkk güzel yaaa!"

Komşularımız da. Kısa bir yerleşim eyleminin ardından, dışarıdaki masada avlunun tadını çıkararak kahvelerimizi içiyoruz. Sonrasında duş, kısa bir dinlenme ve kendimizi sokağa atma zamanı. Evde a'dan z'ye her şey düşünülmüş; çok iyi elden geçirilmiş ve çok da zevkli döşenmiş. Masanın üzerindeki kırmızı şarap klas. Çalmak isterseniz bir de piyano var. Mesela içimizden biri çaldı. Duvardaki yağlı boya resimler aile fertlerinden, özellikle de hanımefendinin elinden.


Avludan çıkar çıkmaz her biri çağıran şirin kafelerin önüne düşüyoruz. Önce buralarda olduğunu düşündüğümüz Ziraat Bankasını bulup biraz Lari çekmeliyiz. Bu cadde üzerinde olduğunu görmüştüm şehir haritasını incelerken ama otobüs garajlara giderken de başka bir bölgede önünden geçmiştik. Muhtemelen taşındı, belki hâlâ burada ufak da olsa bir ofis vardır umudundayız.


Evden çıktıktan hemen sonra, yeni doğmuş bebek gözlerle etrafı incelerken bir avlunun içinde gelin-damat görmek hoş oluyor. Ama asıl hoş olan fotoğraf tamamlayıcısı unsurlar. Avlunun kemerli girişi ise kaymaklı ekmek kadayıfı. Şemsiyeler zaten rüya gibi. İçerdeki kafe gözümüzden kaçmıyor tabii ki. Belki bir akşam biralarının tadına bakarız. Tbilisi ilerleyen zamanda iyice anlayacağımız üzere sürprizleri bitmeyen bir şehir. Mesela ev sahibemizin bile bilmediği, muhteşem bir mekânda yemek yiyip şarap içtik bir öğleden sonra desem, bu, sürprizli şehir iddiamın altını çizmiş olur di mi?


Lüks bir otelin kapısındaki şık üniformalı gence soruyoruz. İngilizce.

" Ziraat Bankası nerede?"

Konuşma İngilizce devam ederken yukarıda bir yerde bahsettiğim olayı yaşıyoruz ve Türkçe devam ediyor konuşma. Bir tarif veriyor ama orada yok banka, emin oluyoruz ki benim gördüğüm yere taşınmış. Boş veriyoruz para çekmeyi. Ahhh şu koca bina. Muhteşem bir dış cephe. Helâl olsun yapana.


Cadde ağaçlık, binalar hoş, havamız güzel. Tbilisi'yle iyice kaynaştık. Mutluluğumuz katmerleniyor. Baka dura meydana varıyoruz, enteresan, hiç terlemedik. İstasyonun olduğu binayı tahmin ediyorum. Yine de soralım ama. Bingo! Önce minik miktarlarda dolar ve euro bozduruyoruz; ben küçük bir yere, yol arkadaşım euro bozamadığı için banka nizamındaki bir döviz bürosuna.. hem kur iyi hem de kurumsal kalitesi yüksek bir yer. Hemen Marjanishvili Meydanında ve metro istasyonunun olduğu binanın yanında. Metro, otobüs ve teleferikte geçerli  kartlarımızı da ikişer Lari karşılığında alıp beşer Lari de yükletiyoruz. Tam anlamıyla Tiflisli olduk şimdi.


Biraz meydanda oturup etrafı izliyor, terası olan mekânlardan birine oturup bir şeyler atıştırsak mı diye düşünüyoruz. Bundan vazgeçip geldiğimiz yolu geri dönüyoruz. Eve yaklaşınca soldaki caddeye sapıyoruz. Binaların tarihsel skalası epey geniş. Binlerle ifade edilen yıllar öncesine dayanan binalar bile var. Mahallemizin Spar'ıyla tanışıyoruz bu arada. İki tane armutlu gazoz ve üzeri şekerli pastayı kapıyoruz ve karşısındaki parka konuşlanıyoruz. Tam karşımızdaki küçücük bakkalaysa bayılıyoruz. Keşke oradan alsaydık. Köşedeki yerel marketi de yazdık aklımıza.


Gazozlar nedense fazla tatlı geliyor bu kez bana. Bitiremiyorum. Parktan yukarı doğru yürümeye devam ediyoruz ve sola giden caddeye baktığımızdaki büyük bina dikkatimizi çekiyor.

"Fabrika olmalı burası."

"Kesinlikle Fabrika"

Neredeyse her Tiflis  yazısında mutlak görülmesi gereken yer olarak önerilen mekan. Dışarıdan pek etkilemiyor da avlusuna yönelince tamam dedirtiyor.


Eski bir fabrika'yı kocaman bir hostel yapmışlar. Avlusunda canlı müzik çalınan güzel mekânlar var. Yaz akşamları tadı çıkarılası bir yer. Düz bir bina demeyin ve kesinlikle akşam saatlerinde binanın içine girin, kocaman lobisi, mutfağı ve yemek bölümünü gezin. Cıvıl cıvıl öğrenci kaynıyor, hatta imreniyor insan.


Dışarıda biraz oturuyoruz. Mekânlar inceleme altında. Burada mı takılsak bu akşam? İki mekânı gözümüze kestirdik yalnız dışarıdaki masalar dolu. Fıçı üstü iki masa ve yüksek sandalyeler var, uzun süreli bir oturma için uygun bulmuyoruz. Hımmm şu mekân da güzel. Oturuyoruz. Menü ve biraların 33'lük oluşu cazip gelmiyor. Bu kez bizim caddedeki mekânlar için ona doğru yürüyoruz. Düğün fotoğrafı çekilen avludaki mekân ilgimizi çekmişti lakin dolu. Sonuçta isli Gürcü sosisleri, füme et ve bira alıp evde masa kurmaya karar veriyoruz. Şimdi alışveriş için üst caddeye. Mahallemizin marketinden alışveriş yapalım ama. Giriyoruz. Şarküteri reyonuna bayılıyoruz lakin iletişim zor. Ürünlerle ilgili bilgi alışverişini sağlayamıyoruz. O halde Spar'a... hem mezeler de vardı onda.

Eleman İngilizce konuşabiliyor. Aynı ürünlerden var burada da... yerel lezzetler yani. Bir kaç meze, iki farklı sosisten yeter miktar, iki kişilik füme et, ekmek, kabuklarıyla haşlanmış dereotlu ve baharatlı baby patatesler, 2,5lt Kozel, 2 şişe de 50'lik Gürcü birası kapıyoruz. Biralar sudan ucuz, diğer içkiler de... Mesela 2,5 lt Kozel, 7,5 Lari. Kur 1TL 0,56 Lari an itibariyle.


Sosisler hafifçe tavaya değerken, masayı hazırlıyoruz. Hımmmmm füme et... bir tadalım bakalım. Lezzetli.. Kozel aşığıyız zaten. Ama Gürcü biraları başrolü alıyorlar. İs tadı, kuvvetli biralar, aromalar, sohbetin dibi, yolun hafızaya yer etmiş tadı, avludan gelen televizyon sesi, yan daireden avluya düşen müzik, karşı balkondaki yaz sohbeti, uzaktaki Radison'un ve yanındaki binanın ışık gösterisi, karşı tepedeki, ışık saçan dev uzaylı(!), kolektif bir uyumla muhteşem bir senfoni sunuyorlar bize.

"O halde şerefine."


Yoksa Tiflis de mi Bizi Çok Sevdi?

27 Nisan 2018 Cuma

Vişneli Çikolata Tadında Bir İstanbul Günü

Öncesi


Otelle ilgili tüm olumlu düşüncelerimizi ters yüz eden anlar 

Kartı yeniden tanımlayıp elimize veriyor resepsiyondaki görevli. İyi bir genç adam. Kadim asansörü daltonlar kapınca yine binemiyoruz kendisine. Oda kapısının önündeyiz, sakiniz, keyfimizi harcatmayız. Okutuyoruz kartı bir kez daha ama kilidin inadı inat. İki oda yan tarafta da sorun var. Uğraşıyor hanımefendi. Daltonların annesi. O halde yeniden resepsiyon. Bu kez masada oturan gece sorumlusu müdür, ya da güvenlikten sorumlu müdür ile istişare ediyorlar durumu. Resepsiyondaki genç adamın çabası sorun çözmeye yönelik. Bir telefon görüşmesi. Akabinde teknik ekibin kapıyı açacağını, kendisini odaya yönlendirdikleri bilgisini veriyor. Yeniden asansör, koridor ve kapının önündeyiz. Bekliyoruz... İlgili kişi geliyor, çok şükür. Ve kapıyı açıyor. Anahtarla. Peki.. gece bir şekilde dışarı çıktık diyelim, döndüğümüzde kapıyı kim açacak? Teknik kişi. İnsan o anahtardan bir tane de müşteriye vermez mi? Bu duyarsızlığın ardından koca 5 yıldızlı otelin oda temizliği sırasında değiştirilmiş çarşafının bir kenarında küçük bir yama görmek ne hissettirir müşteriye? "Hadi çarşafı atmaya kıyamadınız, küçültüp tek kişilik yapmayı da mı düşünemediniz" dedirtir mi?

Diyoruz.

Hatta bir kez daha bu otelde kalmayı düşünür müyüz diye soruyoruz birbirimize. Üstelik hiç de müşkülpesent insanlar değiliz. Genellikle bulunduğumuz şehrin koşullarına bakıp kusurları anlayışla karşılarız. Sorun etmediğimiz gibi keyfimize de soğan doğratmayız. Ama burası İstanbul, güzide bir bölge ve 5 tane yıldızı kapmış bir otel bu.




25 Mart Pazar

Odanın ve yatağın hakkını yiyemeyiz; güzel uyku, güzel bir sabah. Güneş nazlı. Bizse umutlu. Ana cadde gürültüsüne uzak köşe odamızın bir penceresinden görünen sokak Asmalı. Bütün pencerelerimizin baktığı oteller, binalar, yan sokaktaki dükkana mal indiren panelvanın açılıp kapanan sürgülü kapısının telaşı, ardında bekleşen araçların sabırsız homurtuları, biraz ötedeki bakkaldan gelen kepenk sesi ve insanlarıyla sabahını yazan bir gün. Mutluyuz. Saat 10 civarı. Kahvaltıyı öğle yemeği ile birleştirme fikrindeyiz.  Bir rotamız var. Resepsiyondaki genç kız tatlı. Zaten teslim edecek bir anahtarımız yok. Çıkış bilgimizi verip ayrılıyoruz.


Güneş yok ama yine de sevimli sayılabilecek bir hava; hikaye tamamlayıcısı. Galata Kulesi göz hizamızda. Beyoğlu Belediyesinin önünden geçtikten hemen sonra sağda kalan apartmanın adı dikkat çekici. Daire Apartmanı. Eski bina. Muhtemel ki ve tahminimizce bir resmi dairede çalışan insanların oluşturduğu kooperatifin eseri. İnsanı geçmişe ışınlıyor. Önünde T.C. yazan kurumların anlamının olduğu güzel yıllara...


Bir sokak ve caddenin kesişme noktasındaki bu güzel bina kaçmaz. Sokağın adı bina ve coğrafya ile pek uyumlu: Müellif. İlk belediye caddesi tarafından aşağı iniyoruz. Hamursuz Fırını açık olsaydı keşke... Hayat yeni yeni uyanmaya başlamışken, Galata kültürüne katkı yapan kahve dükkanları, manavlar, giysi satıcıları, butik oteller, avangart esintiler, sokaktaki kediler, takı tasarımcıları ve de özgün kafelerine baka baka dolaşmak şahane

Kule civarı her ne kadar henüz yükünü almamışsa da terasından İstanbul solumak isteyenlerin oluşturduğu sıra kayda değer. Alandaki bir ağaca asılı Galata kulübünün bayrağı Alkaralarla kardeş. Aynı ağaçta asılı maçın saatini belirten tabela sevimli. O zamana kadar İstanbul görmemiş çocukluğumun sevdiğim kulüplerinden biri; futbolcu resimleri çıkan sakızlardan tanışıklığımız... Semt takımı taraftarı olmak güzel bir aidiyet. O halde bir gün Rasattepe ve çocukluğumun güzel mahallesi üzerine de uzun uzun yazmalıyım.


Hımmmmmm cam üzerine sanat. Şu, mavi tonlarının hakim olduğu yelkenli çok hoş. Kalmalık bir vitrin... Tosbaa... sevimli dükkan.. Şu tablo da çok güzel ama. Ennn sanatkar kadın dayanamıyor, tanışıklığı var dükkanla; seviyor kendisini. Dışarıda, tatlı tatlı yağan yağmurun kokusunu duyumsayarak, kapüşonu çekip, bir saçak altından gelen geçeni izlemek de keyifli! Dükkan el değiştirmiş meğerse. Tabelaları değişecekmiş gün içinde. Sanata eli yatkın yol arkadaşım hemen ahbaplığı kuruveriyor -yeni- sahibesiyle.  Suadiye'deki atölyelerine gideceğiz bir dahaki sefere.


Kamondo merdivenlerinin yanından geçip, dik yokuş yerine dik merdivenlerini kullanarak sokağın, iniyoruz Karaköy'e. İstikametimiz Sirkeci. Kadim köftecinin peşindeyiz bu kez.


Bu cadde ile ona en yakışan havada ve ışıkta denk gelmek günün bonusu. Aslında iki günü, bir gecesiyle birlikte  sadece Karaköy'e ayırıp tek tek fotoğraflamak gerek binalarını. Hımmmm... bu konuyu bir düşünelim. Galata Köprüsüyse eskisini aratıyor her seferinde, allahtan balık tutanlar bir nebze unutturuyor çirkinliği. Çok uzun zaman oldu Eminönü-Sirkeciye geçmeyeli. Taksim sektörün first class'ı ise burası daha Anadoluydu. Giden mağazaların yerine gelenler yadırgatıyor beni. Adres bulmakta zorluklar yaşatıyor tıkış tıkış hali. Namlı Rumeli Köftecisini arıyoruz; piyazın harbisini, köftenin âlâsını... Biraz uğraştan sonra buluyoruz mekanı,  lakin kapalı. Gün Pazar, bizse cumartesi hissiyle yaşıyoruz onu. Ne yazık ki Filibe de kapalı.


Mois şu hayatta tanıdığım en saf en temiz en naif adamlardan biri. Musevi.. Piyasanın kadimlerinden. Uzun yıllar büyüklerden birinde çalıştıktan sonra, bir  iş hanının üst katlarından birinde raflarını tahta sandıklardan oluşturduğu küçük iş yerini açtı Taksim'de. Eski bir ayakkabı ustası olan babasıyla birlikte çalışıyorlardı. Onunla kendi aksanları ile tartışmalarını izlemek Eprahim Kishon hikayeleri okuma lezzetindeydi. Birlikte yaşıyorlardı. Babaya tuttuğu yas ise  kültürlerini tanımak adına kazançtı; yas süresince yıkanmamak, tıraş olmamak, üzerindeki giysileri yırtmak gibi pek çok şeyi o zaman öğrenmiştim. Yıllar yıllar önce Filibe Köftecisine ilk onunla gelmiştik. Sonra çok takıldım  götüre götüre bir köfteciye götürdün diye... "Ama en iyi ve tarihi bir köfteciye," diye altını çizdi her seferinde. Bir gün yazarsam sektör üzerine bir yazı, önemli figürlerin yaşayanlarını bulup konuşmalıyım; benim küçük gözlerle biriktirdiğim, onlarınsa büyük ve en verimli olduğu günleri.

Sirkeci Garının önünden karşıya geçiyoruz. İstikamet Kadıköy. Yağmur güzel güzel ıslatıyor. Anılar, isimler yağmurun pencerelerden akış hızıyla geçiyor. Hoşça kal Sirkeci. Uzun uzun görüşeceğiz bir sonraki seferde..




Kadıköy'e geçmeden asla

Yağmur mutedil, hava da öyle. Günün rengi bizim için sorun değil. Güvertede oturabiliriz. Köprünün altındaki mekanlar hazır. Hatta anın tadına varmış bir kaç masada bir kaç keyif insanı dahi var. Bu yakadan Galata Kulesi etrafındaki bina kalabalığı ile birlikte güzel. Hezarfen az sonra uçacakmışçasına bir sevinçle bakıyorum ona. Martılar geleneksel şovları için hazırlar. Karaköy'ün inşaat alanları sanki bedenden kopup gitmiş birer cansız uzuv. Tarihi çirkinleştirecekleri güne hazırlanıyorlar.


Delisiyiz vapurların. Henüz yazılmamış Kuzguncuk günlerimizde, Kadıköy'den Üsküdar'a, Eminönü üzerinden gitmişliğimiz dahi var. Bir güvertede martılarla uçmak insanı uçuran bir şey kesinlikle. Ya Haydarpaşa... İncecik bir sızı çoktan yerleşti kalbe. Kahrolası hikaye bozucular. Bir yanda inşaat hüznü bir tarafta protesto çadırlarının umut kıvılcımları. İnadım inat diyen inşaat iskeleleri. Ve uzun hikayeler biriktirmiş mahzun iskele.


Sırt çantalarımızı önceki seyahatlerden birinde keşfettiğimiz, iskelenin karşısında ve biraz sola yürüdükten sonraki arada tütün ve mamulleri satmanın yanı sıra emanetçilik de yapan -güvenilir- dükkana bırakıyoruz. Saat epeyi oldu. Karnımız aç. Üsküdar'a, Hünkar'a gitme meylim var. Hava şüpheli, dolayısı ile uçuş saati önemli. O halde Çiya.

Bir alternatif aklımızı çeler mi diye tur atıp sokaklarında çarşının, geliyoruz tekrardan Çiya'ya. Hep önünden geçtiğim ama şu güne kadar bir türlü içimde bir heyecan yaratıp da kendine çekemeyen "popüler" lokantaya. Kalabalık. Girişteki yemeklerin önünde kalıp göz atıyor, ahçı ile de sohbet ediyoruz.

"Bana badem çağlalı kuzu lütfen."

"Bana da lahana dolması lütfen."

"Bir de mücver lütfen."


İçinde çağla geçen hiçbir şeye dayanamayan yol arkadaşım pek mesut, heyecan yaptı.  Üstelik de epey acıkmışız. Bir tadına baksam... Hımmmmm....  Usulünce ve yöresine uygun  pişirilmiş, içinde nohut, badem çağlası, kuzu eti olan, yoğurtla terbiyesi yapılmış yemek lezzetli. Çağla aşı.


Yanına yoğurt koyularak servis edilen dolmalar, tadı anlamında pek sorun yaratmıyor. Lakin lahana yemekleri cennetinden gelmiş beni de heyecanlandırmayı pek başaramıyor. Öncelikle kemik ile lezzetlenmiş bir ıslaklık arıyorum ki yok. Bu manada kurak bir tabak.

İçine koyulmuş otlardan kaynaklı olarak mücverler damak alışkanlığımızdan farklı olsalar da hem ebatları açısından hem de lezzet itibariyle hoşumuza gidiyorlar. Belki de çok halklı bir ülkede yaşıyor olmanın keyifli yanlarından biri bu; yöresel ve farklı renkliliklerimiz gibi benzer yemeklerimizde rast geldiğimiz hoş nüanslar...


Tezgahın başındayken bana tereddüt yaşatan ve hayalimdeki tadıyla öne çıkıp galip gelen lahana dolmasında aradığını pek bulamayan şahsım bir de patlıcan kebap paylaşma fikrinde.

"Bir patlıcan kebap lütfen."


Ya çok fazla pişmiş, ya da bekleme süresinden kaynaklı olarak iyice gevşemiş sebzeler... Tat tamam ama heyecan verici değil. Tabakta bir canlılık yok. Dirilikten yoksun. Dünden kalmış diyesim bile var neredeyse. Porsiyonlar mı az yoksa ben mi çok açım bilemiyorum. Kişisel olarak, en azından tabak ebatları gözümü doyuramıyor. Söz konusu en az iki kişi ile çok şey tatmaksa uygun.

"Bir pilav lütfen."


Karabiberle tatlandırıyoruz kendisini, bir yavanlık hissi alıyorum nedense. O kadar öne çıkarılmışlığına rağmen mekan, belki de kalabalığından kaynaklı olarak, belki de popülaritesinin yüksekliğinden, belki farklılığını ve "özgünlüğünü" bir şekilde gözüme sokuyor olmasından kaynaklı olarak, belki de ön yargılarımdan sebep çok heyecanlandırmıyor beni.

Ama Kadıköy'de dolaşmak güzel. Balık pazarı canlı. En sevdiğim kadın füme eti gördü. Abinin esnaflığı sevimli. Eski adam. Bakınırken kaptı bizi. Aile işletmesi. Pastırmalar Kastamonu'dan. Sohbetimiz güzel. Alınası epey şey var. Eti alıp çıkıyoruz. Bir ampul yanıyor bende... "Bir gün," diyorum, "bu çarşıdan alışveriş yapalım, sonra sahilde bir kuytuya konuşlanalım, şöyle sırtımızı Kadıköy kalabalığına verip vapurlara karşı bir rakı keyfi yapalım."  Anlaştık. Kadıköy konaklamalı bir seyahat.




Bir ara sıcak vakti

Ora mı bura mı derken daha önce de aklımda yer etmiş, bana hep tereddüt yaşatmış Gemide'de karar kılıyoruz. Hem barlar sokağının kalabalığından uzak hem de hayatın akışkanlığının içinde bir yer.

"Tuborg fıçı bira var mı?"

"Yok"

"İki Tuborg lütfen"



Biralar kısmen karlanmış, o derece soğuk yani. Bu güzel!.. Mekanı sevdik. Günün bu saatine çok uygun. Dışarıda bir çarşı kalabalığı ve lezzetli bir canlılık hüküm sürerken burası açık denizde, şahane bir kadınla kendi kalabalığını yaratıp, sakin sakin yol almak gibi. Üstelik masada kül tablası var!

O halde şerefine.

Uzun, çok keyifli bir  zamanı geçiyoruz Gemide. Kahvelerimizi içip çıkıyoruz karaya. Hep önünde kaldığımız ve merak ettiğimiz Surp Takavor Ermeni Kilisesine uğramış, ayini parmak ucu kaçırmış, mumlarımızı yakıp dileklerimizi dilemiştik zaten. Üstelik sabah ayininin ardından yorgun düşmüş ve ortalığı temizlemekte olan abinin tatlı sinirliliğini de pek sevmiştik.

Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan eyleme. Sevdiklerimiz için önce Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Sonra kendimiz için Baylan'a.

"Vişneli çikolata lütfen." 

Artık Kadıköy'e veda vakti. İstikamet Havabüs. Emanetten çantalarımızı alalım önce. Hava hâlâ ıslak. Yürürken birer çikolata yiyelim. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

Havabüs durağının yakınındaki satıcı teyze ısrarla sesleniyor kalabalığa, o an harekete hazır belediye otobüsünü işaretliyor. 5 liraya gittiğinin altını çiziyor. Kesemizin koruyucusu bu teyze ne yazık ki kimse tarafından umursanmıyor.

Havabüsteki koltuğum arızalı, sırtımı dayadığımda direk yatıyor. Dolayısı ile arkaya rahatsızlık vermemek adına dayayamıyorum. Bu beni kızdırmayı, huzursuz etmeyi başarabiliyor mu? Tabii ki hayır.

Ve Sabiha Gökçen. Henüz kalabalık değil.

Check-in, bagajlar, uçuş kartları.

Üst kat, rahat koltuklar.

En sevdiğim kadın Americano'larla geldi. Vişneli çikolatalarımız da var. Lakin ben kitabımı bagaja giden sırt çantama koymuş olmanın mutsuzluğunu yaşıyorum. Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı. Okuma hızımın en yavaşladığı süreçte, ara vererek okumama rağmen bütünlüğünü hiç kaybettirmeyen, kendini unutturmayan şahane kitap.

İniş trafiği yoğun, kalkışta da en az beşinci sıradayız. Kaptanımız anons ediyor. Erken çıkmamıza rağmen pist başında zaman kaybediyoruz.

Güzel kalkış, kaybı geri döndürmeye azmetmiş bir kaptan pilot.

Ve vaktinden önce Samsun.


5 Nisan 2018 Perşembe

Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans

Öncesi



Her anı "sevelim diye varolmuş günler"in güzelliğine


Yaşayacağımız bir masal, bunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Şu an sadece bir masada iki kişi var. Biz de on dakika erken geldik. Rezervasyon sorumlumuz adına ayrılmış masa hemen piyanonun yanında, sandalyelerden birinin duvara bakar halini saymazsak âlâ. Sandalyeyi hemen diğer yana alıyoruz ve masamızın güzelliğine güzellik katıyoruz. Yeni doğmuş bebek gibi her tarafı inceleyip hafızamıza kaydediyoruz. Rus şarkılarının çalındığı mekânla fena halde kaynaşıyoruz. Çünkü ruhu var, ve bu ruh geçmişin tüm güzelliklerini içinde barındırıyor; sıcacık, kendine güveniyor, şefkatli ve güvenilir. Ne hava atıyor, ne de en ufak bir kasılma emaresi taşıyor. Ve hatta an itibari ile bayılmış ve kendimizi ona teslim etmiş durumdayız. İlk görüşte aşk bizimkisi.

Her masaya koyulmuş küçük vazolardaki papatyalar şirin. Masadan kaldırılan, rezervasyon yapanın adının yazılı olduğu kartı rica ediyor ennn sevdiğim kadın. Ayaspaşa hatırası. İtiraz edeceğimiz, eleştireceğimiz hiçbir şey yok an itibari ile. Barın arkasındaki Abi kadim. Gece boyunca herkese yetişen, Özbek olduğunu düşündüğümüz ve finalde bunu teyit ettiğimiz bıcır bıcır genç kız menü ile geliyor ve zarifçe masamıza bırakıp, çekiliyor.


"Bir etli votka tabağı lütfen, yalnız menüde 3 kişilik yazıyor, onu iki kişilik yapmak mümkün mü?"

"Elbette."

"35'lik mi karaf?"

"10 shot çıkıyor."

"Bir karaf da sarı votka lütfen."

"İsterseniz yarım karaf getirir diğerini dolapta bekletirim."

"Teşekkürler."

"Bir de havyarlı blini lütfen."


Etrafı süzmeye devam ediyoruz. Süzdükçe bütünleşiyoruz. En sevdiğim fotoğrafçı yine bir şeyi yakaladı derken bara doğru yürüyor. Ve yukarıdaki fotoğrafla dönüyor.

Gitmeden önce sitelerinde menüyü incelerken Rakı fiyatının 500 TL oluşu dikkatimi çekmişti; bunun kasıtlı olduğunu düşünmüş ve ennn bayıldığım kadınla paylaşmıştım. Menünün altındaki, sonuna gülücük koyulmuş "Rus lokantasında rakı içmenin bedeli" cümlesini görünce kahkahayı koyveriyoruz. Belki de bu ülkede en çok satacakları içkiden, konsepte sadakat göstererek, her şeyin öncelikle kazanca odaklı olduğu bu dönemdeki bu vazgeçişi takdir ediyoruz.


Tüm yiyeceklerin taze taze hazırlandığı bu güzide lokantada önce buzzzzzz gibi sarı votkamızın ilk yarısı geliyor. Birer shot koyuyoruz bardaklarımıza. Hoş geldik... İyi ki geldik!

""На здоровье"

"Ha здоровье"*


İçinde dana dil, erikli tavuk rulo, soğuk haşlanmış antrikot ve kızarmış ekmekler olan etli votka tabağı göz alıcı. Krep içine havyar koyularak rulo yapılmış ve dilimlenmiş blini hoş. Sarı votkaya bayılıyoruz. Onunla ilk tanıştığım âna gidiyorum, Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan o meşhur darbenin hemen arkası günler, şahane bir grubuz, Aziz şu alemin en iyi mekânlarında çalışmış, orduevinin her şeyi olan kişi. O unutulmaz anların yaşandığı şehre anlam kattığı kesin. Onun yaptığı sarı votka gününü doldurdu. İçilebilir. Hepimiz için bir ilk. Şahane bir limon, karabiber, votka buluşması. Başka bir boyut. Muhteşem bir lezzet. İz bırakıyor.

Sonraki yıllarda çok kere kendim de yapıyorum. Ve bugün anlıyorum ki biz limon kabuğunu fazla koyup onu baskın kılarak işi biraz limonçelloya çeviriyormuşuz. O günden bugüne kadarki zaman aralığında içtiğim sarı votkalar da kendince güzel. Ama olması gereken, ilk içilendeki o olağanüstü lezzete ulaşabilen bu. Tadını çıkaralım o zaman.


Biz güzelden anlayan, samimiyeti hissedebilen, değişik tatları anlamlandırıp, kendi alışkanlıklarımızdan uzak olsa bile güzelliğini fark edip tadını çıkarmasını bilen, onların hikâyesine kolaylıkla adapte olan iki kişiyiz. Belki de yemek konusunda tutucu olan, standartları belli, alışkanlıklarından ötesini anlamlandırıp kıymetli bulmayan insanlar için uzak bu lezzetler. Tadı tuzu konusunda farklı duygular taşıyabilirler. Bizse bayılıyoruz. Blininin içindeki havyar için siyah olsaydı, diyoruz elbet. O zaman oluşacak fiyata ne denirdi peki, ve tadını çıkarıyoruz soğuklarımızın. Bir de şuba salatası sipariş ediyoruz. Yarım hazırlatırım diyor, genç kızımıza Junior diye hitap eden genç adam. İkisi de baba diyorlar barın ardındaki maestroya.


Selyodka, pancar, patates, havuç, soğan, yumurta, mayonez: içinde küçük parçalar halinde turşu da olan şuba salatasının diğer oyuncuları. Tüm oyuncuların katlar halinde güzel bir armoni oluşturduğu, kendine has, bizce güzel tadı olan, geceye yakıştırdığımız bir lezzet bu. Arada bir dilinize gelecek marine edilmiş balık parçacıklarına itirazınız yoksa, afiyetle yiyin.

Saat 20'sularına gelince  yükünü almaya başlıyor lokanta. Rezervasyonsuz gelenler geri çevriliyor, telefonla arayıp yer ayırtmak isteyenlerden özür dileniyor. Bizse cumartesi akşamı için kaç ay evvelden ayırtmıştık masamızı. 

Canlı müzik saatleri geldi. İki güzel ve zarif kadın; piyanistimiz ve solistimiz. Kimseyi rahatsız etmez adımlarla geliyorlar. Piyanonun sesi ilk tuşa basıldığı andan itibaren ele geçiriyor ruhlarımızı ve ona eşlik ediyor kış buğusu sesiyle solist. Müziğin kıymetli, eğitiminin kaliteli ve yüksek olduğu bir coğrafyanın insanları sonuçta. Rusça şarkılarsa bize yakın. Gecenin zarafeti ve sıcaklığı gittikçe katmerleniyor. O halde "Za drujbu!"


Piyanonun sihirli tınıları ve Rus dilinin o romantik, en hareketli şarkılarda bile hüzün izleri yüklenmiş, anlamadığınız sözcüklerdeki hikâyeleri aklınıza çizip, ruhunuzun derinliklerine gönderebilme becerisi; yaşadığımız masalı boyutlandırıyor. Bitmesi istenmeyen gecelerden biri bu.

"Bakar mısınız lütfen!"

"Bir Piroskhi ve bir patlıcan rulo lütfen."


Birer ısırık alalım bakalım piroşkilerimizden, sıcacık, bir yudum da sarı votka. Hımmmmmm âlâ. Lahanalar muhteşem pişmiş, güzel bir ara sıcak. Hemen pişi ile eşliyor aklım. Fırından çıkmış gibi gözükseler de ben yağda çok başarılı bir şekilde, gram çektirmeden kızartıldıklarını söylüyorum. Soruyoruz genç adama. Önce bir miktar fırınlandığını, sunum aşamasında ise yağda kızartıldığını söylüyor. Havamı atıyorum elbette. Gurme miyim ben yoksa?

İçinde peynir, kendi yapımları tuzu az tadı tatlıya yakın mayonez, sarımsak ve bir miktar yeşillikle muhtemelen ızgara edilmiş ya da piroşkideki gibi başarıyla kızartılmış patlıcanlarla rulo yapılarak tamamlanmış bu soğuk yiyecek çok hoş ve lezzetli. Votkaya şahane bir eşlikçi. Bayılıyoruz.



Hımmmmmm bu şarkı çok tanıdık, Миллион алых роз .*** Solistimizin yorumu ise alıp götürüyor. Ama gecenin finaline doğru Kalinka başlayınca, salonu tutmak mümkün olmuyor. Genç adam ve genç kızımız da pek güzel eşlik ediyorlar şarkıya. Barın ardındaki Abi zaten muhteşem. O çoğu zaman gözlerini şarkıların söylendiği yerden alamıyor. İfade şahane, o ifadenin dışa vuran duygusu ise öylesine tertemiz ki. Bir roman yazılabilir; alt yapısı dokunaklı Rus tınıları olan olağanüstü güzel gece ve güzel gözlerle baktığı her şarkıyı alkışlamaktan geri durmayan bu şahane abi üzerine.

Birden Happy Birthday'in Rusçası başlıyor, kalabalık bir masada doğum günü var. Kimse duyarsız kalmıyor, geniş katılımlı bir kutlama halini alıyor doğum günü. Bir süre sonra da bir başka masaya geliyor üzerinde mumlarla doğum günü pastası, aynı şarkıyla ve aynı coşkuyla iyice kaynaşıyor salon.

Bu küçük ve şirin lokantanın orta kısmına, barla piyano arasına ve yakınına iki kişilik masalar koyulmuş. Dört kişilik ve daha kalabalıklar için olan iki masa da salonun iki tarafına ve bunların arkasına. Güzel bir akşam için çok ince bir düşünüş bu. Bir çok yerde olduğu gibi olayın dışında bir alana atmamışlar çiftleri. Baş başa güzel bir gece için her şeyi yapmışlar.

Ana yemek içinse seçim zorluğu içindeyiz. İki farklı ana yemek söyleyip paylaşmak için halimiz yok. Çünkü final hayalimiz medovik. Oysa aklımızda fır dönenler çok. Ana yemek menüsü zengin. Hepsi birbirinden çekici.

"O halde bir klasiği deneyelim mi? Hem kendi yaptığım kievskilerdeki başarımı test etmiş olurum."

"Âlâ"

"Bir porsiyon kievski lütfen" 


Burası  mahallemizdeki bir lokanta. Bir kaçı methini duyup da başka semtlerden gelmiş, ağırlık bölgemizin insanları. Sanki evimiz bir kaç sokak ötede. Tüm bu insanlarla bir göz aşinalığımız var sanki. Aynı zevkleri paylaştığımız ve iyi insanlar olduğumuz kesin. Müdavimleriz. Rafine ama sıcak ilişkiler kurabilen zevklere sahibiz. Genç yaşlı hepimizin hayatla ilişkisi şahane. Ortak bir çok zevkimiz olduğu mutlak. Şu doğum günü kutlanan masadaki genç adam kadehindeki şarabı ne de zarif, incelikli ve güzel çalkalayıp renklerine ayırıyor. Vallahi yakışıyor. Biraz önce coşkulu bir şarkıyı söylerken solistimiz, hızlanmışken piyanoya dokunan zarif parmaklar, arka masadan kalkan, yaşça bizden büyük hanımefendi nasıl da önlerine gelip bara bir şey söylerken, iki arada bir derede şovunu sergileyiveriyor. Hem ne kadar tatlıydı. Ya gittiği masadaki, saçları kırlaşmış, şık takım elbisesi içindeki uzun boylu yakışıklı beyefendi. 


Mekânı, orada olmanın verdiği hissiyatı, yaşadığımız tadı yukarıdaki cümlelerle anlatıyoruz birbirimize. Hiçbir yerde olmayı burası kadar özlemeyeceğimiz kesin. Zamanın tüm kirlenmişlerinden uzak, ruhuna dokunulmamış, lezzetli ânların, huzurun, neşenin, mutluluğun ve aşkın en güzel hissedilebileceği bir yer bu kadim lokanta. Her şey açık ve net. Kusursuz, güvenilir ve sempatik bir hizmet sunulan.

"Ben mi kesim siz mi kesersiniz?"

"Siz kesin lütfen."


İlk izlenimim, sarılması dışında benim yaptıklarımdan pek farkı olmadığı noktasında. Belki ben biraz daha yağ çektiriyor olabilirim ki o hali seviyorum. Bir de içine tereyağı ile birlikte kaşar peyniri ve tane karabiber koyuyorum. Lokma alındığında karabiber patlasın ve onun acılığı votka ile dindirilsin diye. Kendi yaptığımın dışında hiçbir yerde kievski yememiş olduğumun da altını çizmeliyim elbette. Bu ilk.

Biraz daha keselim ve açalım üstünü... İlk lokmalar... Hımmmmmmmmm, pek lezzetli. Ben de yapıyormuşum ama! Önemli nüanslar var, kabul. Mesela bir daha yağ çektirmemeye gayret ederim. Sonrasında fırınlarım, içi biraz daha pişsin, yağ üzerinden gitsin diye. Kullandığım kaşarı kesinlikle başka peynirle değiştireceğim, ıspanağı kıyacağım ve başka bir yeşillikle de deneyeceğim mutlak.

Garnitürün sosunu kıskanıyorum. Çıtır çıtır havuç rendelerine ve patateslere çok yakışmış. Ekşiliği kıvamında, çok lezzetli ve votka ile şarkılar söyletiyorlar damaklarımıza.

Gece muhteşem devam ediyor. Eksik olan kar. Buz tutmuş camlar ve kayıp düşmekten sakınarak yürünecek sokaklar. Bir gün mutlaka!


"Bir medovik lütfen."

"Medovik maalesef."

"Biraz önce şu masaya servis edilen medovik'e benziyordu?" 

"Napolyon; benzer ve içinde az miktarda vişne var."

"O zaman Napolyon lütfen." 

Hayalim yıkıldı, Antalya yazısında bu geziye ve burada yenecek medovik'e gönderme yapmıştım oysa. Artık bir başka zamana. Cuma ve cumartesi  Napolyon'un. Karafın ikinci yarısı da bitmek üzere, birer shot finale.

Hımmmmmmmm lezzetli. Eser miktarda şeker içeren krema ve kararında pişip, krema ve vişne ile lezzetlenmiş iç kısmı hafifçe yumuşamış milföy süper. Üzerine serpiştirilmiş hamur kıtırları lezzetli. Güzel yemeğe, güzel akşama, güzel bir final. O halde şerefe.

Kapanış saati geçti. Rusça şarkılar banttan. Masalar yavaş yavaş boşalıyor.

"Hesap lütfen"

Menüdeki porsiyonların bölünmeyeceğini varsayarak bir tahminim vardı. Ama bölünebilir olunca, rakamı revize ediyorum. Ennnnn tatlı kadının en tatlı haliyle yaptığı tahminle aramızda epey fark var. O daha yukarıda. İkimiz de yanılıyoruz. Üzerinde olmak kaydıyla daha yakın benim tahminim ama.. Paha biçilimez bir tat aldığımız bu akşamda, tam 5 saati keyifle geçirdiğimiz bu güzide mekâna ödediğimiz para 295TL+bahşiş oluyor.

Samsun'dan sadece burada bir akşam yemeği için geldiğimizin ve memnuniyetimizin altını çizip teşekkür ediyoruz, babaya. O da öyle güzel cümlelerle karşılık veriyor ki.

"Her şey o kadar güzeldi ki..."

"Çok teşekkürler."


Dışarıda şefkatli bir kuzey soğuğu var. İstiklâl açık dükkanları ile gündüz kalabalığında. Akdeniz şefkatli. Tünele yaklaştıkça kalabalık ve hayat yavaşlıyor. Büfeden iki su alıp vuruyoruz aşağı. Asmalı'nın mekânlarında insanlar var ama nerede o eski canlılık... Otelin hemen yanındaki binanın en üst katında müzik alabildiğine. Odanın kapısında sorun var, elektronik kart açmıyor. O halde resepsiyona.


Vişneli çikolata tadında bir İstanbul günü

30 Mart 2018 Cuma

Üç Sergi, Kadim Lokantada Bir Öğle Yemeği ve İstanbul


24 Mart Cumartesi 

Bundan öte yurt içi seyahatlerinizde 45 dakika önce check-in işlemlerinizi tamamlamalısınız diyor Pegasus. İktidar partisinin 6.olağan il kongresi olduğunu ve de cumhurun başının kongreye katılacağını düşünürsek, alınacak güvenlik önlemlerinin boyutunu da öngörebiliriz. O halde erken çıkmakta yarar var. Bizi havaalanına bırakacak kardeş arabayı çalıştırmış ve bekliyor. Son kontroller de tamam. Asansör, bahçe kapısı ve günaydın. Önce ennnnnnnnnn bayıldığım yol arkadaşımı almak için ona doğru gidiyoruz. Arabasını dönüşte ineceği servis noktasına park etti. Hoppidi hoppidi geliyor

"Günaydın."

"Günaydın."

Salih Usta'ya uğramadansa asla! Kardeş sanayide esnaf kahvaltısına gidecek, o nedenle istemiyor.

"İki tane kıymalı, iki tane de patatesli kol böreği lütfen."

Allahtan yol boyunca bir kez durduruluyoruz, onda da arabaya bir göz atıp yol veriyorlar. Elbette ki geyik yapmaktan geri kalmıyoruz. Çevre yolunda bir aracı sağından geçerken, sola giremeyeceğini anlayıp da öndeki kamyonları sağlayan kardeşe de olmazsa olmazımız olan ayarı veriyorum.

Alanda 6 adet silahlı helikopter bekliyor. Uçuşumuz gelecek uçaktan epey önce olduğu için henüz bir kargaşa yok ortamda. Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarını alıyoruz. Bistroya konuşlanabiliriz.

"İki Amerikano lütfen."

"Özür dilerim, elektrikler yok, o nedenle yapamıyorum."

"Bekleriz."

"Bir 15 dakika sürer muhtemelen."

"Sorun yok."
.......
......
......

"İki çay lütfen."

"Kahve için kusura bakmayın lütfen."

Kibar ve tatlı kız.

Böreklerimiz şahane.



Güzel kalkış, bulutların üzerindeyiz. Neredeyse teker koymaya yakın görünüyor Sabiha Gökçen. Enteresan... ilk kez Havabüs için kuyruktayız. Aracın kapısı açık değil ve üzerimdeki montu kapüşonlu ile değiştirmediğim gibi su geçirmez ayakkabılar da çantada. Hava şehrimizin aksine burada sert. Rabbimin hikmeti işte. O an ufak bir serzeniş hissetsek de kadim bir hayalin gerçekleşeceği akşam yemeğinde çok anlamlı olacak kuzey sertliğindeki hava.


Taksim'de iniyoruz. Küçük vadinin karşı yakasındaki binalar bir sonraki sefere kesinlikle yok. Kentsel dönüşecekler. Uzun yıllara yayılmış çok keyifli bir dostluğumuz var bölgeyle. Çocukluğumu bilir benim. Türkiye'nin yedek parça sektörünün kalbinin yıllarca attığı yerdi burası. Şimdi yerinde olmayan, çekindiğim için bir türlü giremediğim Çin lokantası ne kadar ilgimi çekerdi. Şu köşede Vatan Ticaret vardı. Esnafın âlâsı Nuri Amca. O mağazanın hikayesini yazsam sonu Vatan Bilgisayar'a varır mesela. Taksim'in o yıllarını, sektörün gelişimini ve değişimini, farklı kökenlere ve dinlere mensup eşsiz karakterlerini kesinlikle yazmalıyım.

İstiklal'e girdik, caddenin düzenlenmesinde açıkçası koparılan kıyamet kadar bir çirkinlik göremedik, saksılarda ağaçlar arandık sağda solda ama yoktular. Haaa ruhunu yitiriyor mu bölge dersek, gündüz olmasa da gece yitirdiği kesin. İranlı olduklarını düşündüğümüz gençlerin yaptığı müzik latin kokuyor ve çekiyor. Tam Fransız Kültür'ün önündeler, güzeller ve güzel de çalıp söylüyorlar. Şarkı bitiğinde alkış kıyamet. Dinleyenler mutlu. Kasa fena değil.

Henüz yazılmamış iki İstanbul seyahati gibi bir hedefe odaklıyız yine. Bu öyle bir ukde ki içimde, anlatılamaz. Yıllarca her İstanbul dönüşünde, Gümüşsuyu Ulusoy'un eski yerinde beklerken 21 otobüsünü, önüne gidip gidip dönerdim onun, önceleri, tıfıl bir çocukken çekinirdim. Sonra benim kadar istemeyen insanlar oldu yanımda. Ama şimdi!

Önce öğlen yemeği yemeliyiz, sabah kahvaltı ettik de sayılamaz. İstiklale gelince iyi yemek nerede yenir? Kesinlikle Hacı Abdullah'ta.  Genç bir kadın karşılıyor kapıda, sonra da kadim garson. Yemeklere bakıyoruz tezgahtaki. Gerçi bakınca kafa karışıyor, seçim zorlaşıyor ama ben beğendili kebabı daha bu seyahati planlarken koymuştum kafama.

"Bana beğendili kebap lütfen."

"Ben yarım bamya çorbası, yarım da beğendili kebap alabilir miyim lütfen" 


İlk kez mekanın adı Hacı Salih'ken sevmiştim kendisini. En sevdiğim iki arkadaşımdan diğeri ile gelmiştik. Usta çırak zincirinin devamında tekrar adı Hacı Abdullah'a dönüşse de ilk kez Hacı Salih'ken yediğim lezzette en ufak bir kayıp yok.

Ennn sevdiğim kadın benden uyanık davrandı, yarım bamya çorbası ve yarım beğendili kebap çifte kavrulmuş gibi. Aslında bir tabakta istediğiniz kadar farklı yemeği bir araya getirebilirsiniz. Ben beğendili konusunda nettim, lakin bamya çorbasının tadına bakmadan geçemem. Hımmmmm... tek kelime ile muhteşem.


Yemekler damakları tahrik edince kısa bir istişare sonucu pilav ve komposto ilave etmeye karar veriyoruz. Seçim ennnnnnnnnnnn sevdiğim kadına kalıyor. Bizzat gidip bakıyor, elbette fotolarını da çekiyor ve ayva kompostosunda karar kılıyor.


Artık neredeyse hiç bir lokantada rastlayamadığımız pilav geliyor, arpa şehriyeli elbette. Ne güzel... Komposto ölmelik. Olağanüstü bir lezzet, her zamanki gibi. Karanfil, biraz tarçın, ayvanın lezzeti, renk uyumu gurmik bir senfoni. Kaseye giren kaşıkta kesinlikle pilav taneleri olmalı.  Türk Mutfağı ise kesinlikle yaşamalı. Yeni nesiller de şehriye ve pirinç tanelerinin kaldığı kaşığı kompostolara daldırmalı ve ölmeli.


Kahvelerimizi içip muhteşem bir öğle yemeği keyfi yaşamanın ardından, herkese teşekkür edip, 106 TL tutan hesabı ödeyip vuruyoruz çantalarımızı sırtlarımıza. Önünden geçerken dikkatimizi çeken Yapı Kredi Kültür merkezindeki sergiyse bingo. Kesinlikle görmek istiyordum ama burada rast geleceğimi bilmiyordum. Günün bonusu.

Odakulenin hemen yanındaki sokaktan Meşrutiyet Caddesine doğru kıvrılıyoruz. Gidilecek mekanla uyumlu otel seçme konusunda bir kez daha tam isabet yapmış mıyım bakalım. Bu kez kendime fazlası ile güveniyorum.

Veee ta ta ta taaaaaaaaaaaaa... huzurlarınızda Palazzo Donizetti. Adını vakti zamanında aynı sokakta oturmuş, Sultan II.Mahmut döneminde ülkenin ilk askeri bandolarını eğitmiş  paşa unvanlı İtalyan Giuseppe Donizetti’den almış, ihtişamlı ve şık girişi ile etkiliyor insanı.

Resepsiyondaki hanımefendi yakışıyor binaya. Sıcak bir karşılama. Asansör kadim. Odaysa umduğumuzdan güzel, adeta bir suit. Hani yazar olsam oturup burada yazarım kitaplarımı, burada kabul ederim dostlarımı. Takılırım Asmalımescit'in mekanlarında. Dalar giderim Pera'ya... İtiraf etmeliyim ki şu cümlelerin hepsini sarf ediyorum odada. Üstelik kahvaltı ve yemek salonu Altın Boynuz manzaralı. Kullanmıyoruz. Kusurları da var elbette. Onlar saati geldiğinde.

Kısa bir dinlenmenin ardından, çıkıyoruz sokağa, Galata Kulesi görüş alanımızda. Ona doğru yürüyüp, Tünel'e doğru vuruyoruz ara sokağa, Antiochia'nın önünden geçip çıkıyoruz İstiklal'e. Rezervasyonumuz saat 19'a. St.Antuan'a bir uğrayalım ama.



Şehirlere Alışamadı

Hemen söylemeliyim ki her aşamasında küratörlerini çok takdir ettiğim, yazara yakışır bir sergi bu.  Hikayesini güzel anlatıyor. Kendi çektiği fotoğraflar etkileyici. Duygusu geçiyor insana. Bulunduğu şehirlerde yazdığı hikayeleri ve şiirleri destekleyen şarkıları isterseniz her birine yerleştirilmiş kulaklıkları takıp dinleyebiliyorsunuz.


Tren sesini duyduktan sonra projeksiyonla yansıtılan demir yolu görüntülü perdenin arasından geçtiğimiz kısmın iki yanına döşenmiş sembolik raylar zekice. Oradan çıkınca camdan bir Sabahattin Ali karşılıyor. Duygusu muhteşem bir an. Gözleri yaşarıyor insanın ve bir sızı yerleşiyor kalbe. Düşünenlere ve o şekilde yerleştirenlere alkış.


Yazarın baktığı yerde eşi Aliye ve kızı Filiz Ali'nin olduğu bir fotoğraf var. Birbirlerine bakıyorlar. Uzaklar yakın oluyor. Hasretin dramı göz uçlarınıza damlalar sıralıyor. Kalbinizi muhteşem bir sıcaklık sarıyor..


Eğer salona koyulmuş üzerinde yeşil zeytinler olan zeytin ağacı ile iki arkadaşı bir kompozisyonda birleştirirseniz, kesinlikle kendinizi o yıla ışınlayabilirsiniz. Sergiye ilgi yoğun. Halkımız seviyor Sabahattin Ali'yi. Her siyasi görüşten insanlar üstelik. "Abi," demişti gözleri parlayarak, bizim inşaatın mobilyalarını monte eden ekipten, Adıyaman'daki bir zatın müridi de olan genç çocuk. "Eşime doğum gününde bir kitap almak istiyorum." Gözlerindeki heyecan aşkının açık bir kanıtıydı. Gurur duyuyordu karısının üniversitede öğrenci olduğunun altını çizerken. Sevdiğinin o anı, ona olan hayranlığını görebilmesini o kadar istemiştim ki. Madonna da önerdiklerimden biriydi. Ertesi gün gözlerindeki ve sesindeki titreyişte görmek gerekirdi mutluluğu. Bi tanesi o kitabı okumayı çok arzuluyormuş meğerse.


"İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi; Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi- kucak açmayı bu adla anlatmak istedim," demiş İlhan Koman. İki kez fanatiklerin saldırısına  uğrayıp birinde ancak kolu kırılabilen bu demirden heykel artık huzur içinde bulunduğu yerde... kocaman kucaklıyor insanlığı. Gece ona doğru yürürken ki görkemi muhteşem. 


Hera Büyüktaşçıyan, Ali Taptık ve Marco Di Giovanni’nin hazırladığı üç sanat projesinden oluşan “Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Yapı Kredi Kültür Sanat müze katında. Danışmendoğulları, Artukoğulları, Mengüçoğulları ve benzerlerinin başına geçen beyler adına basılan mangırlar ilginç.


“Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Elden Ele, Elden Ötedekine’ isimli mekanik heykeli ki tesadüfen ileri doğru gittiğimde çalışan mekanizmanın harekete geçmesiyle hareketlenen ellerin başında toplanan insanları ürkütme anı ve ardındaki şaşkın kahkahalar eğlendiriyor hepimizi. Giderseniz deneyin. Ali Taptık’ın ‘Apofeni Topografyası’ isimli fotografik yerleştirmesi ve Marco Di Giovanni’nin ‘Bir Koleksiyondan Bitmek Bilmeyen Hikâyeler” isimli hayali haritaları da enteresan.. Görülmeli.


Kitap sitelerinden taksitle de alınabildiği için banka kitapçılarını takdir eder ama zorunlu olmadıkça alışveriş yapmam. Bu kez mangırların olduğu yerden görüntüsü etkiliyor ve çağırıyor. Serginin kitabıyla karşılaşmak, tüm duvarlarımı yıkıyor ve onu alıyorum. İçine saatine kadar yazıp tarih atıyorum. Sergi hatırası. Ennn kitapsever yol arkadaşımsa o dahil bir kaç tane daha alıyor. Başkaları taksitlendirirken bankaların yapmıyor olması yüzünden, bazılarını almasına engel olabiliyorum ama iki tanesi için yapabileceğim bir şey olmadığını kabul ediyorum.


Mağazanın almaya teşvik eden tüm kışkırtıcılığına rağmen iradem galip geliyor ve yürüyoruz caddede. 19'a daha vakit var. Adımlar yavaş, heyecan yükseliyor. Fransız Kültür'ün önünde yine bir grup var. Biz vardığımızda keman çalan güzel kız vedalaşıyor. Yoldan geçerken katılmış, misafir sanatçı. Alıyor alkışları.

Bir fotoğraf sergisi var: İstanbul 365 Gün. Çok âlâ. Çünkü henüz vaktimiz var. Kimlikleri girişe bırakıp bir kart alıyoruz. Fotoğraflar etkileyici, bir çoğunun önünde uzun uzun kalıyoruz. Pek çoğunu da beğeniyoruz. Ama bir tanesi var ki üzerine çok konuşuyoruz. Güzel kadın olmak bu işte. Yaşamdan biriktirilmişlerin yüzdeki yansıması çok güzel. Olmuşluk hali çok zarif. Tartışmasız, saf bir asalet dışa vuran.


  Her anlam içindeki bütünlük parçalar halinde, karelere sığmaya çalışıyor. İhtiyacımız olan sonsuz sanatı sağladığınız için teşekkürler!  

Geleceğin CEO'su 
Onurcan Ç.


Geleceğin ölümsüz sanatçısı 
Berkay B. 


Fransız Kültür'ün kafesini, özellikle dekorasyonda kullanılan renkleri çok seviyoruz. Bir gün yemek yiyip şarap içmeye de geleceğiz. Çalışan gençler kıpır kıpır. Sergi defterine yazılmış bizi fazlası ile gülümseten yukarıdaki cümlelerin sahipleriyse fotoğraf karesinde. Gidip konuşmamış oluşumun pişmanlığını yaşıyorum sonrasında. Çok keyifli bir sohbet olacaktı kuşkusuz.

Rezervasyon saatimize bir kahve içimlik zamanımız var. Hatta biraz da zamana yaymalıyız, kahve içimini. Uzun bekleyişlerin ardındaki kavuşmalara bayılırım. Orayı çok bekledim. Hatta bir ukdeyi canlandırıp yazıya bile döktüm. Eksik olan sadece kar ve buz tutmuş camlar. Bu gecenin ambiyansını hazırlayan melekler ellerinden geleni yapmışlar ama. Dışarıda, içte bir polar mont üzerinde bir başka mont şeklinde dolaşılacak rengi uygun, şahane bir kuzey havası mevcut.

"İki espresso lütfen."


Fransız Kültürden çıkarken asılı afişteki menü dikkatimizi çekti. Hımmmmm bir yaz akşamı için muhteşem olur. Şimdi hedefe doğru yürüyebiliriz. Bir kaç dakika erken gitmemizin bir zararı olmaz. Masanın keyfini çıkarmasını bilen insanlarız. AKM'ye üzülüyoruz ama artık çok geç. Anısı olan mekanların hiç değilse cepheleri sadece yenilense... çok uzun yıllara dayanan bir geçmişleri yoksa içlerinin yenilenmesi çok da sorun değil, çünkü teknoloji gelişiyor.


Önünde karşıya geçiyoruz, kendisine bir selam çakıp Gümüşsuyundan aşağı doğru yürüyoruz. Fischer de kapanmış. Karşıdaki Uzakdoğu restoranında da hayat belirtisi yok. Tarihi an yaklaştı. Şu an önündeyiz. Kapıya giden elim açıyor onu. Bir kaç basamak aşağı iniyoruz. O an, içeri bir göz atınca, anlıyoruz ki bu hayatımızın en güzel gecelerinden biri. Sanki hep buradaydım. İlk andan itibaren bir sıcaklık sarıyor bedenlerimizi.

Isınıyoruz.


Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans için buradan lütfen

Döndükten sonra araştırıp bulduğuma göre fotoğraftaki Hanımefendi Madam Lili Barokas'mış, 1933 yılında İstanbul'da doğmuş. Eski balerin olan Barokas bale eğitmenliğine devam ediyormuş. Barokas 50 yıllık aşk evliliğinin ardından 9 yıl önce eşini kaybetmiş. 

İstanbul 365 Gün Fotoğrafları için buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP