5 Nisan 2018 Perşembe

Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans

Öncesi



Her anı "sevelim diye varolmuş günler"in güzelliğine


Yaşayacağımız bir masal, bunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Şu an sadece bir masada iki kişi var. Biz de on dakika erken geldik. Rezervasyon sorumlumuz adına ayrılmış masa hemen piyanonun yanında, sandalyelerden birinin duvara bakar halini saymazsak âlâ. Sandalyeyi hemen diğer yana alıyoruz ve masamızın güzelliğine güzellik katıyoruz. Yeni doğmuş bebek gibi her tarafı inceleyip hafızamıza kaydediyoruz. Rus şarkılarının çalındığı mekânla fena halde kaynaşıyoruz. Çünkü ruhu var, ve bu ruh geçmişin tüm güzelliklerini içinde barındırıyor; sıcacık, kendine güveniyor, şefkatli ve güvenilir. Ne hava atıyor, ne de en ufak bir kasılma emaresi taşıyor. Ve hatta an itibari ile bayılmış ve kendimizi ona teslim etmiş durumdayız. İlk görüşte aşk bizimkisi.

Her masaya koyulmuş küçük vazolardaki papatyalar şirin. Masadan kaldırılan, rezervasyon yapanın adının yazılı olduğu kartı rica ediyor ennn sevdiğim kadın. Ayaspaşa hatırası. İtiraz edeceğimiz, eleştireceğimiz hiçbir şey yok an itibari ile. Barın arkasındaki Abi kadim. Gece boyunca herkese yetişen, Özbek olduğunu düşündüğümüz ve finalde bunu teyit ettiğimiz bıcır bıcır genç kız menü ile geliyor ve zarifçe masamıza bırakıp, çekiliyor.


"Bir etli votka tabağı lütfen, yalnız menüde 3 kişilik yazıyor, onu iki kişilik yapmak mümkün mü?"

"Elbette."

"35'lik mi karaf?"

"10 shot çıkıyor."

"Bir karaf da sarı votka lütfen."

"İsterseniz yarım karaf getirir diğerini dolapta bekletirim."

"Teşekkürler."

"Bir de havyarlı blini lütfen."


Etrafı süzmeye devam ediyoruz. Süzdükçe bütünleşiyoruz. En sevdiğim fotoğrafçı yine bir şeyi yakaladı derken bara doğru yürüyor. Ve yukarıdaki fotoğrafla dönüyor.

Gitmeden önce sitelerinde menüyü incelerken Rakı fiyatının 500 TL oluşu dikkatimi çekmişti; bunun kasıtlı olduğunu düşünmüş ve ennn bayıldığım kadınla paylaşmıştım. Menünün altındaki, sonuna gülücük koyulmuş "Rus lokantasında rakı içmenin bedeli" cümlesini görünce kahkahayı koyveriyoruz. Belki de bu ülkede en çok satacakları içkiden, konsepte sadakat göstererek, her şeyin öncelikle kazanca odaklı olduğu bu dönemdeki bu vazgeçişi takdir ediyoruz.


Tüm yiyeceklerin taze taze hazırlandığı bu güzide lokantada önce buzzzzzz gibi sarı votkamızın ilk yarısı geliyor. Birer shot koyuyoruz bardaklarımıza. Hoş geldik... İyi ki geldik!

""На здоровье"

"Ha здоровье"*


İçinde dana dil, erikli tavuk rulo, soğuk haşlanmış antrikot ve kızarmış ekmekler olan etli votka tabağı göz alıcı. Krep içine havyar koyularak rulo yapılmış ve dilimlenmiş blini hoş. Sarı votkaya bayılıyoruz. Onunla ilk tanıştığım âna gidiyorum, Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan o meşhur darbenin hemen arkası günler, şahane bir grubuz, Aziz şu alemin en iyi mekânlarında çalışmış, orduevinin her şeyi olan kişi. O unutulmaz anların yaşandığı şehre anlam kattığı kesin. Onun yaptığı sarı votka gününü doldurdu. İçilebilir. Hepimiz için bir ilk. Şahane bir limon, karabiber, votka buluşması. Başka bir boyut. Muhteşem bir lezzet. İz bırakıyor.

Sonraki yıllarda çok kere kendim de yapıyorum. Ve bugün anlıyorum ki biz limon kabuğunu fazla koyup onu baskın kılarak işi biraz limonçelloya çeviriyormuşuz. O günden bugüne kadarki zaman aralığında içtiğim sarı votkalar da kendince güzel. Ama olması gereken, ilk içilendeki o olağanüstü lezzete ulaşabilen bu. Tadını çıkaralım o zaman.


Biz güzelden anlayan, samimiyeti hissedebilen, değişik tatları anlamlandırıp, kendi alışkanlıklarımızdan uzak olsa bile güzelliğini fark edip tadını çıkarmasını bilen, onların hikâyesine kolaylıkla adapte olan iki kişiyiz. Belki de yemek konusunda tutucu olan, standartları belli, alışkanlıklarından ötesini anlamlandırıp kıymetli bulmayan insanlar için uzak bu lezzetler. Tadı tuzu konusunda farklı duygular taşıyabilirler. Bizse bayılıyoruz. Blininin içindeki havyar için siyah olsaydı, diyoruz elbet. O zaman oluşacak fiyata ne denirdi peki, ve tadını çıkarıyoruz soğuklarımızın. Bir de şuba salatası sipariş ediyoruz. Yarım hazırlatırım diyor, genç kızımıza Junior diye hitap eden genç adam. İkisi de baba diyorlar barın ardındaki maestroya.


Selyodka, pancar, patates, havuç, soğan, yumurta, mayonez: içinde küçük parçalar halinde turşu da olan şuba salatasının diğer oyuncuları. Tüm oyuncuların katlar halinde güzel bir armoni oluşturduğu, kendine has, bizce güzel tadı olan, geceye yakıştırdığımız bir lezzet bu. Arada bir dilinize gelecek marine edilmiş balık parçacıklarına itirazınız yoksa, afiyetle yiyin.

Saat 20'sularına gelince  yükünü almaya başlıyor lokanta. Rezervasyonsuz gelenler geri çevriliyor, telefonla arayıp yer ayırtmak isteyenlerden özür dileniyor. Bizse cumartesi akşamı için kaç ay evvelden ayırtmıştık masamızı. 

Canlı müzik saatleri geldi. İki güzel ve zarif kadın; piyanistimiz ve solistimiz. Kimseyi rahatsız etmez adımlarla geliyorlar. Piyanonun sesi ilk tuşa basıldığı andan itibaren ele geçiriyor ruhlarımızı ve ona eşlik ediyor kış buğusu sesiyle solist. Müziğin kıymetli, eğitiminin kaliteli ve yüksek olduğu bir coğrafyanın insanları sonuçta. Rusça şarkılarsa bize yakın. Gecenin zarafeti ve sıcaklığı gittikçe katmerleniyor. O halde "Za drujbu!"


Piyanonun sihirli tınıları ve Rus dilinin o romantik, en hareketli şarkılarda bile hüzün izleri yüklenmiş, anlamadığınız sözcüklerdeki hikâyeleri aklınıza çizip, ruhunuzun derinliklerine gönderebilme becerisi; yaşadığımız masalı boyutlandırıyor. Bitmesi istenmeyen gecelerden biri bu.

"Bakar mısınız lütfen!"

"Bir Piroskhi ve bir patlıcan rulo lütfen."


Birer ısırık alalım bakalım piroşkilerimizden, sıcacık, bir yudum da sarı votka. Hımmmmmm âlâ. Lahanalar muhteşem pişmiş, güzel bir ara sıcak. Hemen pişi ile eşliyor aklım. Fırından çıkmış gibi gözükseler de ben yağda çok başarılı bir şekilde, gram çektirmeden kızartıldıklarını söylüyorum. Soruyoruz genç adama. Önce bir miktar fırınlandığını, sunum aşamasında ise yağda kızartıldığını söylüyor. Havamı atıyorum elbette. Gurme miyim ben yoksa?

İçinde peynir, kendi yapımları tuzu az tadı tatlıya yakın mayonez, sarımsak ve bir miktar yeşillikle muhtemelen ızgara edilmiş ya da piroşkideki gibi başarıyla kızartılmış patlıcanlarla rulo yapılarak tamamlanmış bu soğuk yiyecek çok hoş ve lezzetli. Votkaya şahane bir eşlikçi. Bayılıyoruz.



Hımmmmmm bu şarkı çok tanıdık, Миллион алых роз .*** Solistimizin yorumu ise alıp götürüyor. Ama gecenin finaline doğru Kalinka başlayınca, salonu tutmak mümkün olmuyor. Genç adam ve genç kızımız da pek güzel eşlik ediyorlar şarkıya. Barın ardındaki Abi zaten muhteşem. O çoğu zaman gözlerini şarkıların söylendiği yerden alamıyor. İfade şahane, o ifadenin dışa vuran duygusu ise öylesine tertemiz ki. Bir roman yazılabilir; alt yapısı dokunaklı Rus tınıları olan olağanüstü güzel gece ve güzel gözlerle baktığı her şarkıyı alkışlamaktan geri durmayan bu şahane abi üzerine.

Birden Happy Birthday'in Rusçası başlıyor, kalabalık bir masada doğum günü var. Kimse duyarsız kalmıyor, geniş katılımlı bir kutlama halini alıyor doğum günü. Bir süre sonra da bir başka masaya geliyor üzerinde mumlarla doğum günü pastası, aynı şarkıyla ve aynı coşkuyla iyice kaynaşıyor salon.

Bu küçük ve şirin lokantanın orta kısmına, barla piyano arasına ve yakınına iki kişilik masalar koyulmuş. Dört kişilik ve daha kalabalıklar için olan iki masa da salonun iki tarafına ve bunların arkasına. Güzel bir akşam için çok ince bir düşünüş bu. Bir çok yerde olduğu gibi olayın dışında bir alana atmamışlar çiftleri. Baş başa güzel bir gece için her şeyi yapmışlar.

Ana yemek içinse seçim zorluğu içindeyiz. İki farklı ana yemek söyleyip paylaşmak için halimiz yok. Çünkü final hayalimiz medovik. Oysa aklımızda fır dönenler çok. Ana yemek menüsü zengin. Hepsi birbirinden çekici.

"O halde bir klasiği deneyelim mi? Hem kendi yaptığım kievskilerdeki başarımı test etmiş olurum."

"Âlâ"

"Bir porsiyon kievski lütfen" 


Burası  mahallemizdeki bir lokanta. Bir kaçı methini duyup da başka semtlerden gelmiş, ağırlık bölgemizin insanları. Sanki evimiz bir kaç sokak ötede. Tüm bu insanlarla bir göz aşinalığımız var sanki. Aynı zevkleri paylaştığımız ve iyi insanlar olduğumuz kesin. Müdavimleriz. Rafine ama sıcak ilişkiler kurabilen zevklere sahibiz. Genç yaşlı hepimizin hayatla ilişkisi şahane. Ortak bir çok zevkimiz olduğu mutlak. Şu doğum günü kutlanan masadaki genç adam kadehindeki şarabı ne de zarif, incelikli ve güzel çalkalayıp renklerine ayırıyor. Vallahi yakışıyor. Biraz önce coşkulu bir şarkıyı söylerken solistimiz, hızlanmışken piyanoya dokunan zarif parmaklar, arka masadan kalkan, yaşça bizden büyük hanımefendi nasıl da önlerine gelip bara bir şey söylerken, iki arada bir derede şovunu sergileyiveriyor. Hem ne kadar tatlıydı. Ya gittiği masadaki, saçları kırlaşmış, şık takım elbisesi içindeki uzun boylu yakışıklı beyefendi. 


Mekânı, orada olmanın verdiği hissiyatı, yaşadığımız tadı yukarıdaki cümlelerle anlatıyoruz birbirimize. Hiçbir yerde olmayı burası kadar özlemeyeceğimiz kesin. Zamanın tüm kirlenmişlerinden uzak, ruhuna dokunulmamış, lezzetli ânların, huzurun, neşenin, mutluluğun ve aşkın en güzel hissedilebileceği bir yer bu kadim lokanta. Her şey açık ve net. Kusursuz, güvenilir ve sempatik bir hizmet sunulan.

"Ben mi kesim siz mi kesersiniz?"

"Siz kesin lütfen."


İlk izlenimim, sarılması dışında benim yaptıklarımdan pek farkı olmadığı noktasında. Belki ben biraz daha yağ çektiriyor olabilirim ki o hali seviyorum. Bir de içine tereyağı ile birlikte kaşar peyniri ve tane karabiber koyuyorum. Lokma alındığında karabiber patlasın ve onun acılığı votka ile dindirilsin diye. Kendi yaptığımın dışında hiçbir yerde kievski yememiş olduğumun da altını çizmeliyim elbette. Bu ilk.

Biraz daha keselim ve açalım üstünü... İlk lokmalar... Hımmmmmmmmm, pek lezzetli. Ben de yapıyormuşum ama! Önemli nüanslar var, kabul. Mesela bir daha yağ çektirmemeye gayret ederim. Sonrasında fırınlarım, içi biraz daha pişsin, yağ üzerinden gitsin diye. Kullandığım kaşarı kesinlikle başka peynirle değiştireceğim, ıspanağı kıyacağım ve başka bir yeşillikle de deneyeceğim mutlak.

Garnitürün sosunu kıskanıyorum. Çıtır çıtır havuç rendelerine ve patateslere çok yakışmış. Ekşiliği kıvamında, çok lezzetli ve votka ile şarkılar söyletiyorlar damaklarımıza.

Gece muhteşem devam ediyor. Eksik olan kar. Buz tutmuş camlar ve kayıp düşmekten sakınarak yürünecek sokaklar. Bir gün mutlaka!


"Bir medovik lütfen."

"Medovik maalesef."

"Biraz önce şu masaya servis edilen medovik'e benziyordu?" 

"Napolyon; benzer ve içinde az miktarda vişne var."

"O zaman Napolyon lütfen." 

Hayalim yıkıldı, Antalya yazısında bu geziye ve burada yenecek medovik'e gönderme yapmıştım oysa. Artık bir başka zamana. Cuma ve cumartesi  Napolyon'un. Karafın ikinci yarısı da bitmek üzere, birer shot finale.

Hımmmmmmmm lezzetli. Eser miktarda şeker içeren krema ve kararında pişip, krema ve vişne ile lezzetlenmiş iç kısmı hafifçe yumuşamış milföy süper. Üzerine serpiştirilmiş hamur kıtırları lezzetli. Güzel yemeğe, güzel akşama, güzel bir final. O halde şerefe.

Kapanış saati geçti. Rusça şarkılar banttan. Masalar yavaş yavaş boşalıyor.

"Hesap lütfen"

Menüdeki porsiyonların bölünmeyeceğini varsayarak bir tahminim vardı. Ama bölünebilir olunca, rakamı revize ediyorum. Ennnnn tatlı kadının en tatlı haliyle yaptığı tahminle aramızda epey fark var. O daha yukarıda. İkimiz de yanılıyoruz. Üzerinde olmak kaydıyla daha yakın benim tahminim ama.. Paha biçilimez bir tat aldığımız bu akşamda, tam 5 saati keyifle geçirdiğimiz bu güzide mekâna ödediğimiz para 295TL+bahşiş oluyor.

Samsun'dan sadece burada bir akşam yemeği için geldiğimizin ve memnuniyetimizin altını çizip teşekkür ediyoruz, babaya. O da öyle güzel cümlelerle karşılık veriyor ki.

"Her şey o kadar güzeldi ki..."

"Çok teşekkürler."


Dışarıda şefkatli bir kuzey soğuğu var. İstiklâl açık dükkanları ile gündüz kalabalığında. Akdeniz şefkatli. Tünele yaklaştıkça kalabalık ve hayat yavaşlıyor. Büfeden iki su alıp vuruyoruz aşağı. Asmalı'nın mekânlarında insanlar var ama nerede o eski canlılık... Otelin hemen yanındaki binanın en üst katında müzik alabildiğine. Odanın kapısında sorun var, elektronik kart açmıyor. O halde resepsiyona.


Vişneli çikolata tadında bir İstanbul günü

30 Mart 2018 Cuma

Üç Sergi, Kadim Lokantada Bir Öğle Yemeği ve İstanbul


24 Mart Cumartesi 

Bundan öte yurt içi seyahatlerinizde 45 dakika önce check-in işlemlerinizi tamamlamalısınız diyor Pegasus. İktidar partisinin 6.olağan il kongresi olduğunu ve de cumhurun başının kongreye katılacağını düşünürsek, alınacak güvenlik önlemlerinin boyutunu da öngörebiliriz. O halde erken çıkmakta yarar var. Bizi havaalanına bırakacak kardeş arabayı çalıştırmış ve bekliyor. Son kontroller de tamam. Asansör, bahçe kapısı ve günaydın. Önce ennnnnnnnnn bayıldığım yol arkadaşımı almak için ona doğru gidiyoruz. Arabasını dönüşte ineceği servis noktasına park etti. Hoppidi hoppidi geliyor

"Günaydın."

"Günaydın."

Salih Usta'ya uğramadansa asla! Kardeş sanayide esnaf kahvaltısına gidecek, o nedenle istemiyor.

"İki tane kıymalı, iki tane de patatesli kol böreği lütfen."

Allahtan yol boyunca bir kez durduruluyoruz, onda da arabaya bir göz atıp yol veriyorlar. Elbette ki geyik yapmaktan geri kalmıyoruz. Çevre yolunda bir aracı sağından geçerken, sola giremeyeceğini anlayıp da öndeki kamyonları sağlayan kardeşe de olmazsa olmazımız olan ayarı veriyorum.

Alanda 6 adet silahlı helikopter bekliyor. Uçuşumuz gelecek uçaktan epey önce olduğu için henüz bir kargaşa yok ortamda. Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarını alıyoruz. Bistroya konuşlanabiliriz.

"İki Amerikano lütfen."

"Özür dilerim, elektrikler yok, o nedenle yapamıyorum."

"Bekleriz."

"Bir 15 dakika sürer muhtemelen."

"Sorun yok."
.......
......
......

"İki çay lütfen."

"Kahve için kusura bakmayın lütfen."

Kibar ve tatlı kız.

Böreklerimiz şahane.



Güzel kalkış, bulutların üzerindeyiz. Neredeyse teker koymaya yakın görünüyor Sabiha Gökçen. Enteresan... ilk kez Havabüs için kuyruktayız. Aracın kapısı açık değil ve üzerimdeki montu kapüşonlu ile değiştirmediğim gibi su geçirmez ayakkabılar da çantada. Hava şehrimizin aksine burada sert. Rabbimin hikmeti işte. O an ufak bir serzeniş hissetsek de kadim bir hayalin gerçekleşeceği akşam yemeğinde çok anlamlı olacak kuzey sertliğindeki hava.


Taksim'de iniyoruz. Küçük vadinin karşı yakasındaki binalar bir sonraki sefere kesinlikle yok. Kentsel dönüşecekler. Uzun yıllara yayılmış çok keyifli bir dostluğumuz var bölgeyle. Çocukluğumu bilir benim. Türkiye'nin yedek parça sektörünün kalbinin yıllarca attığı yerdi burası. Şimdi yerinde olmayan, çekindiğim için bir türlü giremediğim Çin lokantası ne kadar ilgimi çekerdi. Şu köşede Vatan Ticaret vardı. Esnafın âlâsı Nuri Amca. O mağazanın hikayesini yazsam sonu Vatan Bilgisayar'a varır mesela. Taksim'in o yıllarını, sektörün gelişimini ve değişimini, farklı kökenlere ve dinlere mensup eşsiz karakterlerini kesinlikle yazmalıyım.

İstiklal'e girdik, caddenin düzenlenmesinde açıkçası koparılan kıyamet kadar bir çirkinlik göremedik, saksılarda ağaçlar arandık sağda solda ama yoktular. Haaa ruhunu yitiriyor mu bölge dersek, gündüz olmasa da gece yitirdiği kesin. İranlı olduklarını düşündüğümüz gençlerin yaptığı müzik latin kokuyor ve çekiyor. Tam Fransız Kültür'ün önündeler, güzeller ve güzel de çalıp söylüyorlar. Şarkı bitiğinde alkış kıyamet. Dinleyenler mutlu. Kasa fena değil.

Henüz yazılmamış iki İstanbul seyahati gibi bir hedefe odaklıyız yine. Bu öyle bir ukde ki içimde, anlatılamaz. Yıllarca her İstanbul dönüşünde, Gümüşsuyu Ulusoy'un eski yerinde beklerken 21 otobüsünü, önüne gidip gidip dönerdim onun, önceleri, tıfıl bir çocukken çekinirdim. Sonra benim kadar istemeyen insanlar oldu yanımda. Ama şimdi!

Önce öğlen yemeği yemeliyiz, sabah kahvaltı ettik de sayılamaz. İstiklale gelince iyi yemek nerede yenir? Kesinlikle Hacı Abdullah'ta.  Genç bir kadın karşılıyor kapıda, sonra da kadim garson. Yemeklere bakıyoruz tezgahtaki. Gerçi bakınca kafa karışıyor, seçim zorlaşıyor ama ben beğendili kebabı daha bu seyahati planlarken koymuştum kafama.

"Bana beğendili kebap lütfen."

"Ben yarım bamya çorbası, yarım da beğendili kebap alabilir miyim lütfen" 


İlk kez mekanın adı Hacı Salih'ken sevmiştim kendisini. En sevdiğim iki arkadaşımdan diğeri ile gelmiştik. Usta çırak zincirinin devamında tekrar adı Hacı Abdullah'a dönüşse de ilk kez Hacı Salih'ken yediğim lezzette en ufak bir kayıp yok.

Ennn sevdiğim kadın benden uyanık davrandı, yarım bamya çorbası ve yarım beğendili kebap çifte kavrulmuş gibi. Aslında bir tabakta istediğiniz kadar farklı yemeği bir araya getirebilirsiniz. Ben beğendili konusunda nettim, lakin bamya çorbasının tadına bakmadan geçemem. Hımmmmm... tek kelime ile muhteşem.


Yemekler damakları tahrik edince kısa bir istişare sonucu pilav ve komposto ilave etmeye karar veriyoruz. Seçim ennnnnnnnnnnn sevdiğim kadına kalıyor. Bizzat gidip bakıyor, elbette fotolarını da çekiyor ve ayva kompostosunda karar kılıyor.


Artık neredeyse hiç bir lokantada rastlayamadığımız pilav geliyor, arpa şehriyeli elbette. Ne güzel... Komposto ölmelik. Olağanüstü bir lezzet, her zamanki gibi. Karanfil, biraz tarçın, ayvanın lezzeti, renk uyumu gurmik bir senfoni. Kaseye giren kaşıkta kesinlikle pilav taneleri olmalı.  Türk Mutfağı ise kesinlikle yaşamalı. Yeni nesiller de şehriye ve pirinç tanelerinin kaldığı kaşığı kompostolara daldırmalı ve ölmeli.


Kahvelerimizi içip muhteşem bir öğle yemeği keyfi yaşamanın ardından, herkese teşekkür edip, 106 TL tutan hesabı ödeyip vuruyoruz çantalarımızı sırtlarımıza. Önünden geçerken dikkatimizi çeken Yapı Kredi Kültür merkezindeki sergiyse bingo. Kesinlikle görmek istiyordum ama burada rast geleceğimi bilmiyordum. Günün bonusu.

Odakulenin hemen yanındaki sokaktan Meşrutiyet Caddesine doğru kıvrılıyoruz. Gidilecek mekanla uyumlu otel seçme konusunda bir kez daha tam isabet yapmış mıyım bakalım. Bu kez kendime fazlası ile güveniyorum.

Veee ta ta ta taaaaaaaaaaaaa... huzurlarınızda Palazzo Donizetti. Adını vakti zamanında aynı sokakta oturmuş, Sultan II.Mahmut döneminde ülkenin ilk askeri bandolarını eğitmiş  paşa unvanlı İtalyan Giuseppe Donizetti’den almış, ihtişamlı ve şık girişi ile etkiliyor insanı.

Resepsiyondaki hanımefendi yakışıyor binaya. Sıcak bir karşılama. Asansör kadim. Odaysa umduğumuzdan güzel, adeta bir suit. Hani yazar olsam oturup burada yazarım kitaplarımı, burada kabul ederim dostlarımı. Takılırım Asmalımescit'in mekanlarında. Dalar giderim Pera'ya... İtiraf etmeliyim ki şu cümlelerin hepsini sarf ediyorum odada. Üstelik kahvaltı ve yemek salonu Altın Boynuz manzaralı. Kullanmıyoruz. Kusurları da var elbette. Onlar saati geldiğinde.

Kısa bir dinlenmenin ardından, çıkıyoruz sokağa, Galata Kulesi görüş alanımızda. Ona doğru yürüyüp, Tünel'e doğru vuruyoruz ara sokağa, Antiochia'nın önünden geçip çıkıyoruz İstiklal'e. Rezervasyonumuz saat 19'a. St.Antuan'a bir uğrayalım ama.



Şehirlere Alışamadı

Hemen söylemeliyim ki her aşamasında küratörlerini çok takdir ettiğim, yazara yakışır bir sergi bu.  Hikayesini güzel anlatıyor. Kendi çektiği fotoğraflar etkileyici. Duygusu geçiyor insana. Bulunduğu şehirlerde yazdığı hikayeleri ve şiirleri destekleyen şarkıları isterseniz her birine yerleştirilmiş kulaklıkları takıp dinleyebiliyorsunuz.


Tren sesini duyduktan sonra projeksiyonla yansıtılan demir yolu görüntülü perdenin arasından geçtiğimiz kısmın iki yanına döşenmiş sembolik raylar zekice. Oradan çıkınca camdan bir Sabahattin Ali karşılıyor. Duygusu muhteşem bir an. Gözleri yaşarıyor insanın ve bir sızı yerleşiyor kalbe. Düşünenlere ve o şekilde yerleştirenlere alkış.


Yazarın baktığı yerde eşi Aliye ve kızı Filiz Ali'nin olduğu bir fotoğraf var. Birbirlerine bakıyorlar. Uzaklar yakın oluyor. Hasretin dramı göz uçlarınıza damlalar sıralıyor. Kalbinizi muhteşem bir sıcaklık sarıyor..


Eğer salona koyulmuş üzerinde yeşil zeytinler olan zeytin ağacı ile iki arkadaşı bir kompozisyonda birleştirirseniz, kesinlikle kendinizi o yıla ışınlayabilirsiniz. Sergiye ilgi yoğun. Halkımız seviyor Sabahattin Ali'yi. Her siyasi görüşten insanlar üstelik. "Abi," demişti gözleri parlayarak, bizim inşaatın mobilyalarını monte eden ekipten, Adıyaman'daki bir zatın müridi de olan genç çocuk. "Eşime doğum gününde bir kitap almak istiyorum." Gözlerindeki heyecan aşkının açık bir kanıtıydı. Gurur duyuyordu karısının üniversitede öğrenci olduğunun altını çizerken. Sevdiğinin o anı, ona olan hayranlığını görebilmesini o kadar istemiştim ki. Madonna da önerdiklerimden biriydi. Ertesi gün gözlerindeki ve sesindeki titreyişte görmek gerekirdi mutluluğu. Bi tanesi o kitabı okumayı çok arzuluyormuş meğerse.


"İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi; Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi- kucak açmayı bu adla anlatmak istedim," demiş İlhan Koman. İki kez fanatiklerin saldırısına  uğrayıp birinde ancak kolu kırılabilen bu demirden heykel artık huzur içinde bulunduğu yerde... kocaman kucaklıyor insanlığı. Gece ona doğru yürürken ki görkemi muhteşem. 


Hera Büyüktaşçıyan, Ali Taptık ve Marco Di Giovanni’nin hazırladığı üç sanat projesinden oluşan “Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Yapı Kredi Kültür Sanat müze katında. Danışmendoğulları, Artukoğulları, Mengüçoğulları ve benzerlerinin başına geçen beyler adına basılan mangırlar ilginç.


“Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Elden Ele, Elden Ötedekine’ isimli mekanik heykeli ki tesadüfen ileri doğru gittiğimde çalışan mekanizmanın harekete geçmesiyle hareketlenen ellerin başında toplanan insanları ürkütme anı ve ardındaki şaşkın kahkahalar eğlendiriyor hepimizi. Giderseniz deneyin. Ali Taptık’ın ‘Apofeni Topografyası’ isimli fotografik yerleştirmesi ve Marco Di Giovanni’nin ‘Bir Koleksiyondan Bitmek Bilmeyen Hikâyeler” isimli hayali haritaları da enteresan.. Görülmeli.


Kitap sitelerinden taksitle de alınabildiği için banka kitapçılarını takdir eder ama zorunlu olmadıkça alışveriş yapmam. Bu kez mangırların olduğu yerden görüntüsü etkiliyor ve çağırıyor. Serginin kitabıyla karşılaşmak, tüm duvarlarımı yıkıyor ve onu alıyorum. İçine saatine kadar yazıp tarih atıyorum. Sergi hatırası. Ennn kitapsever yol arkadaşımsa o dahil bir kaç tane daha alıyor. Başkaları taksitlendirirken bankaların yapmıyor olması yüzünden, bazılarını almasına engel olabiliyorum ama iki tanesi için yapabileceğim bir şey olmadığını kabul ediyorum.


Mağazanın almaya teşvik eden tüm kışkırtıcılığına rağmen iradem galip geliyor ve yürüyoruz caddede. 19'a daha vakit var. Adımlar yavaş, heyecan yükseliyor. Fransız Kültür'ün önünde yine bir grup var. Biz vardığımızda keman çalan güzel kız vedalaşıyor. Yoldan geçerken katılmış, misafir sanatçı. Alıyor alkışları.

Bir fotoğraf sergisi var: İstanbul 365 Gün. Çok âlâ. Çünkü henüz vaktimiz var. Kimlikleri girişe bırakıp bir kart alıyoruz. Fotoğraflar etkileyici, bir çoğunun önünde uzun uzun kalıyoruz. Pek çoğunu da beğeniyoruz. Ama bir tanesi var ki üzerine çok konuşuyoruz. Güzel kadın olmak bu işte. Yaşamdan biriktirilmişlerin yüzdeki yansıması çok güzel. Olmuşluk hali çok zarif. Tartışmasız, saf bir asalet dışa vuran.


  Her anlam içindeki bütünlük parçalar halinde, karelere sığmaya çalışıyor. İhtiyacımız olan sonsuz sanatı sağladığınız için teşekkürler!  

Geleceğin CEO'su 
Onurcan Ç.


Geleceğin ölümsüz sanatçısı 
Berkay B. 


Fransız Kültür'ün kafesini, özellikle dekorasyonda kullanılan renkleri çok seviyoruz. Bir gün yemek yiyip şarap içmeye de geleceğiz. Çalışan gençler kıpır kıpır. Sergi defterine yazılmış bizi fazlası ile gülümseten yukarıdaki cümlelerin sahipleriyse fotoğraf karesinde. Gidip konuşmamış oluşumun pişmanlığını yaşıyorum sonrasında. Çok keyifli bir sohbet olacaktı kuşkusuz.

Rezervasyon saatimize bir kahve içimlik zamanımız var. Hatta biraz da zamana yaymalıyız, kahve içimini. Uzun bekleyişlerin ardındaki kavuşmalara bayılırım. Orayı çok bekledim. Hatta bir ukdeyi canlandırıp yazıya bile döktüm. Eksik olan sadece kar ve buz tutmuş camlar. Bu gecenin ambiyansını hazırlayan melekler ellerinden geleni yapmışlar ama. Dışarıda, içte bir polar mont üzerinde bir başka mont şeklinde dolaşılacak rengi uygun, şahane bir kuzey havası mevcut.

"İki espresso lütfen."


Fransız Kültürden çıkarken asılı afişteki menü dikkatimizi çekti. Hımmmmm bir yaz akşamı için muhteşem olur. Şimdi hedefe doğru yürüyebiliriz. Bir kaç dakika erken gitmemizin bir zararı olmaz. Masanın keyfini çıkarmasını bilen insanlarız. AKM'ye üzülüyoruz ama artık çok geç. Anısı olan mekanların hiç değilse cepheleri sadece yenilense... çok uzun yıllara dayanan bir geçmişleri yoksa içlerinin yenilenmesi çok da sorun değil, çünkü teknoloji gelişiyor.


Önünde karşıya geçiyoruz, kendisine bir selam çakıp Gümüşsuyundan aşağı doğru yürüyoruz. Fischer de kapanmış. Karşıdaki Uzakdoğu restoranında da hayat belirtisi yok. Tarihi an yaklaştı. Şu an önündeyiz. Kapıya giden elim açıyor onu. Bir kaç basamak aşağı iniyoruz. O an, içeri bir göz atınca, anlıyoruz ki bu hayatımızın en güzel gecelerinden biri. Sanki hep buradaydım. İlk andan itibaren bir sıcaklık sarıyor bedenlerimizi.

Isınıyoruz.


Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans için buradan lütfen

Döndükten sonra araştırıp bulduğuma göre fotoğraftaki Hanımefendi Madam Lili Barokas'mış, 1933 yılında İstanbul'da doğmuş. Eski balerin olan Barokas bale eğitmenliğine devam ediyormuş. Barokas 50 yıllık aşk evliliğinin ardından 9 yıl önce eşini kaybetmiş. 

İstanbul 365 Gün Fotoğrafları için buradan lütfen

22 Mart 2018 Perşembe

Kaleiçi, Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar

 Sıralı okumayı düşünürseniz buradan başlayın lütfen.

Öncesi

Dün, yani 7 Lezzetli muhteşem akşamın ardından, hayatımın en büyük pisboğazlıklarından birini kendime yaşattığım kokoreç dükkanının önünden geçiyoruz.

Sen o kadar keyifle içilmiş, gözlerde ve sözlerde kaybolunmuş, muska yapıp kalbin bir köşesinde taşınası gecenin finalinde gaza gel ve kalabalığından da kaynaklı olarak, dolaptan gelen kömür ateşi görmemiş kokoreçleri ızgarasının üzerinde acelece haşlayan, hijyenin hak getire olduğu dükkanda yağmurun da tadına aldanarak kokoreç söyle... Bir de bunu ye. Hani kişisel tarihim affetse ben affetmem derece  aymazlığım için kadim tanrı ve tanrıçalardan, şehrimizin eli öpülesi, yaptıkları işe saygısı olan kokoreççilerinden özür diliyorum.



Hâlâ 26 Kasım 2017

Mevlevihane tarafındaki kapıdan gireceğiz bu kez Kaleiçi'ne; önce, saat kulesinin hemen yanındaki caddeye bakan meydanda bulunan sevimli kulübelere uğrayalım. Onları sevelim. Bu şahane sivil inisiyatife, Kaleder'e, yarattıkları yaşam merkezinin sürdürülebilirliği için katkı yapalım. Bir kaç magnet ya da benzeri eşya alalım. Buraya kediler için yemek bırakan insanlardan yola çıkılarak yaratılmış bu alan; üzerlerinde bağışçılarının adları yazılı, rengarenk kulübelerde yaşayan yaklaşık 100 kedilik bir "köy". Bu sevimli kediler istenirse sahiplenilebiliyorlar. Bir de onları koruyan gönüllü bir abileri var. Adı Aras. Yüreği kocaman, şahane bir köpek. Öylesine gelmiş ve orada kalmış. Kaleder satış noktasının güzel yanı, bir fiyatlandırma ile karşılaşmıyor olmanız. Bağış yapıyorsunuz. Gönlünüzden ne koparsa... Mesela bize kartpostallar hediye ettiler, aldığımız magnetlerin ardından. 


Mevlevihane kapalı olduğu için giremiyoruz. Bu kapıyı tercih etmemizin temel sebebiydi oysa. O halde hayalimizde yaşayıp hissedelim kendisini, ve duyumsayalım mevlevi kokusunu. Bir mozaiktir bizim ülkemiz tekrarının somutlaşmış hali aslında bulunduğumuz alan. Yine katmanlı bir tarihi adımlıyoruz. Aralarında uzun yıllar olan değişik medeniyetlere ait bir çok eser nefes mesafesinde. Mesela Kaleiçi'nden her çıkışta selamlaştığımız Kesik Minare bölge Romalılara aitken tapınak olarak inşa edilmiş, Bizans döneminde ilavelerle hem idari hem de dini amaçlara hizmet etsin diye bazilikaya evrilmiş, Selçuklular gelince de yeniden onarılarak cami görevini üstlenmiş. Kimse kentsel dönüşüm deyip de özünü bozmamış, yıkmamış, dokusundaki malzemelere sadık kalarak ilave yapıp, işlevselliğini bozmadan bugünlere taşımış.


Tabandan ısıtmalı ve de soğutmalı Yivli Minare külliyedeki arkadaşları adına sözü alıp, geçmişi ile övünmeyi pek seven, lakin geçmişinin ruhunu ve derinliğini anlamamış, muhtemel ki hayatında doğru dürüst kitap okumamış, hiç biri üzerine düşünmemiş, "eser" bırakmaktan kastı geçmişin büyüklerine öykünmekten öte geçmeyen, inşaat üzerinden büyünebileceğine inanan müteahhit bakışlı büyüklerimize de diyor ki: "Ağalar bi bana bakın bir de mantar gibi türetip üzerinden siyaseten nemalanmaya çalıştığınız estetik, toplumsal yarar ve niyet yoksunu yeni yaptıklarınıza... ben ve ben gibiler yüzyıllardır tüm insanlığın takdirine mazharken, sizlerinkilerden hiç birinin önümüzdeki yüzyıllarda dahi bizim gibilerle aşık atamayacak olduğunu görün, anlayın ve düşünün".


Marina çağırıyor. Kale kapısına doğru yürüyüp oradan aşağı vuralım. Saat kulesi kafamı karıştırıyor. Genel vurgu II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, lakin benim kafa dedektif. En ennn ennnn can iki arkadaşımdan adını kılıç sahibinden almış olanının dedesinin vakti zamanında "bir şekilde" eline geçen- ki kendisi eski zamanlarda Atatürk ile yan yana yürüme şerefine ermiş bir polis şefidir-  daha sonra Topkapı Sarayı müzesine bağışlanan ve halen orada olan kıymetli saatlerden birinin Abdühamit'e hediye edildiğini, bundan kaynaklı olarak da kendisinin bir saat meraklısı olduğunu biliyorum. Lakin kafamı karıştıran mimarinin pek eklektik duruyor olması... Bu yazıya girişince, tam da burada merakımı gidermek için Google'a sordum, kaygımı  paylaşır mı acaba? diye. O da şu yazıyı koydu önüme.

Dede başlı başına hikaye konusu edilecek bir şahsiyet. Bir gün, tıfıl bir çocukken en arkadaşımla yaptığımız efsane seyahati yazmalıyım ve orada, gezinin Yalova ayağından, onun yazlığında konakladığımız günden, elbette kızlardan ve onun şahsından uzun uzun söz etmeliyim. Cengiz Han'ın kılıçlarından birini salladığımın da kesinlikle havasını atmalıyım.

  

Kale girişine doğru yürüyoruz, bu kez girişten ileri doğru değil de sağ inişten aşağı vurmak niyetimiz. Sabah uçuşumuz çok erken ve henüz tramvaylar çalışmaya başlamamış oluyor.  Kaleiçi'nden Havaş'la ulaşım zaten sorunlu. O halde taksi. Şişçi Ramazan'dan Kaleiçi'ne doğru gelirken bir taksi durağının tarifesi gözüme çarpmıştı. Kafamda bir fiyat var.  Hemen saat kulesi girişindeki Kale Taksi durağının yazıhanesi önünde oturan, durak kültürü almış, efendiden iki şoföre selam verip soruyoruz. 

"Havaalanına kaça gidiyorsunuz?"

"50 TL."

Sessizce ve kurnazca bekliyoruz. Bir pazarlık söz konusu değil.

"45TL. olur." 

Hala sessiziz, mimiklerimiz konuşuyor.

"40 TL olur."

Anlaşıyoruz.

"Hangi otelde kalıyorsunuz?" 

"White Garden Hotel."

"Sabah birinizin buraya gelmesi gerek yalnız."

Öteki duraktaki tarifede de 50TL. yazıyordu. Bu durumda iki kişi için makul. Zaten sabahın körü için başka alternatifimiz de yok. En önemli meseleyi de hallettikten sonra, huzur içinde Uzun Çarşı Sokak'tan aşağı, limana doğru iniyoruz. İlk göze çarpan hemen yolun başındaki kafe ve şekerci dükkanı. Slav bir hanımefendi, şekerleri orada yapıyor. Kahveli şekerini daha sonra tattım, lezzetli ve eğlenceli. Waffle da var. Bir uğrayın isterseniz.


Çarşıyaysa bayılıyorum. Liman, gemiler, eski zamanlar ve korsanları dolaştırıyorum sokakta. Ganimetlerden paylarını düşenleri harcayan gemicilerin barlardan sokağa taşan seslerini duyuyorum. Sürekli yazıyor beynim ve ben bu durumu seviyorum. Artık bütünleştik sokakla. Dükkanlar sevimli, turistik bir çarşı olması fiyatlar açısından elbette ürkütüyor insanı ama ben deviniminin, baharat kokusunun ve estetiğinin keyfini çıkarıyorum. Tam limana girerken sağdaki küçük, bir o kadar sevimli müze çekiyor dikkatimizi, önünde kalıyoruz. Deniz Biyolojisi Müzesi. Yine tereddüt. Küçümsedim mi ne? Kaptan dürtse içerideyim. Pişmanlık ve onca emeğe haksızlık etmenin duygusu tepemde çekiç gibi.


Kafamın tarihsel senkronizasyonu şu an tamam. Tekneler birbirinden ilginç. Hakkını vermişler kesinlikle. Tur vakti değil ve olsa da bizim vaktimiz yok zaten. Güne damgasını vuran renk kurşuni bir mavi. Masal anları daha da gizemli kılmakla kalmayıp, şimdiki zamandan soyutluyor bizi. Mekanlarsa çekici. Çağırıyorlar. Ruhları kıpırdatan bu saatin tadını çıkaranlar da var elbette. Keyfince yaşıyorlar. Mesela şu iki genç hanım, usulca içiyorlar beyaz şaraplarını. Hoş ve sade bir masa. Günün ruhları dürtükleyen saatine pekala yakışıyor. Kıskanmamak elde değil. Yarasın. Neredeyse her bir teknenin önünde kalıp, çekici süslemelerinden hareketle hikayeler yazıp, hayaller kuruyoruz üzerlerine. Sonra, mendireğin üzerine çıkıyoruz. Beydağlarına son kez selam çakıyoruz. Balık tutanlar, sarmaş dolaş olanlar, poz poz selfi çekenler, balıktan dönen küçük tekneler, ruhları dürtükleyen saatin çekici güzelliği besliyor bizi. Aklımıza notlar düşerek, usul usul tırmanıyoruz merdivenleri.


Sokakları tavaf ederek ağır adımlarla yürüyoruz otele doğru. Kaleiçi'nde olmak bir başka ülkede yaşamak gibi. O bir başka ülke olunca Antalya da bir başka ülke oluyor doğal olarak. O bize benziyor ama. Kaleiçi sanki surlarla kendini ayrıştırmış, saklı, güvenli, daha demokratik ve kadim bir yer hissi yaratıyor insanda. Oralı olmaya daha yakın buluyoruz kendimizi.

Hava usulca kararıyor. Bir veda gecesi planımız var. Otelde biraz dinlendikten sonra, son kez ve akşamın güzelliğine yaslanarak, ışıkları yanmış mekanlarını kolaçan ediyoruz bu masal ülkenin.  Önce, otelin üst köşesinden gelen müziğin çekim alanına kapılıp, mıknatısına teslim ediyoruz kendimizi. Yaklaşınca görüyoruz ki canlı. Ama öteki köşedeki Dubh Linn de kışkırtıcı. İçimizde İrlandalılar var üstelik. Bu karar zorluğunu aşmak için sokaklarına dalıyoruz akşamın. Her mekan çekici. Gece ve özgürleşmek, ruhları dürtükleyen, her şeyi güzel kılan, kafaları arındırıp güzelliklere odaklayan kışkırtıcı bir şey mi yoksa? 


Yağmurun izleri gittikçe güzelleştiriyor geceyi. Açıkçası her  mekan bir özelliği ile öne çıkıp çağırıyor. Sanki bira isteği daha ağır basıyor, rakı bu kez çelemiyor aklımızı. Hıdırlık kulesinden uzaklara bakıp, derin derin Akdeniz çekiyoruz. Güzelliklerle kalabalık, aynı oranda sakin gece, akşam yemeğindeki evler, perdesi aralık alt katın yemek masasındaki aile, klasik müzik çalan çöp kamyonları, itfaiyenin sireni, yaprakların üzerindeki yağmur çiseleri, birbirinden güzel butik oteller, alafranga tuvaletlerden çiçeklikler yapmış insan aklı ve gecenin kokusu muhteşem. Dönüyor başımız.


Son kararımız ilk kararımızla aynı oluyor. Dönüyor dolaşıyor ve kürkçü dükkanına varıyoruz. Famous Kitchen. İki genç gitar ve mıknatıs gibi çeken ses, başardılar. Mekan hoş, seviyor ve benimsiyoruz hemen. Karşı mekan ve Dubh Linn'le birlikte güzel bir alan oluşturuyorlar. Memnunuz. Garsonumuz genç adam çok tatlı. Hizmetli ve güleryüzlü.

"İki Efes fıçı bira lütfen."

"Bir de karışık tabak."

Islak gecenin serini iki arada bir derede bıraksa da insanı, hem ısıtıcılar hem de sandalyelerin arkasındaki battaniyeler izin vermiyorlar içeri girmeye. Gece, sokak ve müzik büyüleyici. O halde dışarıda kalıyoruz.

Güzel bir veda akşamı mı?

Kesinlikle.

Yan masaya iki genç kız oturuyorlar. Sade bir şıklıkları var. Siyah saçlı olanı bir kadeh şarap istiyor. Diğeri bira. Güzel bir fotoğraf. Ülkemi seviyorum bir kez daha. Bir yudumun ardından şarapla ilgili şikayetini söylüyor genç kız. Tereddütsüzce ve güler yüzle değiştiriyor genç garson. Ve altını çiziyor, "sorun olursa tekrar söyleyin lütfen."  Bir süre sonra bir sağanak başlıyor. İyice parlatıyor geceyi. Brandaların altına sığınan sevimli köpek önüne konulanlarla mutlu.

Biz de mutluyuz, eğleniyoruz ve arada bir de mırıltıyla eşlik ediyoruz şarkılara. Solist ile göz kontağımız var. Takdirlerimizi de bizzat söylüyoruz zaten.

"İki bira daha lütfen."

"Biri 33'lük olsun lütfen."

Genç çocuk bahşişi anasının ak sütü gibi hak edenlerden. Bir de teşekkür edip otelimize doğru yürüyoruz. Islak ve artık üşüten havanın bedende yarattığı ürperti şahane.


Biraz şöminenin karşısında kalıyoruz. Bacaklarımız önümüzdeki sandığın üzerinde. Kanepeye kaykılıyoruz iyicene. Odunun rahiyası ve çıtırtıları fazlasıyla gevşetip, uykuya yolluyor bizi.



27 Kasım 2017 Sabahın erkeni


Çantalar hazır. Son kontroller yapıldı ve bir sorun yok. Son kez aşağıdan gelen odun kokusunu takip ederek iniyoruz lobiye. Arsalan uykudan uyanıp da geliyor zil çınlamasına. Teşekkür edip, anahtarı bırakıp vedalaşıyoruz. Gün ağarmaya çalışıyor. Sokaklar ıssız. Çantalar omuzlarımızda. Damağımızda lezzetli bir tat, ruhlarımız coşkun varıyoruz durağa. Dün konuştuğumuz iki şoförden biri, arabasında.

"Günaydın."

"Günaydın, buyrun."

Ana tramvayın raylarının üzerinden gidiyoruz bir süre, sonra çıkıyoruz caddeye. Hava ıslak, sabahın en erkeni şahane. Yola gitmenin o eşsiz ürpertisi bedende. Karanlığın fermuarını hızla açarak gidiyoruz havaalanına. Muhteşem bir sağanak başlıyor birden.  Neredeyse terminalden içeri girecek kadar yanaştırıyor şoförümüz kapıya.

"Teşekkür ederiz, iyi günler, hayırlı işler."

"Teşekkür ederim, iyi yolculuklar."

Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarımızı alıyoruz. Koltuklarda uyuyan insanları uyandırmaz adımlarla yürüyüp üst kata çıkıyoruz. Bir şeyler atıştırsak  mı? İkramsız uçuş sonuçta.

"İki Amerikano lütfen."

"İki de şu böreklerden lütfen."

Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki seyahatine eşlik etmek güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, içinde lezzetli bir aşk da olan naif ve lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca benim fark ettiğim biri. Artık starım ama. Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.

6 Mart 2018 Salı

Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

Öncesi

Senfoni

Yağmur öyle güzel bir kıvamdaki... boş tramvayla beraber tadını çıkarıyoruz ıslanmanın. Gecenin yalnızlığına yaslanmış Antalya'yı, caddelerden geçen bir kaç arabayı, eskinin güzelliğini muhteşem hikâyelere işleyerek zarif dillerle anlatan apartmanların pencerelerinden taşan mutluluklarla katmerleyerek; alabildiğine tadını çıkarıyoruz Akdeniz'in. Gecenin müziğine ritim katan tıkırtılarıyla eski zamanları yad edip, yan camdan  salına salına inen izlerinde kayboluyoruz yağmurun.




26 Kasım 2017, sabah 

İçgüdülerim mi kuvvetli yoksa ilahi güç mü şu hayata verdiğimiz emeklerin hak edişlerini ödüyor bilmiyorum. Ama her seferinde kompakt bir uyumun rast gelişini başka nasıl açıklayabilirim ki... Gün içlerinde yaşanmış mutluluk anlarını tamamlasın, yeni güne mutlulukla yollasın diye mi hep renkleri sakin, mobilyaları uyumlu, karyolaları romantik sevimli odalara... her biri "Evet, biz sizin bu kezki masalınız için buradayız," diyen otellere rast geliyoruz?* Odadan her çıktığımızda, mevsim yağmurları içeri girmesin diye cephesi şu an şeffaf brandalarla kapatılmış kat koridorumuzdan  avlunun ve havuzun mevsimi geldiğindeki halini görüyoruz. Hiç göze sokulmaksızın, her yere zarifçe yerleştirilmiş kadim objelere bayılıyoruz.


Daha basamaklara ilk adımı atmadan karşılıyor melodik çıtırtı ve odunun muhteşem kokusu... İndikçe merdivenleri, o şefkatli sıcağı şöminenin, sarıp sarmalıyor ruhumuzu. Masa mükellef, hatta bazılarını tüketemeyeceğimizden... daha dokunmadan azalttırıyoruz. Omletimiz âlâ. Müzik uyarıcı. Portakal sularımız az önce sıkılıp da geliyor. Kahve kabulümüz. Akşama görüşürüz.


Şu tarihi hamam yaratıcı insan aklıyla ne de sevimli bir hale getirilmiş. Kaleiçindeki bu hamamın ince bir dokunuşla elde ettiği görüntü, çeşit çeşit masalı ve kahramanlarını akla getiriyor kesinlikle. Sevimli bir işçilik, takdire şayan.

Tchibo'ya uğramalıyız; gerçi yanlış yorumlamamızdan kaynaklı bir şikayetmiş bizimkisi, aydınlanıyoruz. Bense aradığımı deniyorum ama denediklerimin üzerimdeki hallerini sevemiyorum. O halde kahve. Hava sabah serinliğinde ama berrak. Yağmur parlak bir gün sunuyor. Dışarıdaki masalarsa çağırıyor.

"İki Amerikano, karton bardakta olsun lütfen."

"Bir dilim de ballı cevizli kek lütfen" 

Hımmm... lezzetli... kendisini medovik sanıyor olabilir mi? Gerçek bir medovik asla olamaz, hatta bizim PastaHane'nin sahibesi Türkan'ın elinden çıkanların yanına bile yanaşamaz, lakin bu da tatlı yahu! Karamelimsi bal-ceviz tadı iyi geliyor sabaha. Kadim bir Rus lokantasında yemek sonrası yenilecek olan medovikin keyfi nasıldır acaba?

Bir süre daha hayal kurmalıyım!


Kahvelerimizle atlıyoruz tramvaya.  Üç Kapılar hatırası olmadan asla. Şahane bir pazar gezintisi bu. Dün akşam gidip gece döndüğümüz yolun gündüzü de çok eğlenceli. İstikamet son durak, dolayısıyla Antalya Müzesi. Önce Konyaaltına ve Beydağlarına bir selam çakalım ama. Şimdi karşıya geçip müzeye girebiliriz. Karton "fincanlarımız" geri dönüşüm kutusuna.


Çapkın delikanlı, düğmeleri orta yerine kadar çözülmüş, sportmen vücuduna yapışık kocaman yakalı beyaz gömleği, siyah İspanyol paça pantolonu, belindeki kocaman tokalı geniş kemeriyle esmer coğrafyalarından Akdeniz'in. Hanımefendi pek asil bir aileden belli. Kumral. Mürebbiyelerle büyümüş. Zarif,  bakımlı ve eğitimli. Delikanlı ne kadar ataksa, hanımefendi o oranda çekingen. Delikanlının bir planı var sabah için, hissiyatımız öyle. Bu kez her ne kadar zapt etmekte güçlük çekiyorsa da tavrını, belli ki saygısı büyük. Pervasız değil, bir özgüven kaybı var. Hanımefendi bir bahane ile çıkmış evden belli. Belki de ilk  buluşması... ama sanki tanıyorlar da birbirlerini. An itibari ile orta refüjün oralardalar. Aşk beklemez eyvallah da... aman arabalara dikkat! Varlığımızı mümkün olduğunca hissettirmeden, usulca geçiyoruz yanlarından.



Müze 

Dışarıdan görünce bulunduğu alanı, ısınıveriyor içim. Bir derin ruh var burada, tıpkı sahil boyunca uzanan 50'li 60'lı yıllar mimarisini onurla taşıyan apartmanlar gibi. Bir sigara içimlik dikiliyoruz kapısında. Yağmur, havanın çok da üşütmeyen soğuğu, banklarda oturan Japonlar, ağaçlık park alanındaki ihtiyar ama gençliklerini de pek yitirmemiş tur otobüsleri müthiş bir uyum içindeler. Yakışıyorlar sabaha.


Koynumda seviyorum müzeyi. En çok da hikâyesi etkiliyor beni. Bir kahramanım daha oluyor: Süleyman Fikri Bey. O, bizim öğretmenimiz. İşgal altındaki bir şehirde, işgalciler tarafından sahiplenilen eserlerin bir kısmını kurtarıp küçük bir mescidi düzenleyerek bu müzenin nüvesini oluşturan arkeoloji tutkunu, Cumhuriyet'e harç taşıyan insan.

Kapıdaki güvenlik görevlisi genç kadın güler yüzle, incelikli bir zarafetle karşılıyor. Çantalar için nazikçe uyarıp kasaların olduğu yere gönderiyor misafirleri.

Müzeyi dolaştıkça Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün değerini, yurt denen şeyin ne kadar kıymetli olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Prof. jale İnan şahsında cumhuriyetle birlikte alanda gördüğümüz kadınlara açılan yolun değerini, ve bu yolda yürümüş, yürüyen tüm kadınları  minnetle anıyorum.

Heykellere, belki de ilk kez, bu kadar derin bakarken bir tanım düşüyor aklıma, daha doğrusu bir eşleme. İlk kez geçmişin heykeltıraşlarının birer romancı olduğunu düşünüyor, bir taş parçasını işlerken aslında satır satır bir roman yazdıklarını görüyorum. İfadelerdeki derinliğe baktıkça, aklıma yazdıkları cümleleri bu kez okuyorum.


Dansçı Kadın, heykeltıraşların birer romancı olduğu benzeşmesini ilk aklıma getiren  oluyor. Muhteşem bir meydan okuyuş var duruşunda... elbisesinin uçuşma hali onu öyle kanlı canlı kılıyor ki... tutkusu yakıcı, vakarı dans adımlarında saklı, ulaşılması cesaret isteyen, belki de bunun yalnızlığında bir kadın. Hani saatlerce önünde kalıp, tüm anlamları hikâyelendirmeye çalışsanız, her seferinde bir eksik kalacak sanki.  Zeus'un kulaklarını çınlatıyoruz elbette. Hınzırca gıybet yapıyoruz. Hermes güzel adam. Kime yakıştırdığımı yazsam mı acaba?


Lahitler bölümü ise başka bir hikâye anlatıcısı. Herakles Lahiti şu an için star konumunda. Kaçırıldıktan sonra bir şekilde ve büyük çabalarla geri kazanılmış olması onu bir adım öne çıkarıp popüler kılıyor.  Bu özellik dışında ondan daha etkileyici olanlar var elbette.

Bunca tanrı ve tanrıçanın arasındayken bir kez daha, aslında tek tanrılı dinlerle çok tanrılı/tanrıçalı dinler arasında çok da farklı bir anlayış olmadığını düşünüyorum. Birinde doğal afetler başta olmak üzere, her olayı adları ile müsemma farklı tanrılara atfederken, diğerinde tüm bu olayları bir tanrıya yüklemekten öte ne fark var ki? Sonuçta iman ve inanç, öğretilen ve insanlara nizam vermek için kullanılan bir şey haline getirilmiyor mu egemenler tarafından. Oysa oku diyor kitabın en başında. Oku.


Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var.  Artemis.

Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.

Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.

Bunu hiç hissettirmediler.

Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.

Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.

Kalbim attı.

O da ilkokul 3.sınıftaydı.

Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.

Sonra gittiler.

Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.

Sonra  mektuplar geldi... gitti.

Son yazan oydu.

Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.

Sonra, anladım ki kadınlar hassas.

Niyetinizi doğru okusalar da...

Artemis'ti adı.



Müzenin kahvesini içmeden asla


Müzeye ana kapıdan girip, sağa dönerek salonlara yöneldiğimizde dikkatimi çekmişti müzenin iç bahçesi. Hem kitaplara hem de magnetlere göz atıyoruz. O ara kahveler hazır. Müzenin Kahvesi. Bardakların üzerindeki iki kelime ne kadar anlam katıyor, onu sempatik ve farklı kılıyor Antakya'dan beri... Müzenin tavus kuşu, havalı havalı gelip hemen yanımızdaki camdan içeri bakarak denetliyor durumu. Elleri belinin arkasında bağlı, göremediği noktalar için eğip bakıyor başını...  Müzenin kedisi ise iç denetim sorumlusu, dolaşıyor Müzenin mağazasını.


Sergi salonunda Faruk Manici'nin Boyalı Kuş adlı seramik sergisi var. Beyaz ve mavi tonları hakim. Akdeniz kokulu. O halde kıyısına. Çekelim bir kez daha Akdeniz ve dönsün başımız. Önce bir tarif almalıyız. Müzenin kapısındaki taksiciye soruyoruz. O da bir arkadaşına soruyor telefonla. Sonuçta bulunduğumuz noktadan gidemeyeceğimize karar veriyor. Anca taksi ile gidebiliriz aşılaması aslında yaptığı. Oysa deniz kentlerinde yaşayan insanlar bilir ki deniz şehirlerinde kolaydır bir yeri bulmak.


İniyoruz, çıkıyoruz, yürüyoruz, duruyoruz, içimize çekiyoruz kokusunu. Kaleiçine selam yolluyoruz. Kuytular bulup çıkartıyoruz. Tam uca koyulmuş boş iki koltuğa hikâyeler yazıyoruz. Ufacık bir kayayı zemin yapıp adeta mini bir balkon gibi denizin üzerine uzanan saklı kulübeye bayılıyoruz. Şurada iki bira çaksak mı, diyoruz. Doyamıyoruz.

Öğleni çoktan geçtik. Tramvay geldi. O, raylarla oluşturdukları şarkıyı terennüm ederken biz camdan aşağı doğru kayan hüzün yaşlarının arkasından bakıyoruz eskinin güzelliğini yansıtan, ve ne yazık ki sırasını bekleyen "Yeni Türkiye" kurbanı apartmanlara. Biliyoruz ki bu bir veda.

Kaleiçinde iniyoruz. Tanıdığım en kedi sever yol arkadaşım kediler için magnetler alıyor. Şimdi kendi beslenmemiz için Kaleiçine sırtımızı verip yukarı doğru, çarşı içinden yürümemiz gerek.


Şişçi Ramazan

Son kez bir simitçiye soruyoruz çıktığımız yokuşun başında. Biraz ilerde solda, diyor. Gördük. Fenerbahçe de Antalya'da.  Formalarını giymiş aileler stad yolunda. Camla çevrilmiş bölümün kaldırıma sıfır, bulvarı bir ucundan diğerine gören bölümüne oturuyoruz.


 "İki köfte ve bir piyaz lütfen."

Acar garson siparişleri alıyor. Masa önce garnitürlerle donatılıyor. Piyaz Antalya usulü, tahinli, domatesli... kendine özel sosuyla  farklı bir lezzet. Ben köftenin yanında bildiğimiz klasik; taze yapılan, soğanlı, sirkeli, zeytinyağlı piyazdan yanayım normalde, lakin burası Antalya.


Şiş köfte tabağı güzel, kızarmış biberler ve közde terletilmiş soğanlar yeterli. Bıçak kıyması olduğu belli. Köz tadı üzerinde. Olması gerektiği kadar yağlı ve tuz baharat oranı kararında. Yağlanmış pideler harika. Seviyoruz kendisini. Benim garnitürüm daha çok şeklinde bir yarış var artık piyasada. Oysaki önden gelenler bir şekilde bastırıyor ana yemeği, doyuruyor gözleri.  Karar verdik ki bundan öte, aşırı bulduğumuzda koydurmayacağız masaya. Mesela burada biz için bir tek roka yeterliydi. Beklerken ana yemeği, rahat duramıyor insan değil mi?  Karın doyurmak için belki âlâ ama yemeği hissetmek isteyen için eziyetli bir hâl kanımca. Kabak tatlısı güzel; tahin, ceviz ve kabakların dişe gelir hâli uyumlu. İki kişiye bir porsiyonsa yeterli.


Çaylarımızı da içip çıkıyoruz mekândan. Geldiğimiz yoldan geri şimdi. Ağırlıkla gençlerin takıldığı bir kahve dükkânı dikkat çekici. Piyango satıcılarını görünce bir kez daha yanılıyoruz. Yılbaşı biletleri henüz çıkmamış. Yağmur hiç de rahatsız etmeyecek bir ritimle yağıyor. Çarşı kalabalık. Şuradan para çeksem.

Banka kartımı takıyorum matiğe. İstediğim miktarı giriyorum. Makine verdikçe veriyor. Panikliyorum. Tasarladığımla gelen arasındaki süre ise sanki asır. Algı işte. İlk kez başıma gelen bir durum, şaşkınlığım ondan. Gün pazar, banka kapalı. Telaş. Vurdu piyango! Hiç sevmediğim bir iş para taşımak. En sevdiğim kadın çözüyor olayı sayınca ben paraları. Bir sıfır fazla basmışım. Geri yatırıyorum. Lakin geyiği Kaleiçine varana kadar sürüyor.


Kaleiçi. Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar


*White Garden Hotel-Kaleiçi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP