27 Nisan 2018 Cuma

Vişneli Çikolata Tadında Bir İstanbul Günü

Öncesi


Otelle ilgili tüm olumlu düşüncelerimizi ters yüz eden anlar 

Kartı yeniden tanımlayıp elimize veriyor resepsiyondaki görevli. İyi bir genç adam. Kadim asansörü daltonlar kapınca yine binemiyoruz kendisine. Oda kapısının önündeyiz, sakiniz, keyfimizi harcatmayız. Okutuyoruz kartı bir kez daha ama kilidin inadı inat. İki oda yan tarafta da sorun var. Uğraşıyor hanımefendi. Daltonların annesi. O halde yeniden resepsiyon. Bu kez masada oturan gece sorumlusu müdür, ya da güvenlikten sorumlu müdür ile istişare ediyorlar durumu. Resepsiyondaki genç adamın çabası sorun çözmeye yönelik. Bir telefon görüşmesi. Akabinde teknik ekibin kapıyı açacağını, kendisini odaya yönlendirdikleri bilgisini veriyor. Yeniden asansör, koridor ve kapının önündeyiz. Bekliyoruz... İlgili kişi geliyor, çok şükür. Ve kapıyı açıyor. Anahtarla. Peki.. gece bir şekilde dışarı çıktık diyelim, döndüğümüzde kapıyı kim açacak? Teknik kişi. İnsan o anahtardan bir tane de müşteriye vermez mi? Bu duyarsızlığın ardından koca 5 yıldızlı otelin oda temizliği sırasında değiştirilmiş çarşafının bir kenarında küçük bir yama görmek ne hissettirir müşteriye? "Hadi çarşafı atmaya kıyamadınız, küçültüp tek kişilik yapmayı da mı düşünemediniz" dedirtir mi?

Diyoruz.

Hatta bir kez daha bu otelde kalmayı düşünür müyüz diye soruyoruz birbirimize. Üstelik hiç de müşkülpesent insanlar değiliz. Genellikle bulunduğumuz şehrin koşullarına bakıp kusurları anlayışla karşılarız. Sorun etmediğimiz gibi keyfimize de soğan doğratmayız. Ama burası İstanbul, güzide bir bölge ve 5 tane yıldızı kapmış bir otel bu.




25 Mart Pazar

Odanın ve yatağın hakkını yiyemeyiz; güzel uyku, güzel bir sabah. Güneş nazlı. Bizse umutlu. Ana cadde gürültüsüne uzak köşe odamızın bir penceresinden görünen sokak Asmalı. Bütün pencerelerimizin baktığı oteller, binalar, yan sokaktaki dükkana mal indiren panelvanın açılıp kapanan sürgülü kapısının telaşı, ardında bekleşen araçların sabırsız homurtuları, biraz ötedeki bakkaldan gelen kepenk sesi ve insanlarıyla sabahını yazan bir gün. Mutluyuz. Saat 10 civarı. Kahvaltıyı öğle yemeği ile birleştirme fikrindeyiz.  Bir rotamız var. Resepsiyondaki genç kız tatlı. Zaten teslim edecek bir anahtarımız yok. Çıkış bilgimizi verip ayrılıyoruz.


Güneş yok ama yine de sevimli sayılabilecek bir hava; hikaye tamamlayıcısı. Galata Kulesi göz hizamızda. Beyoğlu Belediyesinin önünden geçtikten hemen sonra sağda kalan apartmanın adı dikkat çekici. Daire Apartmanı. Eski bina. Muhtemel ki ve tahminimizce bir resmi dairede çalışan insanların oluşturduğu kooperatifin eseri. İnsanı geçmişe ışınlıyor. Önünde T.C. yazan kurumların anlamının olduğu güzel yıllara...


Bir sokak ve caddenin kesişme noktasındaki bu güzel bina kaçmaz. Sokağın adı bina ve coğrafya ile pek uyumlu: Müellif. İlk belediye caddesi tarafından aşağı iniyoruz. Hamursuz Fırını açık olsaydı keşke... Hayat yeni yeni uyanmaya başlamışken, Galata kültürüne katkı yapan kahve dükkanları, manavlar, giysi satıcıları, butik oteller, avangart esintiler, sokaktaki kediler, takı tasarımcıları ve de özgün kafelerine baka baka dolaşmak şahane

Kule civarı her ne kadar henüz yükünü almamışsa da terasından İstanbul solumak isteyenlerin oluşturduğu sıra kayda değer. Alandaki bir ağaca asılı Galata kulübünün bayrağı Alkaralarla kardeş. Aynı ağaçta asılı maçın saatini belirten tabela sevimli. O zamana kadar İstanbul görmemiş çocukluğumun sevdiğim kulüplerinden biri; futbolcu resimleri çıkan sakızlardan tanışıklığımız... Semt takımı taraftarı olmak güzel bir aidiyet. O halde bir gün Rasattepe ve çocukluğumun güzel mahallesi üzerine de uzun uzun yazmalıyım.


Hımmmmmm cam üzerine sanat. Şu, mavi tonlarının hakim olduğu yelkenli çok hoş. Kalmalık bir vitrin... Tosbaa... sevimli dükkan.. Şu tablo da çok güzel ama. Ennn sanatkar kadın dayanamıyor, tanışıklığı var dükkanla; seviyor kendisini. Dışarıda, tatlı tatlı yağan yağmurun kokusunu duyumsayarak, kapüşonu çekip, bir saçak altından gelen geçeni izlemek de keyifli! Dükkan el değiştirmiş meğerse. Tabelaları değişecekmiş gün içinde. Sanata eli yatkın yol arkadaşım hemen ahbaplığı kuruveriyor -yeni- sahibesiyle.  Suadiye'deki atölyelerine gideceğiz bir dahaki sefere.


Kamondo merdivenlerinin yanından geçip, dik yokuş yerine dik merdivenlerini kullanarak sokağın, iniyoruz Karaköy'e. İstikametimiz Sirkeci. Kadim köftecinin peşindeyiz bu kez.


Bu cadde ile ona en yakışan havada ve ışıkta denk gelmek günün bonusu. Aslında iki günü, bir gecesiyle birlikte  sadece Karaköy'e ayırıp tek tek fotoğraflamak gerek binalarını. Hımmmm... bu konuyu bir düşünelim. Galata Köprüsüyse eskisini aratıyor her seferinde, allahtan balık tutanlar bir nebze unutturuyor çirkinliği. Çok uzun zaman oldu Eminönü-Sirkeciye geçmeyeli. Taksim sektörün first class'ı ise burası daha Anadoluydu. Giden mağazaların yerine gelenler yadırgatıyor beni. Adres bulmakta zorluklar yaşatıyor tıkış tıkış hali. Namlı Rumeli Köftecisini arıyoruz; piyazın harbisini, köftenin âlâsını... Biraz uğraştan sonra buluyoruz mekanı,  lakin kapalı. Gün Pazar, bizse cumartesi hissiyle yaşıyoruz onu. Ne yazık ki Filibe de kapalı.


Mois şu hayatta tanıdığım en saf en temiz en naif adamlardan biri. Musevi.. Piyasanın kadimlerinden. Uzun yıllar büyüklerden birinde çalıştıktan sonra, bir  iş hanının üst katlarından birinde raflarını tahta sandıklardan oluşturduğu küçük iş yerini açtı Taksim'de. Eski bir ayakkabı ustası olan babasıyla birlikte çalışıyorlardı. Onunla kendi aksanları ile tartışmalarını izlemek Eprahim Kishon hikayeleri okuma lezzetindeydi. Birlikte yaşıyorlardı. Babaya tuttuğu yas ise  kültürlerini tanımak adına kazançtı; yas süresince yıkanmamak, tıraş olmamak, üzerindeki giysileri yırtmak gibi pek çok şeyi o zaman öğrenmiştim. Yıllar yıllar önce Filibe Köftecisine ilk onunla gelmiştik. Sonra çok takıldım  götüre götüre bir köfteciye götürdün diye... "Ama en iyi ve tarihi bir köfteciye," diye altını çizdi her seferinde. Bir gün yazarsam sektör üzerine bir yazı, önemli figürlerin yaşayanlarını bulup konuşmalıyım; benim küçük gözlerle biriktirdiğim, onlarınsa büyük ve en verimli olduğu günleri.

Sirkeci Garının önünden karşıya geçiyoruz. İstikamet Kadıköy. Yağmur güzel güzel ıslatıyor. Anılar, isimler yağmurun pencerelerden akış hızıyla geçiyor. Hoşça kal Sirkeci. Uzun uzun görüşeceğiz bir sonraki seferde..




Kadıköy'e geçmeden asla

Yağmur mutedil, hava da öyle. Günün rengi bizim için sorun değil. Güvertede oturabiliriz. Köprünün altındaki mekanlar hazır. Hatta anın tadına varmış bir kaç masada bir kaç keyif insanı dahi var. Bu yakadan Galata Kulesi etrafındaki bina kalabalığı ile birlikte güzel. Hezarfen az sonra uçacakmışçasına bir sevinçle bakıyorum ona. Martılar geleneksel şovları için hazırlar. Karaköy'ün inşaat alanları sanki bedenden kopup gitmiş birer cansız uzuv. Tarihi çirkinleştirecekleri güne hazırlanıyorlar.


Delisiyiz vapurların. Henüz yazılmamış Kuzguncuk günlerimizde, Kadıköy'den Üsküdar'a, Eminönü üzerinden gitmişliğimiz dahi var. Bir güvertede martılarla uçmak insanı uçuran bir şey kesinlikle. Ya Haydarpaşa... İncecik bir sızı çoktan yerleşti kalbe. Kahrolası hikaye bozucular. Bir yanda inşaat hüznü bir tarafta protesto çadırlarının umut kıvılcımları. İnadım inat diyen inşaat iskeleleri. Ve uzun hikayeler biriktirmiş mahzun iskele.


Sırt çantalarımızı önceki seyahatlerden birinde keşfettiğimiz, iskelenin karşısında ve biraz sola yürüdükten sonraki arada tütün ve mamulleri satmanın yanı sıra emanetçilik de yapan -güvenilir- dükkana bırakıyoruz. Saat epeyi oldu. Karnımız aç. Üsküdar'a, Hünkar'a gitme meylim var. Hava şüpheli, dolayısı ile uçuş saati önemli. O halde Çiya.

Bir alternatif aklımızı çeler mi diye tur atıp sokaklarında çarşının, geliyoruz tekrardan Çiya'ya. Hep önünden geçtiğim ama şu güne kadar bir türlü içimde bir heyecan yaratıp da kendine çekemeyen "popüler" lokantaya. Kalabalık. Girişteki yemeklerin önünde kalıp göz atıyor, ahçı ile de sohbet ediyoruz.

"Bana badem çağlalı kuzu lütfen."

"Bana da lahana dolması lütfen."

"Bir de mücver lütfen."


İçinde çağla geçen hiçbir şeye dayanamayan yol arkadaşım pek mesut, heyecan yaptı.  Üstelik de epey acıkmışız. Bir tadına baksam... Hımmmmm....  Usulünce ve yöresine uygun  pişirilmiş, içinde nohut, badem çağlası, kuzu eti olan, yoğurtla terbiyesi yapılmış yemek lezzetli. Çağla aşı.


Yanına yoğurt koyularak servis edilen dolmalar, tadı anlamında pek sorun yaratmıyor. Lakin lahana yemekleri cennetinden gelmiş beni de heyecanlandırmayı pek başaramıyor. Öncelikle kemik ile lezzetlenmiş bir ıslaklık arıyorum ki yok. Bu manada kurak bir tabak.

İçine koyulmuş otlardan kaynaklı olarak mücverler damak alışkanlığımızdan farklı olsalar da hem ebatları açısından hem de lezzet itibariyle hoşumuza gidiyorlar. Belki de çok halklı bir ülkede yaşıyor olmanın keyifli yanlarından biri bu; yöresel ve farklı renkliliklerimiz gibi benzer yemeklerimizde rast geldiğimiz hoş nüanslar...


Tezgahın başındayken bana tereddüt yaşatan ve hayalimdeki tadıyla öne çıkıp galip gelen lahana dolmasında aradığını pek bulamayan şahsım bir de patlıcan kebap paylaşma fikrinde.

"Bir patlıcan kebap lütfen."


Ya çok fazla pişmiş, ya da bekleme süresinden kaynaklı olarak iyice gevşemiş sebzeler... Tat tamam ama heyecan verici değil. Tabakta bir canlılık yok. Dirilikten yoksun. Dünden kalmış diyesim bile var neredeyse. Porsiyonlar mı az yoksa ben mi çok açım bilemiyorum. Kişisel olarak, en azından tabak ebatları gözümü doyuramıyor. Söz konusu en az iki kişi ile çok şey tatmaksa uygun.

"Bir pilav lütfen."


Karabiberle tatlandırıyoruz kendisini, bir yavanlık hissi alıyorum nedense. O kadar öne çıkarılmışlığına rağmen mekan, belki de kalabalığından kaynaklı olarak, belki de popülaritesinin yüksekliğinden, belki farklılığını ve "özgünlüğünü" bir şekilde gözüme sokuyor olmasından kaynaklı olarak, belki de ön yargılarımdan sebep çok heyecanlandırmıyor beni.

Ama Kadıköy'de dolaşmak güzel. Balık pazarı canlı. En sevdiğim kadın füme eti gördü. Abinin esnaflığı sevimli. Eski adam. Bakınırken kaptı bizi. Aile işletmesi. Pastırmalar Kastamonu'dan. Sohbetimiz güzel. Alınası epey şey var. Eti alıp çıkıyoruz. Bir ampul yanıyor bende... "Bir gün," diyorum, "bu çarşıdan alışveriş yapalım, sonra sahilde bir kuytuya konuşlanalım, şöyle sırtımızı Kadıköy kalabalığına verip vapurlara karşı bir rakı keyfi yapalım."  Anlaştık. Kadıköy konaklamalı bir seyahat.




Bir ara sıcak vakti

Ora mı bura mı derken daha önce de aklımda yer etmiş, bana hep tereddüt yaşatmış Gemide'de karar kılıyoruz. Hem barlar sokağının kalabalığından uzak hem de hayatın akışkanlığının içinde bir yer.

"Tuborg fıçı bira var mı?"

"Yok"

"İki Tuborg lütfen"



Biralar kısmen karlanmış, o derece soğuk yani. Bu güzel!.. Mekanı sevdik. Günün bu saatine çok uygun. Dışarıda bir çarşı kalabalığı ve lezzetli bir canlılık hüküm sürerken burası açık denizde, şahane bir kadınla kendi kalabalığını yaratıp, sakin sakin yol almak gibi. Üstelik masada kül tablası var!

O halde şerefine.

Uzun, çok keyifli bir  zamanı geçiyoruz Gemide. Kahvelerimizi içip çıkıyoruz karaya. Hep önünde kaldığımız ve merak ettiğimiz Surp Takavor Ermeni Kilisesine uğramış, ayini parmak ucu kaçırmış, mumlarımızı yakıp dileklerimizi dilemiştik zaten. Üstelik sabah ayininin ardından yorgun düşmüş ve ortalığı temizlemekte olan abinin tatlı sinirliliğini de pek sevmiştik.

Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan eyleme. Sevdiklerimiz için önce Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Sonra kendimiz için Baylan'a.

"Vişneli çikolata lütfen." 

Artık Kadıköy'e veda vakti. İstikamet Havabüs. Emanetten çantalarımızı alalım önce. Hava hâlâ ıslak. Yürürken birer çikolata yiyelim. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

Havabüs durağının yakınındaki satıcı teyze ısrarla sesleniyor kalabalığa, o an harekete hazır belediye otobüsünü işaretliyor. 5 liraya gittiğinin altını çiziyor. Kesemizin koruyucusu bu teyze ne yazık ki kimse tarafından umursanmıyor.

Havabüsteki koltuğum arızalı, sırtımı dayadığımda direk yatıyor. Dolayısı ile arkaya rahatsızlık vermemek adına dayayamıyorum. Bu beni kızdırmayı, huzursuz etmeyi başarabiliyor mu? Tabii ki hayır.

Ve Sabiha Gökçen. Henüz kalabalık değil.

Check-in, bagajlar, uçuş kartları.

Üst kat, rahat koltuklar.

En sevdiğim kadın Americano'larla geldi. Vişneli çikolatalarımız da var. Lakin ben kitabımı bagaja giden sırt çantama koymuş olmanın mutsuzluğunu yaşıyorum. Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı. Okuma hızımın en yavaşladığı süreçte, ara vererek okumama rağmen bütünlüğünü hiç kaybettirmeyen, kendini unutturmayan şahane kitap.

İniş trafiği yoğun, kalkışta da en az beşinci sıradayız. Kaptanımız anons ediyor. Erken çıkmamıza rağmen pist başında zaman kaybediyoruz.

Güzel kalkış, kaybı geri döndürmeye azmetmiş bir kaptan pilot.

Ve vaktinden önce Samsun.


5 Nisan 2018 Perşembe

Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans

Öncesi



Her anı "sevelim diye varolmuş günler"in güzelliğine


Yaşayacağımız bir masal, bunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Şu an sadece bir masada iki kişi var. Biz de on dakika erken geldik. Rezervasyon sorumlumuz adına ayrılmış masa hemen piyanonun yanında, sandalyelerden birinin duvara bakar halini saymazsak âlâ. Sandalyeyi hemen diğer yana alıyoruz ve masamızın güzelliğine güzellik katıyoruz. Yeni doğmuş bebek gibi her tarafı inceleyip hafızamıza kaydediyoruz. Rus şarkılarının çalındığı mekânla fena halde kaynaşıyoruz. Çünkü ruhu var, ve bu ruh geçmişin tüm güzelliklerini içinde barındırıyor; sıcacık, kendine güveniyor, şefkatli ve güvenilir. Ne hava atıyor, ne de en ufak bir kasılma emaresi taşıyor. Ve hatta an itibari ile bayılmış ve kendimizi ona teslim etmiş durumdayız. İlk görüşte aşk bizimkisi.

Her masaya koyulmuş küçük vazolardaki papatyalar şirin. Masadan kaldırılan, rezervasyon yapanın adının yazılı olduğu kartı rica ediyor ennn sevdiğim kadın. Ayaspaşa hatırası. İtiraz edeceğimiz, eleştireceğimiz hiçbir şey yok an itibari ile. Barın arkasındaki Abi kadim. Gece boyunca herkese yetişen, Özbek olduğunu düşündüğümüz ve finalde bunu teyit ettiğimiz bıcır bıcır genç kız menü ile geliyor ve zarifçe masamıza bırakıp, çekiliyor.


"Bir etli votka tabağı lütfen, yalnız menüde 3 kişilik yazıyor, onu iki kişilik yapmak mümkün mü?"

"Elbette."

"35'lik mi karaf?"

"10 shot çıkıyor."

"Bir karaf da sarı votka lütfen."

"İsterseniz yarım karaf getirir diğerini dolapta bekletirim."

"Teşekkürler."

"Bir de havyarlı blini lütfen."


Etrafı süzmeye devam ediyoruz. Süzdükçe bütünleşiyoruz. En sevdiğim fotoğrafçı yine bir şeyi yakaladı derken bara doğru yürüyor. Ve yukarıdaki fotoğrafla dönüyor.

Gitmeden önce sitelerinde menüyü incelerken Rakı fiyatının 500 TL oluşu dikkatimi çekmişti; bunun kasıtlı olduğunu düşünmüş ve ennn bayıldığım kadınla paylaşmıştım. Menünün altındaki, sonuna gülücük koyulmuş "Rus lokantasında rakı içmenin bedeli" cümlesini görünce kahkahayı koyveriyoruz. Belki de bu ülkede en çok satacakları içkiden, konsepte sadakat göstererek, her şeyin öncelikle kazanca odaklı olduğu bu dönemdeki bu vazgeçişi takdir ediyoruz.


Tüm yiyeceklerin taze taze hazırlandığı bu güzide lokantada önce buzzzzzz gibi sarı votkamızın ilk yarısı geliyor. Birer shot koyuyoruz bardaklarımıza. Hoş geldik... İyi ki geldik!

""На здоровье"

"Ha здоровье"*


İçinde dana dil, erikli tavuk rulo, soğuk haşlanmış antrikot ve kızarmış ekmekler olan etli votka tabağı göz alıcı. Krep içine havyar koyularak rulo yapılmış ve dilimlenmiş blini hoş. Sarı votkaya bayılıyoruz. Onunla ilk tanıştığım âna gidiyorum, Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan o meşhur darbenin hemen arkası günler, şahane bir grubuz, Aziz şu alemin en iyi mekânlarında çalışmış, orduevinin her şeyi olan kişi. O unutulmaz anların yaşandığı şehre anlam kattığı kesin. Onun yaptığı sarı votka gününü doldurdu. İçilebilir. Hepimiz için bir ilk. Şahane bir limon, karabiber, votka buluşması. Başka bir boyut. Muhteşem bir lezzet. İz bırakıyor.

Sonraki yıllarda çok kere kendim de yapıyorum. Ve bugün anlıyorum ki biz limon kabuğunu fazla koyup onu baskın kılarak işi biraz limonçelloya çeviriyormuşuz. O günden bugüne kadarki zaman aralığında içtiğim sarı votkalar da kendince güzel. Ama olması gereken, ilk içilendeki o olağanüstü lezzete ulaşabilen bu. Tadını çıkaralım o zaman.


Biz güzelden anlayan, samimiyeti hissedebilen, değişik tatları anlamlandırıp, kendi alışkanlıklarımızdan uzak olsa bile güzelliğini fark edip tadını çıkarmasını bilen, onların hikâyesine kolaylıkla adapte olan iki kişiyiz. Belki de yemek konusunda tutucu olan, standartları belli, alışkanlıklarından ötesini anlamlandırıp kıymetli bulmayan insanlar için uzak bu lezzetler. Tadı tuzu konusunda farklı duygular taşıyabilirler. Bizse bayılıyoruz. Blininin içindeki havyar için siyah olsaydı, diyoruz elbet. O zaman oluşacak fiyata ne denirdi peki, ve tadını çıkarıyoruz soğuklarımızın. Bir de şuba salatası sipariş ediyoruz. Yarım hazırlatırım diyor, genç kızımıza Junior diye hitap eden genç adam. İkisi de baba diyorlar barın ardındaki maestroya.


Selyodka, pancar, patates, havuç, soğan, yumurta, mayonez: içinde küçük parçalar halinde turşu da olan şuba salatasının diğer oyuncuları. Tüm oyuncuların katlar halinde güzel bir armoni oluşturduğu, kendine has, bizce güzel tadı olan, geceye yakıştırdığımız bir lezzet bu. Arada bir dilinize gelecek marine edilmiş balık parçacıklarına itirazınız yoksa, afiyetle yiyin.

Saat 20'sularına gelince  yükünü almaya başlıyor lokanta. Rezervasyonsuz gelenler geri çevriliyor, telefonla arayıp yer ayırtmak isteyenlerden özür dileniyor. Bizse cumartesi akşamı için kaç ay evvelden ayırtmıştık masamızı. 

Canlı müzik saatleri geldi. İki güzel ve zarif kadın; piyanistimiz ve solistimiz. Kimseyi rahatsız etmez adımlarla geliyorlar. Piyanonun sesi ilk tuşa basıldığı andan itibaren ele geçiriyor ruhlarımızı ve ona eşlik ediyor kış buğusu sesiyle solist. Müziğin kıymetli, eğitiminin kaliteli ve yüksek olduğu bir coğrafyanın insanları sonuçta. Rusça şarkılarsa bize yakın. Gecenin zarafeti ve sıcaklığı gittikçe katmerleniyor. O halde "Za drujbu!"


Piyanonun sihirli tınıları ve Rus dilinin o romantik, en hareketli şarkılarda bile hüzün izleri yüklenmiş, anlamadığınız sözcüklerdeki hikâyeleri aklınıza çizip, ruhunuzun derinliklerine gönderebilme becerisi; yaşadığımız masalı boyutlandırıyor. Bitmesi istenmeyen gecelerden biri bu.

"Bakar mısınız lütfen!"

"Bir Piroskhi ve bir patlıcan rulo lütfen."


Birer ısırık alalım bakalım piroşkilerimizden, sıcacık, bir yudum da sarı votka. Hımmmmmm âlâ. Lahanalar muhteşem pişmiş, güzel bir ara sıcak. Hemen pişi ile eşliyor aklım. Fırından çıkmış gibi gözükseler de ben yağda çok başarılı bir şekilde, gram çektirmeden kızartıldıklarını söylüyorum. Soruyoruz genç adama. Önce bir miktar fırınlandığını, sunum aşamasında ise yağda kızartıldığını söylüyor. Havamı atıyorum elbette. Gurme miyim ben yoksa?

İçinde peynir, kendi yapımları tuzu az tadı tatlıya yakın mayonez, sarımsak ve bir miktar yeşillikle muhtemelen ızgara edilmiş ya da piroşkideki gibi başarıyla kızartılmış patlıcanlarla rulo yapılarak tamamlanmış bu soğuk yiyecek çok hoş ve lezzetli. Votkaya şahane bir eşlikçi. Bayılıyoruz.



Hımmmmmm bu şarkı çok tanıdık, Миллион алых роз .*** Solistimizin yorumu ise alıp götürüyor. Ama gecenin finaline doğru Kalinka başlayınca, salonu tutmak mümkün olmuyor. Genç adam ve genç kızımız da pek güzel eşlik ediyorlar şarkıya. Barın ardındaki Abi zaten muhteşem. O çoğu zaman gözlerini şarkıların söylendiği yerden alamıyor. İfade şahane, o ifadenin dışa vuran duygusu ise öylesine tertemiz ki. Bir roman yazılabilir; alt yapısı dokunaklı Rus tınıları olan olağanüstü güzel gece ve güzel gözlerle baktığı her şarkıyı alkışlamaktan geri durmayan bu şahane abi üzerine.

Birden Happy Birthday'in Rusçası başlıyor, kalabalık bir masada doğum günü var. Kimse duyarsız kalmıyor, geniş katılımlı bir kutlama halini alıyor doğum günü. Bir süre sonra da bir başka masaya geliyor üzerinde mumlarla doğum günü pastası, aynı şarkıyla ve aynı coşkuyla iyice kaynaşıyor salon.

Bu küçük ve şirin lokantanın orta kısmına, barla piyano arasına ve yakınına iki kişilik masalar koyulmuş. Dört kişilik ve daha kalabalıklar için olan iki masa da salonun iki tarafına ve bunların arkasına. Güzel bir akşam için çok ince bir düşünüş bu. Bir çok yerde olduğu gibi olayın dışında bir alana atmamışlar çiftleri. Baş başa güzel bir gece için her şeyi yapmışlar.

Ana yemek içinse seçim zorluğu içindeyiz. İki farklı ana yemek söyleyip paylaşmak için halimiz yok. Çünkü final hayalimiz medovik. Oysa aklımızda fır dönenler çok. Ana yemek menüsü zengin. Hepsi birbirinden çekici.

"O halde bir klasiği deneyelim mi? Hem kendi yaptığım kievskilerdeki başarımı test etmiş olurum."

"Âlâ"

"Bir porsiyon kievski lütfen" 


Burası  mahallemizdeki bir lokanta. Bir kaçı methini duyup da başka semtlerden gelmiş, ağırlık bölgemizin insanları. Sanki evimiz bir kaç sokak ötede. Tüm bu insanlarla bir göz aşinalığımız var sanki. Aynı zevkleri paylaştığımız ve iyi insanlar olduğumuz kesin. Müdavimleriz. Rafine ama sıcak ilişkiler kurabilen zevklere sahibiz. Genç yaşlı hepimizin hayatla ilişkisi şahane. Ortak bir çok zevkimiz olduğu mutlak. Şu doğum günü kutlanan masadaki genç adam kadehindeki şarabı ne de zarif, incelikli ve güzel çalkalayıp renklerine ayırıyor. Vallahi yakışıyor. Biraz önce coşkulu bir şarkıyı söylerken solistimiz, hızlanmışken piyanoya dokunan zarif parmaklar, arka masadan kalkan, yaşça bizden büyük hanımefendi nasıl da önlerine gelip bara bir şey söylerken, iki arada bir derede şovunu sergileyiveriyor. Hem ne kadar tatlıydı. Ya gittiği masadaki, saçları kırlaşmış, şık takım elbisesi içindeki uzun boylu yakışıklı beyefendi. 


Mekânı, orada olmanın verdiği hissiyatı, yaşadığımız tadı yukarıdaki cümlelerle anlatıyoruz birbirimize. Hiçbir yerde olmayı burası kadar özlemeyeceğimiz kesin. Zamanın tüm kirlenmişlerinden uzak, ruhuna dokunulmamış, lezzetli ânların, huzurun, neşenin, mutluluğun ve aşkın en güzel hissedilebileceği bir yer bu kadim lokanta. Her şey açık ve net. Kusursuz, güvenilir ve sempatik bir hizmet sunulan.

"Ben mi kesim siz mi kesersiniz?"

"Siz kesin lütfen."


İlk izlenimim, sarılması dışında benim yaptıklarımdan pek farkı olmadığı noktasında. Belki ben biraz daha yağ çektiriyor olabilirim ki o hali seviyorum. Bir de içine tereyağı ile birlikte kaşar peyniri ve tane karabiber koyuyorum. Lokma alındığında karabiber patlasın ve onun acılığı votka ile dindirilsin diye. Kendi yaptığımın dışında hiçbir yerde kievski yememiş olduğumun da altını çizmeliyim elbette. Bu ilk.

Biraz daha keselim ve açalım üstünü... İlk lokmalar... Hımmmmmmmmm, pek lezzetli. Ben de yapıyormuşum ama! Önemli nüanslar var, kabul. Mesela bir daha yağ çektirmemeye gayret ederim. Sonrasında fırınlarım, içi biraz daha pişsin, yağ üzerinden gitsin diye. Kullandığım kaşarı kesinlikle başka peynirle değiştireceğim, ıspanağı kıyacağım ve başka bir yeşillikle de deneyeceğim mutlak.

Garnitürün sosunu kıskanıyorum. Çıtır çıtır havuç rendelerine ve patateslere çok yakışmış. Ekşiliği kıvamında, çok lezzetli ve votka ile şarkılar söyletiyorlar damaklarımıza.

Gece muhteşem devam ediyor. Eksik olan kar. Buz tutmuş camlar ve kayıp düşmekten sakınarak yürünecek sokaklar. Bir gün mutlaka!


"Bir medovik lütfen."

"Medovik maalesef."

"Biraz önce şu masaya servis edilen medovik'e benziyordu?" 

"Napolyon; benzer ve içinde az miktarda vişne var."

"O zaman Napolyon lütfen." 

Hayalim yıkıldı, Antalya yazısında bu geziye ve burada yenecek medovik'e gönderme yapmıştım oysa. Artık bir başka zamana. Cuma ve cumartesi  Napolyon'un. Karafın ikinci yarısı da bitmek üzere, birer shot finale.

Hımmmmmmmm lezzetli. Eser miktarda şeker içeren krema ve kararında pişip, krema ve vişne ile lezzetlenmiş iç kısmı hafifçe yumuşamış milföy süper. Üzerine serpiştirilmiş hamur kıtırları lezzetli. Güzel yemeğe, güzel akşama, güzel bir final. O halde şerefe.

Kapanış saati geçti. Rusça şarkılar banttan. Masalar yavaş yavaş boşalıyor.

"Hesap lütfen"

Menüdeki porsiyonların bölünmeyeceğini varsayarak bir tahminim vardı. Ama bölünebilir olunca, rakamı revize ediyorum. Ennnnn tatlı kadının en tatlı haliyle yaptığı tahminle aramızda epey fark var. O daha yukarıda. İkimiz de yanılıyoruz. Üzerinde olmak kaydıyla daha yakın benim tahminim ama.. Paha biçilimez bir tat aldığımız bu akşamda, tam 5 saati keyifle geçirdiğimiz bu güzide mekâna ödediğimiz para 295TL+bahşiş oluyor.

Samsun'dan sadece burada bir akşam yemeği için geldiğimizin ve memnuniyetimizin altını çizip teşekkür ediyoruz, babaya. O da öyle güzel cümlelerle karşılık veriyor ki.

"Her şey o kadar güzeldi ki..."

"Çok teşekkürler."


Dışarıda şefkatli bir kuzey soğuğu var. İstiklâl açık dükkanları ile gündüz kalabalığında. Akdeniz şefkatli. Tünele yaklaştıkça kalabalık ve hayat yavaşlıyor. Büfeden iki su alıp vuruyoruz aşağı. Asmalı'nın mekânlarında insanlar var ama nerede o eski canlılık... Otelin hemen yanındaki binanın en üst katında müzik alabildiğine. Odanın kapısında sorun var, elektronik kart açmıyor. O halde resepsiyona.


Vişneli çikolata tadında bir İstanbul günü

30 Mart 2018 Cuma

Üç Sergi, Kadim Lokantada Bir Öğle Yemeği ve İstanbul


24 Mart Cumartesi 

Bundan öte yurt içi seyahatlerinizde 45 dakika önce check-in işlemlerinizi tamamlamalısınız diyor Pegasus. İktidar partisinin 6.olağan il kongresi olduğunu ve de cumhurun başının kongreye katılacağını düşünürsek, alınacak güvenlik önlemlerinin boyutunu da öngörebiliriz. O halde erken çıkmakta yarar var. Bizi havaalanına bırakacak kardeş arabayı çalıştırmış ve bekliyor. Son kontroller de tamam. Asansör, bahçe kapısı ve günaydın. Önce ennnnnnnnnn bayıldığım yol arkadaşımı almak için ona doğru gidiyoruz. Arabasını dönüşte ineceği servis noktasına park etti. Hoppidi hoppidi geliyor

"Günaydın."

"Günaydın."

Salih Usta'ya uğramadansa asla! Kardeş sanayide esnaf kahvaltısına gidecek, o nedenle istemiyor.

"İki tane kıymalı, iki tane de patatesli kol böreği lütfen."

Allahtan yol boyunca bir kez durduruluyoruz, onda da arabaya bir göz atıp yol veriyorlar. Elbette ki geyik yapmaktan geri kalmıyoruz. Çevre yolunda bir aracı sağından geçerken, sola giremeyeceğini anlayıp da öndeki kamyonları sağlayan kardeşe de olmazsa olmazımız olan ayarı veriyorum.

Alanda 6 adet silahlı helikopter bekliyor. Uçuşumuz gelecek uçaktan epey önce olduğu için henüz bir kargaşa yok ortamda. Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarını alıyoruz. Bistroya konuşlanabiliriz.

"İki Amerikano lütfen."

"Özür dilerim, elektrikler yok, o nedenle yapamıyorum."

"Bekleriz."

"Bir 15 dakika sürer muhtemelen."

"Sorun yok."
.......
......
......

"İki çay lütfen."

"Kahve için kusura bakmayın lütfen."

Kibar ve tatlı kız.

Böreklerimiz şahane.



Güzel kalkış, bulutların üzerindeyiz. Neredeyse teker koymaya yakın görünüyor Sabiha Gökçen. Enteresan... ilk kez Havabüs için kuyruktayız. Aracın kapısı açık değil ve üzerimdeki montu kapüşonlu ile değiştirmediğim gibi su geçirmez ayakkabılar da çantada. Hava şehrimizin aksine burada sert. Rabbimin hikmeti işte. O an ufak bir serzeniş hissetsek de kadim bir hayalin gerçekleşeceği akşam yemeğinde çok anlamlı olacak kuzey sertliğindeki hava.


Taksim'de iniyoruz. Küçük vadinin karşı yakasındaki binalar bir sonraki sefere kesinlikle yok. Kentsel dönüşecekler. Uzun yıllara yayılmış çok keyifli bir dostluğumuz var bölgeyle. Çocukluğumu bilir benim. Türkiye'nin yedek parça sektörünün kalbinin yıllarca attığı yerdi burası. Şimdi yerinde olmayan, çekindiğim için bir türlü giremediğim Çin lokantası ne kadar ilgimi çekerdi. Şu köşede Vatan Ticaret vardı. Esnafın âlâsı Nuri Amca. O mağazanın hikayesini yazsam sonu Vatan Bilgisayar'a varır mesela. Taksim'in o yıllarını, sektörün gelişimini ve değişimini, farklı kökenlere ve dinlere mensup eşsiz karakterlerini kesinlikle yazmalıyım.

İstiklal'e girdik, caddenin düzenlenmesinde açıkçası koparılan kıyamet kadar bir çirkinlik göremedik, saksılarda ağaçlar arandık sağda solda ama yoktular. Haaa ruhunu yitiriyor mu bölge dersek, gündüz olmasa da gece yitirdiği kesin. İranlı olduklarını düşündüğümüz gençlerin yaptığı müzik latin kokuyor ve çekiyor. Tam Fransız Kültür'ün önündeler, güzeller ve güzel de çalıp söylüyorlar. Şarkı bitiğinde alkış kıyamet. Dinleyenler mutlu. Kasa fena değil.

Henüz yazılmamış iki İstanbul seyahati gibi bir hedefe odaklıyız yine. Bu öyle bir ukde ki içimde, anlatılamaz. Yıllarca her İstanbul dönüşünde, Gümüşsuyu Ulusoy'un eski yerinde beklerken 21 otobüsünü, önüne gidip gidip dönerdim onun, önceleri, tıfıl bir çocukken çekinirdim. Sonra benim kadar istemeyen insanlar oldu yanımda. Ama şimdi!

Önce öğlen yemeği yemeliyiz, sabah kahvaltı ettik de sayılamaz. İstiklale gelince iyi yemek nerede yenir? Kesinlikle Hacı Abdullah'ta.  Genç bir kadın karşılıyor kapıda, sonra da kadim garson. Yemeklere bakıyoruz tezgahtaki. Gerçi bakınca kafa karışıyor, seçim zorlaşıyor ama ben beğendili kebabı daha bu seyahati planlarken koymuştum kafama.

"Bana beğendili kebap lütfen."

"Ben yarım bamya çorbası, yarım da beğendili kebap alabilir miyim lütfen" 


İlk kez mekanın adı Hacı Salih'ken sevmiştim kendisini. En sevdiğim iki arkadaşımdan diğeri ile gelmiştik. Usta çırak zincirinin devamında tekrar adı Hacı Abdullah'a dönüşse de ilk kez Hacı Salih'ken yediğim lezzette en ufak bir kayıp yok.

Ennn sevdiğim kadın benden uyanık davrandı, yarım bamya çorbası ve yarım beğendili kebap çifte kavrulmuş gibi. Aslında bir tabakta istediğiniz kadar farklı yemeği bir araya getirebilirsiniz. Ben beğendili konusunda nettim, lakin bamya çorbasının tadına bakmadan geçemem. Hımmmmm... tek kelime ile muhteşem.


Yemekler damakları tahrik edince kısa bir istişare sonucu pilav ve komposto ilave etmeye karar veriyoruz. Seçim ennnnnnnnnnnn sevdiğim kadına kalıyor. Bizzat gidip bakıyor, elbette fotolarını da çekiyor ve ayva kompostosunda karar kılıyor.


Artık neredeyse hiç bir lokantada rastlayamadığımız pilav geliyor, arpa şehriyeli elbette. Ne güzel... Komposto ölmelik. Olağanüstü bir lezzet, her zamanki gibi. Karanfil, biraz tarçın, ayvanın lezzeti, renk uyumu gurmik bir senfoni. Kaseye giren kaşıkta kesinlikle pilav taneleri olmalı.  Türk Mutfağı ise kesinlikle yaşamalı. Yeni nesiller de şehriye ve pirinç tanelerinin kaldığı kaşığı kompostolara daldırmalı ve ölmeli.


Kahvelerimizi içip muhteşem bir öğle yemeği keyfi yaşamanın ardından, herkese teşekkür edip, 106 TL tutan hesabı ödeyip vuruyoruz çantalarımızı sırtlarımıza. Önünden geçerken dikkatimizi çeken Yapı Kredi Kültür merkezindeki sergiyse bingo. Kesinlikle görmek istiyordum ama burada rast geleceğimi bilmiyordum. Günün bonusu.

Odakulenin hemen yanındaki sokaktan Meşrutiyet Caddesine doğru kıvrılıyoruz. Gidilecek mekanla uyumlu otel seçme konusunda bir kez daha tam isabet yapmış mıyım bakalım. Bu kez kendime fazlası ile güveniyorum.

Veee ta ta ta taaaaaaaaaaaaa... huzurlarınızda Palazzo Donizetti. Adını vakti zamanında aynı sokakta oturmuş, Sultan II.Mahmut döneminde ülkenin ilk askeri bandolarını eğitmiş  paşa unvanlı İtalyan Giuseppe Donizetti’den almış, ihtişamlı ve şık girişi ile etkiliyor insanı.

Resepsiyondaki hanımefendi yakışıyor binaya. Sıcak bir karşılama. Asansör kadim. Odaysa umduğumuzdan güzel, adeta bir suit. Hani yazar olsam oturup burada yazarım kitaplarımı, burada kabul ederim dostlarımı. Takılırım Asmalımescit'in mekanlarında. Dalar giderim Pera'ya... İtiraf etmeliyim ki şu cümlelerin hepsini sarf ediyorum odada. Üstelik kahvaltı ve yemek salonu Altın Boynuz manzaralı. Kullanmıyoruz. Kusurları da var elbette. Onlar saati geldiğinde.

Kısa bir dinlenmenin ardından, çıkıyoruz sokağa, Galata Kulesi görüş alanımızda. Ona doğru yürüyüp, Tünel'e doğru vuruyoruz ara sokağa, Antiochia'nın önünden geçip çıkıyoruz İstiklal'e. Rezervasyonumuz saat 19'a. St.Antuan'a bir uğrayalım ama.



Şehirlere Alışamadı

Hemen söylemeliyim ki her aşamasında küratörlerini çok takdir ettiğim, yazara yakışır bir sergi bu.  Hikayesini güzel anlatıyor. Kendi çektiği fotoğraflar etkileyici. Duygusu geçiyor insana. Bulunduğu şehirlerde yazdığı hikayeleri ve şiirleri destekleyen şarkıları isterseniz her birine yerleştirilmiş kulaklıkları takıp dinleyebiliyorsunuz.


Tren sesini duyduktan sonra projeksiyonla yansıtılan demir yolu görüntülü perdenin arasından geçtiğimiz kısmın iki yanına döşenmiş sembolik raylar zekice. Oradan çıkınca camdan bir Sabahattin Ali karşılıyor. Duygusu muhteşem bir an. Gözleri yaşarıyor insanın ve bir sızı yerleşiyor kalbe. Düşünenlere ve o şekilde yerleştirenlere alkış.


Yazarın baktığı yerde eşi Aliye ve kızı Filiz Ali'nin olduğu bir fotoğraf var. Birbirlerine bakıyorlar. Uzaklar yakın oluyor. Hasretin dramı göz uçlarınıza damlalar sıralıyor. Kalbinizi muhteşem bir sıcaklık sarıyor..


Eğer salona koyulmuş üzerinde yeşil zeytinler olan zeytin ağacı ile iki arkadaşı bir kompozisyonda birleştirirseniz, kesinlikle kendinizi o yıla ışınlayabilirsiniz. Sergiye ilgi yoğun. Halkımız seviyor Sabahattin Ali'yi. Her siyasi görüşten insanlar üstelik. "Abi," demişti gözleri parlayarak, bizim inşaatın mobilyalarını monte eden ekipten, Adıyaman'daki bir zatın müridi de olan genç çocuk. "Eşime doğum gününde bir kitap almak istiyorum." Gözlerindeki heyecan aşkının açık bir kanıtıydı. Gurur duyuyordu karısının üniversitede öğrenci olduğunun altını çizerken. Sevdiğinin o anı, ona olan hayranlığını görebilmesini o kadar istemiştim ki. Madonna da önerdiklerimden biriydi. Ertesi gün gözlerindeki ve sesindeki titreyişte görmek gerekirdi mutluluğu. Bi tanesi o kitabı okumayı çok arzuluyormuş meğerse.


"İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi; Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi- kucak açmayı bu adla anlatmak istedim," demiş İlhan Koman. İki kez fanatiklerin saldırısına  uğrayıp birinde ancak kolu kırılabilen bu demirden heykel artık huzur içinde bulunduğu yerde... kocaman kucaklıyor insanlığı. Gece ona doğru yürürken ki görkemi muhteşem. 


Hera Büyüktaşçıyan, Ali Taptık ve Marco Di Giovanni’nin hazırladığı üç sanat projesinden oluşan “Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Yapı Kredi Kültür Sanat müze katında. Danışmendoğulları, Artukoğulları, Mengüçoğulları ve benzerlerinin başına geçen beyler adına basılan mangırlar ilginç.


“Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Elden Ele, Elden Ötedekine’ isimli mekanik heykeli ki tesadüfen ileri doğru gittiğimde çalışan mekanizmanın harekete geçmesiyle hareketlenen ellerin başında toplanan insanları ürkütme anı ve ardındaki şaşkın kahkahalar eğlendiriyor hepimizi. Giderseniz deneyin. Ali Taptık’ın ‘Apofeni Topografyası’ isimli fotografik yerleştirmesi ve Marco Di Giovanni’nin ‘Bir Koleksiyondan Bitmek Bilmeyen Hikâyeler” isimli hayali haritaları da enteresan.. Görülmeli.


Kitap sitelerinden taksitle de alınabildiği için banka kitapçılarını takdir eder ama zorunlu olmadıkça alışveriş yapmam. Bu kez mangırların olduğu yerden görüntüsü etkiliyor ve çağırıyor. Serginin kitabıyla karşılaşmak, tüm duvarlarımı yıkıyor ve onu alıyorum. İçine saatine kadar yazıp tarih atıyorum. Sergi hatırası. Ennn kitapsever yol arkadaşımsa o dahil bir kaç tane daha alıyor. Başkaları taksitlendirirken bankaların yapmıyor olması yüzünden, bazılarını almasına engel olabiliyorum ama iki tanesi için yapabileceğim bir şey olmadığını kabul ediyorum.


Mağazanın almaya teşvik eden tüm kışkırtıcılığına rağmen iradem galip geliyor ve yürüyoruz caddede. 19'a daha vakit var. Adımlar yavaş, heyecan yükseliyor. Fransız Kültür'ün önünde yine bir grup var. Biz vardığımızda keman çalan güzel kız vedalaşıyor. Yoldan geçerken katılmış, misafir sanatçı. Alıyor alkışları.

Bir fotoğraf sergisi var: İstanbul 365 Gün. Çok âlâ. Çünkü henüz vaktimiz var. Kimlikleri girişe bırakıp bir kart alıyoruz. Fotoğraflar etkileyici, bir çoğunun önünde uzun uzun kalıyoruz. Pek çoğunu da beğeniyoruz. Ama bir tanesi var ki üzerine çok konuşuyoruz. Güzel kadın olmak bu işte. Yaşamdan biriktirilmişlerin yüzdeki yansıması çok güzel. Olmuşluk hali çok zarif. Tartışmasız, saf bir asalet dışa vuran.


  Her anlam içindeki bütünlük parçalar halinde, karelere sığmaya çalışıyor. İhtiyacımız olan sonsuz sanatı sağladığınız için teşekkürler!  

Geleceğin CEO'su 
Onurcan Ç.


Geleceğin ölümsüz sanatçısı 
Berkay B. 


Fransız Kültür'ün kafesini, özellikle dekorasyonda kullanılan renkleri çok seviyoruz. Bir gün yemek yiyip şarap içmeye de geleceğiz. Çalışan gençler kıpır kıpır. Sergi defterine yazılmış bizi fazlası ile gülümseten yukarıdaki cümlelerin sahipleriyse fotoğraf karesinde. Gidip konuşmamış oluşumun pişmanlığını yaşıyorum sonrasında. Çok keyifli bir sohbet olacaktı kuşkusuz.

Rezervasyon saatimize bir kahve içimlik zamanımız var. Hatta biraz da zamana yaymalıyız, kahve içimini. Uzun bekleyişlerin ardındaki kavuşmalara bayılırım. Orayı çok bekledim. Hatta bir ukdeyi canlandırıp yazıya bile döktüm. Eksik olan sadece kar ve buz tutmuş camlar. Bu gecenin ambiyansını hazırlayan melekler ellerinden geleni yapmışlar ama. Dışarıda, içte bir polar mont üzerinde bir başka mont şeklinde dolaşılacak rengi uygun, şahane bir kuzey havası mevcut.

"İki espresso lütfen."


Fransız Kültürden çıkarken asılı afişteki menü dikkatimizi çekti. Hımmmmm bir yaz akşamı için muhteşem olur. Şimdi hedefe doğru yürüyebiliriz. Bir kaç dakika erken gitmemizin bir zararı olmaz. Masanın keyfini çıkarmasını bilen insanlarız. AKM'ye üzülüyoruz ama artık çok geç. Anısı olan mekanların hiç değilse cepheleri sadece yenilense... çok uzun yıllara dayanan bir geçmişleri yoksa içlerinin yenilenmesi çok da sorun değil, çünkü teknoloji gelişiyor.


Önünde karşıya geçiyoruz, kendisine bir selam çakıp Gümüşsuyundan aşağı doğru yürüyoruz. Fischer de kapanmış. Karşıdaki Uzakdoğu restoranında da hayat belirtisi yok. Tarihi an yaklaştı. Şu an önündeyiz. Kapıya giden elim açıyor onu. Bir kaç basamak aşağı iniyoruz. O an, içeri bir göz atınca, anlıyoruz ki bu hayatımızın en güzel gecelerinden biri. Sanki hep buradaydım. İlk andan itibaren bir sıcaklık sarıyor bedenlerimizi.

Isınıyoruz.


Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans için buradan lütfen

Döndükten sonra araştırıp bulduğuma göre fotoğraftaki Hanımefendi Madam Lili Barokas'mış, 1933 yılında İstanbul'da doğmuş. Eski balerin olan Barokas bale eğitmenliğine devam ediyormuş. Barokas 50 yıllık aşk evliliğinin ardından 9 yıl önce eşini kaybetmiş. 

İstanbul 365 Gün Fotoğrafları için buradan lütfen

22 Mart 2018 Perşembe

Kaleiçi, Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar

 Sıralı okumayı düşünürseniz buradan başlayın lütfen.

Öncesi

Dün, yani 7 Lezzetli muhteşem akşamın ardından, hayatımın en büyük pisboğazlıklarından birini kendime yaşattığım kokoreç dükkanının önünden geçiyoruz.

Sen o kadar keyifle içilmiş, gözlerde ve sözlerde kaybolunmuş, muska yapıp kalbin bir köşesinde taşınası gecenin finalinde gaza gel ve kalabalığından da kaynaklı olarak, dolaptan gelen kömür ateşi görmemiş kokoreçleri ızgarasının üzerinde acelece haşlayan, hijyenin hak getire olduğu dükkanda yağmurun da tadına aldanarak kokoreç söyle... Bir de bunu ye. Hani kişisel tarihim affetse ben affetmem derece  aymazlığım için kadim tanrı ve tanrıçalardan, şehrimizin eli öpülesi, yaptıkları işe saygısı olan kokoreççilerinden özür diliyorum.



Hâlâ 26 Kasım 2017

Mevlevihane tarafındaki kapıdan gireceğiz bu kez Kaleiçi'ne; önce, saat kulesinin hemen yanındaki caddeye bakan meydanda bulunan sevimli kulübelere uğrayalım. Onları sevelim. Bu şahane sivil inisiyatife, Kaleder'e, yarattıkları yaşam merkezinin sürdürülebilirliği için katkı yapalım. Bir kaç magnet ya da benzeri eşya alalım. Buraya kediler için yemek bırakan insanlardan yola çıkılarak yaratılmış bu alan; üzerlerinde bağışçılarının adları yazılı, rengarenk kulübelerde yaşayan yaklaşık 100 kedilik bir "köy". Bu sevimli kediler istenirse sahiplenilebiliyorlar. Bir de onları koruyan gönüllü bir abileri var. Adı Aras. Yüreği kocaman, şahane bir köpek. Öylesine gelmiş ve orada kalmış. Kaleder satış noktasının güzel yanı, bir fiyatlandırma ile karşılaşmıyor olmanız. Bağış yapıyorsunuz. Gönlünüzden ne koparsa... Mesela bize kartpostallar hediye ettiler, aldığımız magnetlerin ardından. 


Mevlevihane kapalı olduğu için giremiyoruz. Bu kapıyı tercih etmemizin temel sebebiydi oysa. O halde hayalimizde yaşayıp hissedelim kendisini, ve duyumsayalım mevlevi kokusunu. Bir mozaiktir bizim ülkemiz tekrarının somutlaşmış hali aslında bulunduğumuz alan. Yine katmanlı bir tarihi adımlıyoruz. Aralarında uzun yıllar olan değişik medeniyetlere ait bir çok eser nefes mesafesinde. Mesela Kaleiçi'nden her çıkışta selamlaştığımız Kesik Minare bölge Romalılara aitken tapınak olarak inşa edilmiş, Bizans döneminde ilavelerle hem idari hem de dini amaçlara hizmet etsin diye bazilikaya evrilmiş, Selçuklular gelince de yeniden onarılarak cami görevini üstlenmiş. Kimse kentsel dönüşüm deyip de özünü bozmamış, yıkmamış, dokusundaki malzemelere sadık kalarak ilave yapıp, işlevselliğini bozmadan bugünlere taşımış.


Tabandan ısıtmalı ve de soğutmalı Yivli Minare külliyedeki arkadaşları adına sözü alıp, geçmişi ile övünmeyi pek seven, lakin geçmişinin ruhunu ve derinliğini anlamamış, muhtemel ki hayatında doğru dürüst kitap okumamış, hiç biri üzerine düşünmemiş, "eser" bırakmaktan kastı geçmişin büyüklerine öykünmekten öte geçmeyen, inşaat üzerinden büyünebileceğine inanan müteahhit bakışlı büyüklerimize de diyor ki: "Ağalar bi bana bakın bir de mantar gibi türetip üzerinden siyaseten nemalanmaya çalıştığınız estetik, toplumsal yarar ve niyet yoksunu yeni yaptıklarınıza... ben ve ben gibiler yüzyıllardır tüm insanlığın takdirine mazharken, sizlerinkilerden hiç birinin önümüzdeki yüzyıllarda dahi bizim gibilerle aşık atamayacak olduğunu görün, anlayın ve düşünün".


Marina çağırıyor. Kale kapısına doğru yürüyüp oradan aşağı vuralım. Saat kulesi kafamı karıştırıyor. Genel vurgu II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, lakin benim kafa dedektif. En ennn ennnn can iki arkadaşımdan adını kılıç sahibinden almış olanının dedesinin vakti zamanında "bir şekilde" eline geçen- ki kendisi eski zamanlarda Atatürk ile yan yana yürüme şerefine ermiş bir polis şefidir-  daha sonra Topkapı Sarayı müzesine bağışlanan ve halen orada olan kıymetli saatlerden birinin Abdühamit'e hediye edildiğini, bundan kaynaklı olarak da kendisinin bir saat meraklısı olduğunu biliyorum. Lakin kafamı karıştıran mimarinin pek eklektik duruyor olması... Bu yazıya girişince, tam da burada merakımı gidermek için Google'a sordum, kaygımı  paylaşır mı acaba? diye. O da şu yazıyı koydu önüme.

Dede başlı başına hikaye konusu edilecek bir şahsiyet. Bir gün, tıfıl bir çocukken en arkadaşımla yaptığımız efsane seyahati yazmalıyım ve orada, gezinin Yalova ayağından, onun yazlığında konakladığımız günden, elbette kızlardan ve onun şahsından uzun uzun söz etmeliyim. Cengiz Han'ın kılıçlarından birini salladığımın da kesinlikle havasını atmalıyım.

  

Kale girişine doğru yürüyoruz, bu kez girişten ileri doğru değil de sağ inişten aşağı vurmak niyetimiz. Sabah uçuşumuz çok erken ve henüz tramvaylar çalışmaya başlamamış oluyor.  Kaleiçi'nden Havaş'la ulaşım zaten sorunlu. O halde taksi. Şişçi Ramazan'dan Kaleiçi'ne doğru gelirken bir taksi durağının tarifesi gözüme çarpmıştı. Kafamda bir fiyat var.  Hemen saat kulesi girişindeki Kale Taksi durağının yazıhanesi önünde oturan, durak kültürü almış, efendiden iki şoföre selam verip soruyoruz. 

"Havaalanına kaça gidiyorsunuz?"

"50 TL."

Sessizce ve kurnazca bekliyoruz. Bir pazarlık söz konusu değil.

"45TL. olur." 

Hala sessiziz, mimiklerimiz konuşuyor.

"40 TL olur."

Anlaşıyoruz.

"Hangi otelde kalıyorsunuz?" 

"White Garden Hotel."

"Sabah birinizin buraya gelmesi gerek yalnız."

Öteki duraktaki tarifede de 50TL. yazıyordu. Bu durumda iki kişi için makul. Zaten sabahın körü için başka alternatifimiz de yok. En önemli meseleyi de hallettikten sonra, huzur içinde Uzun Çarşı Sokak'tan aşağı, limana doğru iniyoruz. İlk göze çarpan hemen yolun başındaki kafe ve şekerci dükkanı. Slav bir hanımefendi, şekerleri orada yapıyor. Kahveli şekerini daha sonra tattım, lezzetli ve eğlenceli. Waffle da var. Bir uğrayın isterseniz.


Çarşıyaysa bayılıyorum. Liman, gemiler, eski zamanlar ve korsanları dolaştırıyorum sokakta. Ganimetlerden paylarını düşenleri harcayan gemicilerin barlardan sokağa taşan seslerini duyuyorum. Sürekli yazıyor beynim ve ben bu durumu seviyorum. Artık bütünleştik sokakla. Dükkanlar sevimli, turistik bir çarşı olması fiyatlar açısından elbette ürkütüyor insanı ama ben deviniminin, baharat kokusunun ve estetiğinin keyfini çıkarıyorum. Tam limana girerken sağdaki küçük, bir o kadar sevimli müze çekiyor dikkatimizi, önünde kalıyoruz. Deniz Biyolojisi Müzesi. Yine tereddüt. Küçümsedim mi ne? Kaptan dürtse içerideyim. Pişmanlık ve onca emeğe haksızlık etmenin duygusu tepemde çekiç gibi.


Kafamın tarihsel senkronizasyonu şu an tamam. Tekneler birbirinden ilginç. Hakkını vermişler kesinlikle. Tur vakti değil ve olsa da bizim vaktimiz yok zaten. Güne damgasını vuran renk kurşuni bir mavi. Masal anları daha da gizemli kılmakla kalmayıp, şimdiki zamandan soyutluyor bizi. Mekanlarsa çekici. Çağırıyorlar. Ruhları kıpırdatan bu saatin tadını çıkaranlar da var elbette. Keyfince yaşıyorlar. Mesela şu iki genç hanım, usulca içiyorlar beyaz şaraplarını. Hoş ve sade bir masa. Günün ruhları dürtükleyen saatine pekala yakışıyor. Kıskanmamak elde değil. Yarasın. Neredeyse her bir teknenin önünde kalıp, çekici süslemelerinden hareketle hikayeler yazıp, hayaller kuruyoruz üzerlerine. Sonra, mendireğin üzerine çıkıyoruz. Beydağlarına son kez selam çakıyoruz. Balık tutanlar, sarmaş dolaş olanlar, poz poz selfi çekenler, balıktan dönen küçük tekneler, ruhları dürtükleyen saatin çekici güzelliği besliyor bizi. Aklımıza notlar düşerek, usul usul tırmanıyoruz merdivenleri.


Sokakları tavaf ederek ağır adımlarla yürüyoruz otele doğru. Kaleiçi'nde olmak bir başka ülkede yaşamak gibi. O bir başka ülke olunca Antalya da bir başka ülke oluyor doğal olarak. O bize benziyor ama. Kaleiçi sanki surlarla kendini ayrıştırmış, saklı, güvenli, daha demokratik ve kadim bir yer hissi yaratıyor insanda. Oralı olmaya daha yakın buluyoruz kendimizi.

Hava usulca kararıyor. Bir veda gecesi planımız var. Otelde biraz dinlendikten sonra, son kez ve akşamın güzelliğine yaslanarak, ışıkları yanmış mekanlarını kolaçan ediyoruz bu masal ülkenin.  Önce, otelin üst köşesinden gelen müziğin çekim alanına kapılıp, mıknatısına teslim ediyoruz kendimizi. Yaklaşınca görüyoruz ki canlı. Ama öteki köşedeki Dubh Linn de kışkırtıcı. İçimizde İrlandalılar var üstelik. Bu karar zorluğunu aşmak için sokaklarına dalıyoruz akşamın. Her mekan çekici. Gece ve özgürleşmek, ruhları dürtükleyen, her şeyi güzel kılan, kafaları arındırıp güzelliklere odaklayan kışkırtıcı bir şey mi yoksa? 


Yağmurun izleri gittikçe güzelleştiriyor geceyi. Açıkçası her  mekan bir özelliği ile öne çıkıp çağırıyor. Sanki bira isteği daha ağır basıyor, rakı bu kez çelemiyor aklımızı. Hıdırlık kulesinden uzaklara bakıp, derin derin Akdeniz çekiyoruz. Güzelliklerle kalabalık, aynı oranda sakin gece, akşam yemeğindeki evler, perdesi aralık alt katın yemek masasındaki aile, klasik müzik çalan çöp kamyonları, itfaiyenin sireni, yaprakların üzerindeki yağmur çiseleri, birbirinden güzel butik oteller, alafranga tuvaletlerden çiçeklikler yapmış insan aklı ve gecenin kokusu muhteşem. Dönüyor başımız.


Son kararımız ilk kararımızla aynı oluyor. Dönüyor dolaşıyor ve kürkçü dükkanına varıyoruz. Famous Kitchen. İki genç gitar ve mıknatıs gibi çeken ses, başardılar. Mekan hoş, seviyor ve benimsiyoruz hemen. Karşı mekan ve Dubh Linn'le birlikte güzel bir alan oluşturuyorlar. Memnunuz. Garsonumuz genç adam çok tatlı. Hizmetli ve güleryüzlü.

"İki Efes fıçı bira lütfen."

"Bir de karışık tabak."

Islak gecenin serini iki arada bir derede bıraksa da insanı, hem ısıtıcılar hem de sandalyelerin arkasındaki battaniyeler izin vermiyorlar içeri girmeye. Gece, sokak ve müzik büyüleyici. O halde dışarıda kalıyoruz.

Güzel bir veda akşamı mı?

Kesinlikle.

Yan masaya iki genç kız oturuyorlar. Sade bir şıklıkları var. Siyah saçlı olanı bir kadeh şarap istiyor. Diğeri bira. Güzel bir fotoğraf. Ülkemi seviyorum bir kez daha. Bir yudumun ardından şarapla ilgili şikayetini söylüyor genç kız. Tereddütsüzce ve güler yüzle değiştiriyor genç garson. Ve altını çiziyor, "sorun olursa tekrar söyleyin lütfen."  Bir süre sonra bir sağanak başlıyor. İyice parlatıyor geceyi. Brandaların altına sığınan sevimli köpek önüne konulanlarla mutlu.

Biz de mutluyuz, eğleniyoruz ve arada bir de mırıltıyla eşlik ediyoruz şarkılara. Solist ile göz kontağımız var. Takdirlerimizi de bizzat söylüyoruz zaten.

"İki bira daha lütfen."

"Biri 33'lük olsun lütfen."

Genç çocuk bahşişi anasının ak sütü gibi hak edenlerden. Bir de teşekkür edip otelimize doğru yürüyoruz. Islak ve artık üşüten havanın bedende yarattığı ürperti şahane.


Biraz şöminenin karşısında kalıyoruz. Bacaklarımız önümüzdeki sandığın üzerinde. Kanepeye kaykılıyoruz iyicene. Odunun rahiyası ve çıtırtıları fazlasıyla gevşetip, uykuya yolluyor bizi.



27 Kasım 2017 Sabahın erkeni


Çantalar hazır. Son kontroller yapıldı ve bir sorun yok. Son kez aşağıdan gelen odun kokusunu takip ederek iniyoruz lobiye. Arsalan uykudan uyanıp da geliyor zil çınlamasına. Teşekkür edip, anahtarı bırakıp vedalaşıyoruz. Gün ağarmaya çalışıyor. Sokaklar ıssız. Çantalar omuzlarımızda. Damağımızda lezzetli bir tat, ruhlarımız coşkun varıyoruz durağa. Dün konuştuğumuz iki şoförden biri, arabasında.

"Günaydın."

"Günaydın, buyrun."

Ana tramvayın raylarının üzerinden gidiyoruz bir süre, sonra çıkıyoruz caddeye. Hava ıslak, sabahın en erkeni şahane. Yola gitmenin o eşsiz ürpertisi bedende. Karanlığın fermuarını hızla açarak gidiyoruz havaalanına. Muhteşem bir sağanak başlıyor birden.  Neredeyse terminalden içeri girecek kadar yanaştırıyor şoförümüz kapıya.

"Teşekkür ederiz, iyi günler, hayırlı işler."

"Teşekkür ederim, iyi yolculuklar."

Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarımızı alıyoruz. Koltuklarda uyuyan insanları uyandırmaz adımlarla yürüyüp üst kata çıkıyoruz. Bir şeyler atıştırsak  mı? İkramsız uçuş sonuçta.

"İki Amerikano lütfen."

"İki de şu böreklerden lütfen."

Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki seyahatine eşlik etmek güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, içinde lezzetli bir aşk da olan naif ve lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca benim fark ettiğim biri. Artık starım ama. Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP