23 Şubat 2018 Cuma

Akdeniz, Kahve Kokusu ve 7 Lezzetli Bir Akşam

Epeyi ay önce

Bir lokanta var, kesinlikle görülüp bir çentik de ona atılmalı. Bu kez uçuş noktamız Antalya. Önce biletler. Zamanla ilgili bir sıkıntı yok. Ucuz uçuş vakitlerinde alınıp kenara koyulmalı sadece. Gidilecek noktanın mevsimsel özelliklerine göre bir tarih olmalı ama! Orada bir cumartesi akşamı yemeği için kasım ideal. Ortalama günlük yürüme mesafelerimiz 10 km. üzeri olduğuna göre, yağmur sorun değil, ama çok sıcak bir hava da olmamalı. Kesinlikle kasım o zaman. Sun Express de malumu üzere en sevilen hava yolu. Biletler aylar öncesinden cepte. O halde otel. Bulunulacak şehir, yemek, tarih uyumuna  halel getirmeyecek bir seçim yapmalıyım.


25 Kasım 2017, sabah

Salih Usta'ya uğrayıp iki farklı börekten ikişer tane alıyorum; dumanları üzerlerinde. Hava güneşli ama sabah erkeninin soğuğu yine de okşuyor yanakları. Mahallemizin durağında konuşlandım az önce. En sevdiğim kadın benden yaklaşık 4 durak önce binecek. O ara, şu Airbus'ın üzerinde çalıştığı proje üzerine düşünüyorum; uçağın yolcu kabini, ray üzerinde hareket edebilen bir yapıda olacak, bizi duraklardan tüm kontrollerimiz yapılmış, bagajlarımız x ray'den geçmiş bir şekilde toplayacak ve sonra havaalanına varıp, kendini bekleyen ana gövdenin üzerine yerleşip kilitlenecek. Ve sonra hooooop pist başı ve havadayız. Diyelim uçak düşüyor; bu kez yolcu kabini alt bölümden ayrılacak ve paraşütleri sayesinde yere konacak. Yarının Yaşamı.*

Bafaş görünüyor. Rüyadan uyanıyorum. Günümüz gerçeğine yeniden dahil oluyorum. Ve yol arkadaşımın yan koltuğundayım.


Havaalanı

Ötüyorum ben, oysaki her şeyimi x ray'den geçecek kutunun içine bırakmıştım. Aynı sırayı takip ettiğim her seferde kusursuzca geçiyordum. Hımmmmmmm.. yeni -ekstra- kontrol kabinini test etmemi istemiş olabilirler. Açıkçası merak da etmiyor değilim. Girdim, komut üzerine ellerimi havaya kaldırdım. Bir sorun oluşmadı. Geçebilirmişim.

Salih Usta'nın börekleri kesinlikle çok lezzetli. O halde kahve siparişlerimizi verelim. Sevimli mekân aslında bizim havaalanındaki küçük bistro; ama nedense uzak durmuştum bugüne kadar. Kasadaki kız çok tatlı. Sabah mahmurluğu makas almalık.

"İki Amerikano lütfen."

"Biri için süt olmasın lütfen."

Böreklerimizle kahvelerimizin tadını çıkarıyoruz. Sigarayla işim olmaz. Ayrıca çıkıp tekrar x ray'den geçmek bana göre değil. Koltuğun keyfini çıkarayım o halde, elimde kahve kokusu ve lezzetli bir kitap.

Yol arkadaşım geliyor. Kapıya çağrı da bir süre sonra başladı zaten. Alışkanlık işte, bugüne kadar tüm çıkışlarımız o kapıdandı. Diğeri yurt dışı çünkü. Ayaklar alışmış, söz geçmiyor. Biniş kartlarına bakıyor ve "diğer kapı," diyor görevli. Hımmmmm bir ilk daha.

Uçağımızla göz kırpışıyoruz. Sun Express candır.  Güzel kalkış. İlk kez Antalya merkez'e gidiyorum. Dibine kadar kaç kere gelip de hiç içine girmediğim şehire.


Keyifli bir yolculuk, her ne kadar ikramsız olsa da... Antalya'nın güzide tatil beldelerini paralel geçtikten sonra Akdeniz üzerine doğru uzuyoruz, falezleri hemen tanıyorum elbette, ve sonra denizden karaya doğru alçalma. Shuttle ve terminal binası. Sırt çantalarımızı bandın kenarında beklerken görüyorum ki alanda bir minik basketbol takımı var, havalarına bakılırsa bir turnuvanın yolcusular. O yaşlarda ne keyifli bir iştir deplasman. Anılar... Gıpta ile bakarken yakalıyorum gözlerimi.


Nasılsa Havaş var!

Dışarıdayız. Bakındık ve bulduk Havaş'ı.

"Kaleiçi'ne gideceğiz."

"Bizimle giderseniz taksi ile devam etmeniz gerekecek, epey uzak bir noktada duruyoruz, tramvay ile gitseniz daha iyi."

"Teşekkürler..."

O halde bir Antalya Kart edinelim. Koleksiyoner olmamız işten değil, her şehirden bir kart. Aslında bizi bekleyen şu üst fotoğraftaki boş masaya konuşlandığımızda söylediğim, her yerde geçerli tek kart uygulamasının, döndükten sonra hükümetimiz tarafından uygulanacağını duymak şaşırtıcı oluyor. Devletin kulağı deliktir lafı gerçekmiş demek!.

Ne güzel, kişi başı 2 TL'ye hem kısa bir tur hem de neredeyse kapının önünde iniş. Üstelik, tren ve türevi araçlarla şehrin içinden akıp giderken, her durakta inen ve binenlerin yanı sıra dışarıdaki o çılgın devingenliği, ona ait değilmişçesine izlemek muhteşem.

Yol arkadaşım şehrin yabancısı değil, hatta tozunu atmış diyebilirim, ama aradan 15 yıl civarı bir zaman geçmiş. İşin enteresan yanı kısmeti açıldı, iki hafta üst üste, bu kez toplantıları için yine gelecek.

  
"İnsan bir ülke/şehir üstüne ancak hakkında hiçbir şey bilmediği ve keşfetmekte olduğu sıralarda yazabiliyor, çünkü onu ancak o zaman görebiliyor. Ülkeyi/şehri derinden tanıyan biri seyahat kitaplarında/yazılarında hep uygun görmediği bir şeyler bulur, itiraz eder. Ama bir yerde uzun süredir yaşayanlar onu betimlemek için gerekli olan taze bakışı yitirmiştir. Göz artık keşfin sultanı değildir, bir doğrulama aracıdır yalnızca." **

Bu ifadeler Italo Calvino'nun. Aslında kitapta aramaya üşendiğim için yazmadığım bir cümlesi daha var; şehrin anıtları ve  müzelerinde sunulanlar noktasında nelerin yazılmaması ile ilgili. Okurken gülümsedim, büyük bir ustadan doğru yolda olduğumun izlerini alınca kasılmadım dersem yalan olur.


Ve Kaleiçi

Çok özlemenin tadıyla tanıştırıyor kendi mekânları ile beni, ennn sevdiğim kadın. Elbette bir çoğunun yerinde şimdi başka mekânlar var ama ben görüyorum o halleri. Anlatıcı muhteşem; film çiziyor gözlerimin içine. Bakalım o halde, bir kez daha başarılı bir seçim yapmış mıyım?


Bir kaç kez sorduktan sonra buluyoruz otelimizi. Bu meyhane aklımızı çeliyor elbette. Hemen otelimizin alt köşesinde. Üst köşesinin de sürprizleri varmış bize. Zaman kısıtlı, o halde kaderde ne varsa başımız gözümüz üstüne.


Ah, şu sevimli kedi, pek görmüş geçirmiş bir bilge kendisi, asil olduğu belli. Komşumuz. Hemen onun konağının karşısında kalıyoruz.  Merdivenin üzerindeki genç belli ki komşu ülkelerden birinden, bir yabancı. Gecenin yorgunluğu üzerinde. Görünce bizi ayaklanıyor. Otel görevlimiz, adı Arsalan. Sempatik, Türkçesi de... Yanlış hatırlamıyorsam Afganistanlı. Otel sahibi olduğunu düşündüğümüz hanımefendi geliyor o ara. Booking com'dan sanıyor, oysa artık ETS Tur'dan yapıyorum rezervasyonları, üstelik kredi kartına bölüyorlar. Ve odamızdayız. Banyoda jakuzi dahi var. Baktığı geniş avluda bir yüzme havuzu. Hımmmmmm yaz akşamında havuz başında drink! Bir kez daha tam isabet. Hikâyemizle uyumlu bir butik otel. Konum güzel, lobisi adeta oturma odası. E, şömine de var. Daha ne olsun di mi ama?

Çantaları bırakıp çıkıyoruz. Önce mahallede bir tur.


Seyir bölgesinden Beydağları, Akdeniz ve de bir birinden ilginç tekneleri ile liman içi pozluk; bunu kaçırmıyor sosyal medyaya fotoğraf atma meraklısı insanlarımız. Cep telefonları hazır, eller deklanşörde, selfi selfi üstüne. Mutlular. Bir yabancı genç kadın, elinde bir kalem, dizinde bir resim defteri. Bu minik parktaki ahşap iki keçinin resmini çiziyor. Yetenek müthiş. Muhtemeldir ki özel ders alan iki genç kız, eğer yanılmıyorsam tabii ki, öğretmenleri eşliğinde aynı keçileri resmediyorlar önlerindeki kağıtlara. Kim bilir, belki de idealist bir öğretmen yeteneklerinin farkında olduğu iki öğrencisine zaman ayırıyor bu tatil gününde. Hava güzel. İnsanlar da.


Kaleiçi'ni gelişmiş ve daha güzelleşmiş buluyor/uz. Yukarıda altını çizdiğim üzere girişte aldığım brifinge dayanarak benimkisi; kanlı canlı ilk kez geziyorum oysa, bundan öncesi fotoğraflardan. Duygularımız paydaş mıntıkayla, anlıyor ve seviyoruz birbirimizi. Daha çok zaman geçireceğiz birlikte. Şimdi karın doyurma vakti. İstikamet Dönerci Hakkı Baba.


Kaleiçi'nin Atatürk Caddesine açılan kapılarından birinin hemen çıkışında sol tarafta kalan ve lokantalarla dolu sokağa giriyoruz. Sağdan soldan sürekli çağıran garsonlar. Kumkapı-Çiçek Pasajı usulü. Doğal olarak ilgili değiliz ve gözlem bizimkisi. Efsane dönerin peşindeyiz. Atatürk Caddesine çıkıyoruz,  buralarda bir yerde ama bulamıyoruz. Soruyoruz bir simit satıcısına. Halkbank'ın arasından girecekmişiz ve hemen arkada imiş. Banka yakın. Üç kapılar şubesi. Kokuyu yakalamışız aslında. Denileni yapıyoruz ama bulamıyoruz yine. Şu bilgisayarcıya soralım o zaman; şansa bakın ki onlar da yeni taşınmışlar bu bölgeye ve bilmiyorlar. O zaman şu dükkâncı yaşlı amca kesin bilir. Tarifi alıyoruz ve bu şirin ve küçük lokantanın iç masalarına baktıktan sonra, havanın da güzelliğinden yararlanıp sokak masalarından birine oturuyoruz. Aslında yer kolaydaymış ama tarif eksikmiş, yokuş aşağı geliş yönüne göre bankayı geçtikten sonraki ilk sokağa girmeliymişiz.


"İki döner lütfen."

"Bir mi, bir buçuk mu?" 

"Bir lütfen."

"Üzerine tereyağı ister misiniz?" 

"Kesinlikle." 

Kısa süre sonra...

"Benimki bir buçuk olsun lütfen ama pidesi bire göre."

Döner kendini ifade ediyor aslında. Kendi şehirlerimizin dönerleri üzerine konuşuyoruz. Bizim özellikle bir dönercimizin küçük dükkândaykenki dönerini övüyorum. Ankara ile kıyaslayıp, ama diye başlayan bir cümle kuruyor yol arkadaşım.

Dönerler geliyor o ara. Bir tabak dolusu domates, küçük yeşil biberler ve turşu. Ve deee közde terletilmiş soğanlar. Manzara şahane. Koku âlâ. Missss gibi tereyağı o muhteşem şarkısı ile katılıyor ortama. Et benim diyor kesinlikle. Tek kusur açık, kendilerine  has ayranlarının olmaması.

İlk lokma, muhteşem bir tat. Yeteri kadar dinlendirilmiş bir et ve etin  gerçek tadının önde olduğu bir lezzetlendirme eylemi. Aynı fikirdeyiz. Kesinlikle çok özel bir döneri tüketiyoruz. Tabağın garnitürlerle kalabalıklaştırılmış olmamasını takdir ettik zaten. Hani akşamı düşünmesem, bir tane daha söyleyip paylaşalım diyeceğim kesin.

Hımmmmmmmmm... cumartesi, ennnnn sevdiğim kadın ve 7 lezzetli akşam!

Teşekkürlerimize övgü cümlelerimizi ekleyip, hikâyesi olan bir tat damaklarımızda, vedalaşıyoruz bu güzel insanlarla.


Bir tavsiye

Atatürk Caddesi'nde yürümeye devam. Hafta sonu kalabalığı sevimli, Palmiye ağaçları ve Nostalji Tramvayı mânâ katıyor caddeye. Rayların hemen dibindeki, caddedeki dükkânlara ait, durak benzeri yeme içme noktaları ilginç, çok sevimli ve davetkârlar. Rengârenk dondurmalarsa baş döndürücü. Ama biz bir kahve dükkânının peşindeyiz. Tavsiye noktası kuvvetli.  Altı ısrarla çizilmişti.



İşte burası, daha büyük bir yer olduğunu düşünmüştüm açıkçası, anlatım büyüktü çünkü. Kaffee & Backstube. Şirin dükkân. Pastalar çekici. İşletmeci genç tatlı. Babayla birlikte işletiyorlarmış ama o an dükkânda yalnız.  Pastalar anne elinden. Küçük, sevimli bir aile işletmesi yani.

"İki tane double shot Amerikano lütfen."

"Bir dilim cheesecake ve bir dilim de elmalı kek lütfen." 

Hımmmmmmm kahve gerçekten lezzetli, söylendiği kadar varmış. Schiller. İlk kez deniyoruz. Bilgiyi veren buranın altını çizerek bir başka şubeden daha söz etmişti, özellikle pizzaların lezzetini vurgulayarak. Soruyoruz. Bir ilgileri yokmuş, fırını da olan büyük mekânla. Yanlış bilgi, daha doğrusu kanaat bize söylenen. Sadece sattıkları kahve aynı marka. Bundan sonra da tercihimiz kesinlikle Kaffee & Backstube.

Pastalarsa muh-te-şem. Bir Alman esintisi var; asla baymadıkları gibi, hamur bölümlerinde bir yumuşuma da yok, tam olması gerektiği kıtırlıktalar. Şeker miktarları kahve ile senkronize bir uyum yakalıyor. E, manzara da güzel. Akıp giden hayat seyirlik. Açıkçası tam bir bulvar keyfi. Hayat an itibari ile 10 numara beş yıldız yani. Üstelik az önce, burayı bulup ama oturmadan, biraz aşağıdaki Tchibo'da, tek kalmış, bu yüzden indirimi yüksek 36 beden su geçirmez -siyah- kabanı kapmış, bundan da çok mutlu olan, kısık gözlerindeki gülüşte kaybolmaya bayıldığım, kısmetli bir tanıdığım var masada. Daha ne olsun.

Boşları alırken beyefendi, övgülerimiz üzerine -pek de gururla- eşim yapıyor diyor.

"Oğlunuz söylemişti, ellerine sağlık hanımefendinin, iletin lütfen."

Bir ulaşım tarifine ihtiyacımız var. Ödemeyi yaparken soruyorum gence.

"Hımmmmm kolaymış, teşekkürler."


Aynı kapıdan giriyoruz Kaleiçine. İlk göze çarpan bu kitapçı, bina güzel, lakin sahibi enteresan, sanki biraz dumanlı kafası. Kedi yanaşıyor. O arada dükkânın karşısındaki evin basamaklarına oturuyor en tatlı kadın, kedi usulca çıkıyor kucağına, yaslıyor başını. Sanki karnı da aç.  Çağırıyor kediyi dükkânın sahibi, pek de niyetli değil kedi.


Ara sokaklarına hayran kala kala Kaleiçinin, kafeleri, barları, kilim ve halıcıları, evlerinin önünde meyve suyu ve soğuk içecek satanları, selfi çekenleri, mankence pozlar verenleri, incik boncuk tezgâhlarını, göz alıcı butik otelleri  geçerek  kısa bir dinlenme adına varıyoruz otelimize. Bir ukde kalıyor yine elbette içimde. Ahhh o tereddüt anlarım benim. Oysaki Suna-İnan Kıraç Müzesi'nin önünde kalmışken ve bakınırken... girelim istersen denmişti. O an nedendir bilinmez, gerek yok demiştim. Hâlâ pişmanım. Dürtmek gerek bazen belki beni.

  
7 Lezzetli akşam

Epey dinlendikten sonra bu seyahatin starı için yola koyuluyoruz. Rezervasyon sorumlumuz masayı günler öncesinden ayırtmıştı zaten. Nasıl ulaşırız kısmını da kahvecide halletmiştim. O halde yola koyulalım, saat 19:00'da orada oluruz demişiz sonuçta.

Önce en yakın duraktan Nostalji Tramvayına biniyoruz. Güzel bir Antalya akşamı, güzergâh zevkli, hava çiseli, günün hareketi sonlanmış, dolayısı ile vagon sakin. Bir teyze var, tatlı, belli ki tanışıyorlar genç vatmanla. Sohbetleri neşeli. Teyzem evlendirmeye niyetli genç vatmanı. Hattın ortalarında bir yerde iniyor teyze. Bizim son durakta, Müze'de inmemiz gerek.

Hazırda bir taksi var durağın hemen yanında. Genç bir şoför. Sohbet ederek varıyoruz mekâna.  Kaleiçinden, tramvay artı taksi 17 TL tutuyor.

Hoş bir genç kız karşılıyor mekânda bizi, elinde şık bir dosya ile. Rezervasyon doğal olarak yaptıranın adına. Bundan zevk alıyorum nedense. Masamız bahçeye bakan camın kenarında, dört kişilik bir masa, bu da ferah kılıyor ortamı, daha baş başa bırakıyor bizi. 

Ne tesadüf ki bir kez daha garsonumuzun adı Mustafa. Bir başka güzellik şu ki bu Mustafa da çok iyi. Yemek sonrası kritiğimiz esnasında bunun üzerine epey konuşuyoruz zaten. Tasarladıklarımıza uygun düşen içecekse rakı, kanımızca bu mekân başka bir içkiyi getirmiyor akla. Keçi peyniri bankomuz. Söylüyoruz. Şu meşhur atomu hiç bir kez denemek istememiştim, bu kez istiyorum. Üzeri karamelize soğanlı fava mutlaktı zaten. Hibeş konusunda tereddütlüydüm açıkçası. Mustafa önerince ve rakıya yakıştığının altını çizince kırmıyoruz onu. Bunlarla başlayıp sonra akışa göre ilaveler yapacağımızı belirtip teşekkür ediyoruz garsonumuza. Hizmet kusursuz. Mustafa mezelerin içerikleriyle ilgili  bilgi veriyor, duruşu tam olması gerektiği gibi. Sıkmadığı gibi itici de gelmiyor tavırlar. İçten ve samimi.


O halde yarasın! Keçi peynirine bayılıyoruz. Hazırlanan tabaklar seyirlik. Daha yeni humus cennetinden dönmüş damaklarımız, üzeri karamelize soğanlı, elbette onun yağı ile tatlanmış favaya şapka çıkarıyor. Atom daha önce hiç denememiş bende kahır yaratıyor. Kesinlikle muhteşem bir eşlikçi rakıya. Onunla içmeye bayıldığım kadın atom konusunda deneyimli, beni destekliyor. Hibeşi de beğeniyoruz. Bir nüans var damaklarımızda ki o da diğer mezelerle tonunu tutturamamış olmamız.

O ara yan masada -ki bir aile ve ailenin yakın dostları kalabalığına hakim bir abi kalkıyor ayağa, sol eli cebinde ve nükteler yaparak konuşuyor. Mesela herkese teşekkür ettiği bölümde profesörümüz diyor gözlüklü küçük delikanlıya. Bu geceyi organize eden gelinlerine şükranlarını sunuyor. Gururlu, sakin, mutlu. Ama yarattığı aileye verdiği emekten aldığı hazzın dışa vurumu da  -tatlı- edasında. Hiç yabancı gelmiyor masa bana. Tadını çok iyi biliyorum. Güzel ve kalabalık ailelerde yaşamanın karne anları bunlar. Çok nesil birarada ve herkesin gözünde sevgi. E, doğal olarak küçükler grubu kıpır kıpır bir kaynaşma ve muziplik içinde. Abi 50 yıllık eşi zarif hanımefendiye öyle güzel cümleler kuruyor ki, herkesin gözü nemleniyor. Alkışlarla masaya katılım tüm salondan. Bir kadının gözlerinde kaybolarak konuşabilmek şu dünyadaki en büyük nimet kesinlikle. O halde şerefine!


O ara karides güvecimiz geliyor. Dondurulmuş ve her yerde neredeyse aynı ve mini minicik karideslerden bıkmış gözlerimiz parlıyor. Damaklarımız onaylıyor. Az sonra da kalamar mücver... Olağanüstü buluyoruz. Keyfimiz katmerlenerek devam ediyor. Aslında iş yemekleri için uygun olduğunu düşünüyoruz lokantanın, dolayısı ile iş yemeği esnasındaki rakı - şaraba uygun. Baş başa bir akşam yemeği için değil de, karnımızı doyururken bir tek de içelim ortamı gibi geliyor bize. Orta masalardan birinde olsak, çok da keyif alacağımızı düşünmüyoruz. Hatta bilerek çiftlere bu masaları verdikleri fikrindeyiz ki akıllıca ve müşteriyi anlayan bir davranış. Çok tatlı bir akşam ben için, masa arkadaşım çok tatlı çünkü. Onunla içmek de.

Tatlıya geçme vakti geldi, aslında mevsimi olsa oğlak kesindi. Ne yazık ki mevsimi değil. Antalya'da tatlı denince akla ilk ne gelir?


Kıvamında pişmiş bir kabak, baymayan bir tat, tahin, dondurma ve ceviz parçacıkları... güzel bir final, tatlı yedik, şahane sohbet ettik, gözlerimizde kaybolduk ve dünyadayız. Daha ne olsun.

Mustafa elinde kahvelerle sigara içilen bölümün kapısında. Şahane bir bölüm yapmışlar kesinlikle; içmeyen ben içenlerin yanında hiç bir şey fark etmiyorum. O ara televizyon yemek programı ünlüleri de laflıyor hemen yanımızda.

7 Mehmet'de -ne tesadüf ki- 7 lezzet ve bir 35'lik rakı için 260 TL civarı ödüyoruz. Eski güzel lokantaları, -balık lokantaları dışında- yeni kuşakları nedeniyle yitmiş şehrimizdeki fiyat kalite oranına göre hiç de pahallı gelmiyor. Bir de bahşiş hak edilmeli bence. Mustafa fazlası ile hak edenlerden. Gecemizi akışkan ve güzel kılan temel ögelerden birisiydi kendisi.

Kapıdaki taksiye biniyoruz, hayatın tadını çıkarmayı bilen insanların ruh haliyle.

"Müze Durağına lütfen." 

Ankara'daki bir arsasını satıp gelmiş yıllar önce Antalya'ya abi. Klasik "buralar dutluktu şimdi ne oldu" muhabbeti. Kendi arsası için de geçerli doğal olarak bu durum. İki Angaralı ve kısmen Antalyalının sohbeti güzel. Benim de kafam. Öbür taksi aşağı göbeğe kadar gidip döndüğü için bunun yolu doğal olarak daha kısa ve 10 TL tutuyor.

"Teşekkürler."

"İyi akşamlar."

Gece ıslak. Konyaaltı, Beydağları, Akdeniz alabildiğine...

Ayılmaya hiç niyeti olmayan yüzlerimizi şefkatli bir soğuk okşuyor.

"Son Tramvay geldi."




 *Televizyonun tek kanal ve akşam üzeri yayına başladığı siyah beyaz günlerde yayınlanan Alman TV'si yapımı program.
** Amerika'da Bir İyimser - Italo Calvino, sayfa 167.

2. Bölüm

2 Şubat 2018 Cuma

Sistemin Uçak Biletini Yutma Meselesi

Başıma gelmez dememek lazım ki başıma gelene kadar böyle bir durum yaşayacağım aklımın kenarından bile geçmemişti, geçmezdi de.


Durumu kısaca özetlemem gerekirse; Hatay için bakıma girecek pistimizi de göz önüne alarak, üç ay sürecek bakımın ardındaki ilk güne gelmek üzere THY sitesine girerek Anadolu Jet'den gidiş dönüş biletlerini alıyorum. Bilgisayara indiriyorum. Her şey doğal akışında ve bir sorun yok!

Bir süre sonra pisteki iyileştirmenin bir gün sonraya kalacağı düşünülerek 7 Kasım'dan bir gün sonraya ertelenen uçuşun yeni bilet bilgileri tarafıma gönderiliyor hava yolu tarafından. Bundan bir kaç gün sonra da hem gidiş hem de dönüşlerdeki 5'er dakikalık farklılıklar yine telefonuma ve e-posta adresime ulaştırılıyor. Görünüşte hâlâ her şey yolunda.

Fakat!

Uçuşa 15-20 gün kala şeytan dürttü ki iyi de yapmış, rezervasyon kodumla kontrol edesim geldi biletleri. Bir de ne göreyim, dönüş biletlerimiz sistemde yok. Önce umursamadım, nasılsa elimde kapı gibi mesajlar var, diye düşündüm. Bir süre sonra, ne olur ne olmaz diyerek -özellikle dönüş günü tarih olarak önemliydi- çağrı merkezini aradım. Durumu anlattım.

Karşıdan gelen bilgiye göre gidiş ve dönüş biletleriyle ilgili, bana da ulaştırılmış tüm bilgiler ve önceki biletler, yani bütün bilet işlemlerim, ekranlarında var, lâkin saati 5 dakika ileri alınmış yeni dönüş, THY'nin rezervasyon sayfasında yok. Dolayısı ile indirilebilecek bir bilet de. Durumu anlatan bir e-posta atın, dosya oluşturalım dedi ilgili.

Durumu izah eden, dosya oluşturulması için bilet çıktılarını da içeren bir e-posta attım. Bir hafta ses yok. Bir daha aradım. Dosyanın incelendiği bilgisini aldım. E dedim ben gidene kadar dosya sonuçlanmazsa ne olacak? Dönüşü garanti olmayan bir uçuşa neden gideyim ve bunu tazmin etmek isterim.

Allahtan şirketlerinin prestijini kurtarma çabasını gösteren çalışanlar da var.

Velhasıl-ı kelam, 10 gün kadar sabreden ben ses çıkmayınca bir kez daha aradığımda cevap veren çağrı merkezi görevlisi hanımefendi, sorunun vahametini anlayan ve olayın benzerlerini daha önce de tecrübe etmiş ve işinin sorumluluğunun farkında biri olarak, bunun "sistemin yutması" olayı olduğunu belirtti ve beni doğrudan müşteri temsilcisine yönlendirdi.

Her seferinde doğal olarak başka biri ile konuşmak durumunda kalınca, aynı hikayeyi, o hanımefendiye de anlattım. Gerçekten çok ilgilendi. Dosyamın durumuna baktı ve yarın sabaha kadar bilgilendirilmezseniz tekrar arayın diyerek bir telefon numarası verdi. Ertesi gün aradığımda çıkan temsilci ise, dosya açılmış olduğunu teyit etti ama kalan süreyi de gözeterek, ben telefondayken bizzat olayı ele alarak  sonuçlandırdı ve dönüş biletlerimize kavuşturdu bizi.

Sonra benzer olay internete yansımış mı diye baktım, bir şikayet gördüm ilgili sitelerden birinde, bilet sahibi ben gibi bakmayıp, nasılsa elimde çıktım var diyerek gittiği yerden dönerken bankoda biletinin olmadığı sürprizi ile karşılaşmış, o dakikada yapılacak hiç bir şey olmadığı için 1.000 TL civarı bir bedel ödeyerek yeni bilet almış.  O nedenle yani, kontrol etmekte yarar var, özellikle biletlerde değişiklikler olduğunda. Benzer olayın her hava yolunda başa gelebileceğini de göz ardı etmemek gerek... diye düşünüyorum artık!

26 Ocak 2018 Cuma

Dönerken Antake

Sıralı okumayı düşünürseniz; buradan başlayın lütfen.

12 Kasım 2017

Çok lezzetli günler, şahane anlar, güzel dostluklar biriktirdiğimiz Hatay'a veda vakti. Gün henüz ışımaya gebe iken, sabahın şefkatli soğuğu yanaklarımızda, güneşin henüz uykuda, ayınsa nöbet teslimine hazırlanır yorgunlukla gözlerinin kapanmaya başladığı saatlerde varıyoruz Havaş'ın durağına.

Duraklardan yolcu toplayan midibüsümüz Antakya'nın görmediğimiz caddelerinde bir nevi veda turu attırıyor. Bir sonraki gelişe inşallah. Havaalanını sevimli bulmuştum zaten. Alandan aldığımız ve mikrodalgada ısıtılıp tüketilecek, şerbeti turuncu kutusunda künefelerin ve kömbenin bu kadar lezzetli çıkacağınıysa bilmiyoruz henüz.

Güzel bir kalkış. Günün alacasında Antakya'yı havadan izlemek şahane. Yolculuklarda en sevdiğim an başlıyor. Elimde kahve kokusu, lezzetli sandviçler ve akıp giden manzaralar.


Dersimi aldığım dün akşamüstü ise...

 "Hatay minibüsleri buradan mı kalkıyor?"

"Antakya minibüsleri evet buradan kalkıyor."

 "Antakya minibüsleri?.."

"Hımmmmmmmm."

Dersin âlâsının verilişi ben buna derim işte.

Güneş akşam yakıcılığında, tam karşıdan vuruyor bulunduğumuz yere. İnsan kalabalığı günü bitirip evlere ulaşma telaşında. İskenderun'un sahilinden PAC'tan indiğimiz noktasına kadar, epeyce anı biriktirerek gelmişiz. Keyifli bir yürüyüş vesselam.

Yukarıdaki soruyu soran ben, duraktaki karayağız bir delikanlının altını çizdiği cevapla gerçeğe dönmüş bir adamım şimdi, Antakya'ya dönüyorum.

Geçmişi özerk olan coğrafi bir bölgeyi zihinsel asimilasyona uğratıp da benim dilime kadar yerleştirmeyi başarmış zihniyete takdir. Tüm yazılar boyunca Antakya demem gereken, Hatay bütününde statü olarak İskenderun ya da Samandağ'dan farkı olmayan, Hatay bütünün parçası bir yerleşime hep Hatay dedim ben. Ta ki birinin dank ettirip, zihnilerimizi asimile edenlerin ördükleri algı duvarını parçalamasına kadar.



Şahane manzaralar sunan, gölleri bol, ırmakları kıvrım kıvrım, dağları karlı-karsız, güneşi neşeli ülkemizi bir kez daha hayranlıkla izleyerek varıyoruz Esenboğa'ya. Tam saatinde. Körükten çıkış, transit yolcu bölümüne geçiş ve şahane bir planlamanın eseri olarak da çıkış kapımızın hemen yanına denk gelen devam edeceğimiz uçağımızın kapısına varış. Neredeyse bir kahve içmeye bile fırsat yok. O derece yani. Her ne kadar bilet konusunda sistemin yuttuğu dönüş biletleri yüzünden uğraştırdıysa da THY... bu kızgınlığı gidermeyi, hem gidişte hem de dönüşte müthiş bir uyumla eklemlediği kusursuz aktarmalarıyla başarıyor.


Ve Samsun semaları... Yıllarca tepemizin üstünden geçen ve yeteri kadar alçalmış iniş pozisyonundaki uçakları aşağıdan izleyip, sürekli de çıldırtıcı espriler yapan ben: Yıllarca uğraşıp da denk getiremediğim evi ilk defa - kılık değiştirmiş haliyle ve yeni kardeşleri ile birlikte uçaktan net bir şekilde görmeyi -az önce- başarıyorum. Bizim Bafaş ise koltuk aralarının darlığı, dolmadan kalkmama özelliği sayesinde bir kez daha Havaaaaaaşşşşşş çığlığı attırmayı başarıyor.


Önemli Bir Not: Meğerse benim kebap ehli diye altını çizdiğim Salah Usta, döndüğümüzden bir süre sonra rastladığım üzere, bir zaman önce yazılı basında Türkiye'deki en iyi 10 ocakbaşı içinde gösterilmiş "gurmeler" tarafından. Seviyoruz kendisini.

30 Aralık 2017 Cumartesi

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta

 11 Kasım 2017

Her şey buradan başladı.

Güzel bir uyku çekiyoruz yeni otelimizde, dünya tarihinde önemli yeri olan bir caddenin üzerindeyiz sonuçta. Affan Kahvesi komşumuz. Daha büyük odaları olmasına rağmen diğer oteldeki kadar modern değil eşyaları. Gerçi bina ile uyum söz konusu ise, güzel sayılabilirler, ama öteki otelden gelince biraz yadırgatıcı geliyor önce. Özellikle beyaz mobilyaları. Sonra alışınca, onun hikâyesindeki rolümüzü oynuyoruz zevkle.


Kahvaltısı kesinlikle ötekine oranla daha yerel ve lezzetli, ayrıca İlham Abla var burada, mutfak ekibinin şefi. Tatlı kadın. İlgili. Kahvaltı salonu güzel. Müzik harika. Zahter salatası, cevizli biber, tuzlu yoğurt, zeytin salatası, biberli ekmek, çökelek salatası, humus muhteşem. Kırsalda katıklı ekmek olan yerel lezzet, şehir merkezinde biberli ekmeğe dönüşüyor hemen. Otellerdekinin hamuru Hıdırbey'dekine oranla daha ince. Katık, ekmek uyumu ve oranı daha lezzetli geliyor insana. Zeytinleri muhteşem. Kaynağını öğrenmemiz gerek. Oteli daha da seviyoruz zaman içinde. Şehirle uyumlu. Biz çıkarken, bir tatlı teyzeler grubu giriş yapıyor otele.

Yarın sabahın erkeninde uçuş var. Havaş'ın durağını bugünden netleştirmemiz lazım. Tedbirli olmak gerek. Doğru gidip Orduevinden sonraki ikinci sokaktan aşağı ineceğiz ve doğru yürüdüğümüzde durağa varacağız. Tarif bu. Şu dükkâna soralım mı tekrar? Küçük ama çekici bir dükkân. Zeytinleri ve peynirleri göz alıcı. Kokularsa bas bas çağırıyor. Leb demeden zeytinciyi bulmuşuz meğer. Tümüyle tesadüf. Sohbet güzel. Hepsi kendi ürünleri. Zeytinler dalından. Kargo ile her yere yolluyorlar.

Her yer yeni bina olayından Hatay da nasiplenmiş, ama benzerlerine çok şehirde rastladığımız eski ve büyük pencereli, geniş balkonlu ve 3-5'i geçmeyen katlı apartmanlar daha çekici. Nesilleri mirasçı sayıları, imar kanunları ve teşviklerle tükeniyor ne yazık ki. Müteahhitlerse çok mutlu.


Partinin adı dikkat çekici. Daha önce duymamışız gibi. Yerel olduğunu bile düşündüm vallahi. Hatta geçmişe gidip benzer binalardaki ateşli tartışmalarımız üzerinden, kaşar abiler ve hayran genç kızlar üzerine geyik bile çevirdim açıkçası. Kendilerini tenzih ederim tabi ki. Ama an itibari ile, yani bu yazıyı yazarken aradım Google'da ve buldum sitelerini. Sevdim de.

Bugün sahilden yürüyoruz. Ey gidi Ali Paşam. Irmağı güzel o şehirde "Bugün sahilden gidelim çocuklar," cümlesiyle her biri deniz kentlerinden gelmiş bizi gülümseten güzel adam.


Meclis binası ise eski Hatay resimlerinden kalmış en belirgin hatıra. Bir Hatay klasiği. Arkadaki yüksek binanın önünden geçerken geçen akşam. "Burası kesin Turbanmış," dedim, terk edilmiş halini görünce. Yanılmamışım. Bir yazı yazmalıyım Turban Otelleri üzerine. Ne çok şey öğrendik onlardan.


Yetişiyoruz, çok şükür. Günün ilk tepsisi hazırlanıyor. O ara altı kişilik bir grup geliyor. Kadınlardan biri, biraz dolaşıp gelelim fikrinde, künefenin biraz daha pişmesi gerek çünkü. Garson ki oğullardan diğeri olduğunu düşünüyorum, uyarıyor, "Dediğiniz kadar kısa sürede dönemezsiniz çarşının içinden. Sonra sizi şu karşı banklarda bekletmek zorunda kalırım."


İlk tepsinin altı kızardı ve çevrilmesi gerek. Ustanın oğlu kapının eşiğinde hazırlanıyor, eylem için. Bu an kaçmaz.  O ara rabbimin hikmeti işte, Yusuf Usta geliyor. "Sen mi çevirirsin ben mi çevireyim?" diye soruyor, oğul. Kamera hazır. Yusuf Usta vakur.


Budur işte ustalık. Günün ilk tepsisi... Bereketi bol olsun. İlk dilimler bizim. İlk lokma hakkı çekim sahibinin. Bu mudur künefe?  Budur. Peynire kıymak gerek ve iyisini seçmek. Yanında süt adettenmiş lakin biz istemiyoruz. Hazır sütlerden, doğal olsa tamamdı. Kesinlikle özel ve buraya özgü muhteşem bir tat.  Közün hakkını yememek lazım. Azmimizin zaferi. Damağımızda muhteşem bir lezzetle ve teşekkür edip vedalaşarak vuruyoruz kendimizi yola.


Hatay'ın simitleri de kendine özgü. Daha doğrusu bu coğrafyaya. Neredeyse çevrilecek bir çember çapında. Hâlâ sahilden ve bir balkon gibi ırmağın üzerine çıkıntı yapmış tahta bölümden yürüyoruz. Arkamızda kendinden emin ama acelesi olan kararlı topuk sesleri. Heybeti olan bir abla kesin. Boyanmış, sarısı yoğun kumral saçları, şık giyimi ve onları güzelce tamamlayan kısa botları ile geçiyor bizi. Palladium Migros'a da bir uğrayalım ama!


"36 beden" -adamımız- mankenle günaydınlaşmadan asla... Seviyoruz kendisini, ilişkimiz güçlü. Her gün hal hatır soruyoruz birbirimize. Bir tane de dişisi var  şehirde... güzel kadın, balık etli, ama o kapının önünde değil, gizemli, biraz mahcup, edepli, kaşı gözü yerinde, hamarata da benziyor. Biz yakıştırdık valla. Kısmet tabii bu işler... İş Eros'ta.


Durağa yaklaştığımız anda hareket halindeki PAC ile karşılaşmak güzel. Biri bizim için her şeyi organize ediyor sanki. Bir şehir içi yolcusu aldı hareketten biraz sonra abi ki hanımefendi şikayetçi, önceki minibüsün almamış olmasından. Sahip çıkıyor soruna şoförümüz. "Almak zorundalar şehir içi yolcusunu," diyor. Dernek başkanıymış kendisi. Benzer durum yaşadığınızda arayın beni deyip kartını veriyor.


Güzergâh çok keyifli, sıklıkla görülen rüzgâr tribünleri kaçınılmaz olarak bir Don Kişot esprisi yaptırıyor. Verilmiş sadakası varmış. Özellikle Sancho Pança'nın. Belen'den geçerken ki kendisi bayağı dik bir rampanın iki kenarına uzunlamasına yerleşmiş bir kasaba, uzun rampanın alt tarafında, sürekli servis yapmak zorunda olan bir dükkânda çırak olana kolay gelsin demekten alamıyorum kendimi.. O an, yani Belen'den geçerken yolun solunda, küçük vadiye bakan restoran dikkatimi çekiyor. Sonrasına bir hayıflanma bir hayıflanma...

İskenderun göründü. Tepeden inerek kente yaklaşmak güzel. Panoramik bir sunum. Etkileyici. Hayal ettiğim gibi. Kavşak düzenlemeleri ve dolayısı ile yol çalışmalarının olduğu bir yerde PAC'tan iniyoruz. Bir yol tarifi alıp, canlı caddelerden birinden sahile doğru yürüyoruz. İnşaatla kalkınmaya ve bu yolla göz boyamaya  ve piyasaları canlı tutmaya çalışan bir ekonomik anlayış. Yurdum benim.


Burası tam anlamıyla yaz. İnce kazağı çıkaralım. Bir tişört yeter; Fenerbahçe armalı, polo yaka, beyaz.. severek almıştım kendisini. İskenderun dönercileri can çekici. Henüz açlık hissimiz yok. Sıkı ve keyifli bir kahvaltı, üzerine âlâ bir künefe... daha ne olsun di mi ama?


Sessiz kilisenin önünden geçiş. İskelede mola. Banklardan birinde soluklanma. Kıyıdan balık ekmek kokuları geliyor. Davetkâr. Deniz trafiği yoğun. Tur tekneleri birbirinden süslü. Çağırıyorlar. İskenderun çocuklukta yer etmiş bir yer. Yazları büyük yengemin yeğenleri gelirdi oradan. Bir tasavvurum var, merakım da. Askeri üs, donanma, radar falan. Kısmet bugüne imiş.


Bir tekne turu yapalım o halde. Kalkmaya hazırlardan birine atlayıveriyoruz. Güvenilir bir kaptanla birlikteyim. Ehliyetini almasına az kaldı. Gerekirse dümeni alır. Bu yüzden bir endişem yok. Şu bodoslama üstümüze gelen şaka yapıyor bizim tekneye de.. ya şeytan doldurursa! Bu güne kadar olmaması olmayacağı anlamına gelmez. Bir de yolda dümeni küçük çocuğa vermek de ne? Lakin kaptanımız janti, havalı, esmer, gözlüğünü sevsinler. Dersin cruise kullanıyor. Çocuğa verdikten sonra dümeni, küpeştede dikilip de uzaklara bir bakışı var ki yakıp bitiriyor kızları. Banderas'ım benim.


Güzel bir tur, hava bizden yana, körfezden çıkmadan dönüyor tekneler. Endişeye gerek yok. Bir de denizden bakmalı İskenderun'a. Merkezden sürekli bir bilgi akışı var en sevdiğim kadına. Tam da buralı, zevk sahibi, gurme bir arkadaştan. Petek Pastanesi mutlak zaten. Notumuz. Eski pastaneler bizim işimiz. Daha içinde Baylan geçen İstanbul yazısını yazmamış olsam da... 


Şiddetle tavsiye edilen bir humusçu var, aynı kaynaktan. Milor'un önerdiği Halepli İbrahim Usta ilk otelimizin neredeyse dibi. Hep sonraya bırakmışız. Nasip? Parkın içinden geçip palmiye ağaçlı bulvardan karşıya geçiyoruz. Önerilen humusçuyu bulacağız.


Her iki yanı yeme içme mekanları ile dolu sokak sevimli. Dönerci sayısı güzel. Lezzetli döner nerede bir fikrimiz yok. Merak da etmiyoruz açıkçası. Antakya'da bakmışız tadına. Bir telefon bağlantısı daha gerek, burada yok aranan. Bir üstte, barlar sokağının devamındaymış. Buluyoruz... ve o an bayılıyoruz.


Humusçuya, yandaki butik otele ve tabi ki Nevizade'ye. Manolya Humus Evi, namı diğer Humusçu Behzat. Hanımefendi zarif. Sunum kesinlikle şahane. Zeytinyağı zaten âlâ. Humusa ise söylenecek söz yok. İlk lokmada, hatta seyrederken daha, anlatıyor zaten hikâyesini. Menü zengin. Nelisi yok ki humusun. Yumurtalısını görünce ödeme yaparken, aklım kalmadı değil. Üzerine konulmuş omlet formunda ama daha kızarmış yumurta, kışkırtıcı kesinlikle.


İstihbarat Petek Pastanesinin belediye karşısındaki yerine gitmemizin altını ısrarla çiziyor. Biz de orada kararlıyız. Bir başka şubesi olduğu konusunda bir bilgimiz de yoktu açıkçası. Öneri kaymaklı künefe ve kabak tatlısı.


Dışı çekiyor zaten. Tarih de cabası. Bayağı yoğun. Kalabalık bir garson kadrosu var; temiz ve şıklar. Masalar, bankolar ve vitrinler eski zaman gibi. Kadim çalışanlar var, gençler zenginlik katıyorlar. Künefe söylüyoruz önce, sonra da kabak tatlısı. Üzerinde kaymakla geliyor künefe. Daha kızarmış, belli ki ısıtılıp getiriliyor bir de. Kadayıf muamelesi bile yapabilirim kendisine. Sevene güzel.


Eğer tatmasaydık Çınaraltı'nda, farklı kelimeler dökülebilirdi klavyeden. Kabak tatlısı çıtır çıtır, muhtemel ki buzdolabından geldi, yanında tahinle. Yine sevene... Biz o gariban mahalledeki gariban pastaneden aldığımızı daha yakın buluyoruz kendimize. Bu da klas eyvallah. Alışmış damak meselesi. Efsane bir kabak tatlısını yaklaşık 15 gün sonra efsane bir mekânda, diğer efsane yiyeceklerle birlikte tadacağımızı ise henüz bilmiyoruz.

Vuruyoruz kafamıza uyan bir caddeden yukarı. PAC'a gidiyoruz, dönme zamanı. Denizi olan şehirlerde yön bulmak kolay.


Fantastik bir bina, kendi kendine yıkılsın uyanıklığına terk edilememiştir inşallah. Savaş coğrafyalarını çağrıştırıyor nedense. Daha çok da Beyrut'u. Alttaki bina sahile doğru geldiğimiz işlek caddede, kurtarılmış, restore ediliyor. Ne güzel.


İkiz kuleleri denizden de görmüştük. Buradan daha güzel. Bir AVM var birinin altında. İçindeki binaların yıkıldığı bir arsanın önündeyiz. Fotoğraf oradan. Palmiyeler korunmuş. Ne kadarı ama? Bir okul varmış aslında burada, sanırım lise. Kim bilir mezunları nasıl üzülmüştür bu hale. Korunsa iyi olmaz mıydı? Sadece binalar yıkılmıyor ki; anılar, sesler, şehrin izleri, hikâyeler ve tarih de yıkılıyor, hafıza siliniyor. Üstelik estetikten yoksun, ruhsuz, geçmişi olmayan, hikâyesiz, size bir şey anlatmayan, ruh yoksunu yeni binalar için.


Ahhhh şu köpek ne tatlı, belli ki yeni doğmuş, neredeyse avuç içlik. Bir küçük, tatlı mı tatlı kız çocuğu ile oynaşta. Fotoğraf yok. Var ama yok! Çünkü o şirin köpek, bir pet-shop'un önünde ve bir kafesin içinde. Özgür çocukla oynaşıyor.

Ve duraktayız. PAC çok geçmeden geliyor. Güneş henüz batmadı. Belen'den geçiyoruz. Vakit yetermiş aslında. Önce Belen'e gelip, o küçük vadiye bakan restoranda "Belen tava Belen'de yenir," diyerek, bir öğle keyfi yapılabilirmiş. Sonra da, muhtemeldir ki Belen İskenderun arası çalışan minibüslere binip İskenderun'a gidilebilirmiş. PAC'lar da altı dakikada bir sonuçta.

Akşam yemeği için Konak var niyetimizde, sadece merak. Rezervasyon yapmadık ama! Üstelik cumartesi akşamı. Gittik. An itibari ile içerisi boş. Akşam rakısı niyetimiz. Yol yorgunluğunu alsın diye. Tüm masalar rezerve imiş. O hengameyi de sevmeyiz zaten. İyi akşamlar.

O zaman Hatay'da en sevdiğimiz mekâna, Salah Usta'ya. Gelsin klasiklerle hazırlanmış Hatay meze tabağı. Bi 35'lik rakı ve peynir.  

"Ezine mi Antakya peyniri mi?"

Tabii ki Antakya. Onun bir süre suda beklemesi gerekiyormuş. Bekleriz. Buz standart zaten. Kovasında. Pideler sıcacık. O halde yarasın.


Peynirin fotoğrafını çekmeyi unutuyoruz. Neredeyse bitiyordu. Öyle bir keyif ki, "Rakı akşamı ben buna derim," tadında. Lezzetli, rakıya da pek yakışıyor. En çok burayı özleyeceğiz. Hani sırf burada bir akşamı parlatmak için binip uçağa gelebiliriz. Ama dışarıda oturulacak bir mevsim olmalı. İçerisi de güzel aslında, kadim bir meyhane tadı var. Dört kişilik bir kadro ile hizmet veriyor mekân. Onu sıcak ve içe sokulası kılan ögelerden biri de bu belki. Dört güzel insan. Ablaya sinirli hal bile yakışıyor. Sevdik kendisini. 


Salah Usta kebap ehli. Söyleyelim o zaman veda gecesi ana yemeğini.  Kıyma kebabı ve Şiş. Hımmmmmm âlâ. Her şey yerli yerinde; közde kızarmış biber, közde kızarmış domates ve lezzetlendirilmiş soğanlar...  Etin yağı ile buluşmuş incecik lavaşlar... Küçük küçük, lokmalık dürümler yaparak tadını çıkarıyoruz bir kez daha.


"Ellerine sağlık Salah Usta."

"Neredeyse tüm anlı şanlı mekânlarını gördük Hatay'ın, ama en çok burayı sevdik. Finali de burada yapalım istedik."  

"Teşekkür ederiz."

"Hep böyle kalın."

"Görüşmek üzere..."

Otele doğru yürüyoruz.  Eski otelimiz The Liwan Hotel'in önünden geçerken Sangria Tapas Barına göz atıp, tatlı yokuştan direk Kurtuluş Caddesine çıkıyoruz. Az kaldı duşa atmaya kendimizi. Tam da caddeye iki bina kalmışken; bir odadan çıkıp, bir koridoru boydan boya geçip, açık kapıdan sokağa yayılan sihirli müziğin kokusu ele geçiriyor bizi. Kitlendik.  Bütün karar ve komuta mekanizmalarımız müziğin elinde. İçerdeyiz şimdi.

"Müzik çağırdı geldik."  .

Tebessüm.

"Hoş geldiniz." 

İlk şaşkınlık.

Biz genç bir ses sanmıştık. Çok eğlenceli ama. Karşı masada bir arkadaş grubu.  Güzel çocuklar. Arkadaşlarının doğum günü. Abiyle laf alışverişleri çok tatlı. Hani müzik kulağı ile bakınca her şey yerli yerinde mi? Açık söylemek gerekirse değil. Ama bu abi orada olmalı ya!. Özel bir karakter, çok tatlı ve nahif. Hele kendine özgü esprileri yok mu? Köpüğü bol, sütlü ve şekerli kahve tadında kesinlikle



Menü güzel. Mekân da... Ama bizde bişi yiyecek hal yok. An tam anlamıyla plansız bir ara sıcak.
 
"İki orta şekerli kahve, iki hindistan cevizli gazoz lütfen."

"Fincanda mı istersiniz süvari bardakta mı?"

"Süvari bardakta lütfen."




Burası aynı zamanda bir sanat merkezi. En acar muhabirimiz iş başında. Bense az önce yanıma gelen çocuklardan birinin babası ile sohbet halindeyim. Bu arada abi beni çok sevdi. Bunu herkese de beyan etti.

 "Kalsaydınız bir gün daha,"  

"Harbiye Kebabı yedirmek isterdim size."


Umutsuzlukları var abinin. "45 bin lira," diyor kira. Bana göre normal, bizim şehirden bakınca. Otomatik algı işte. O an bazı yerlerde kiraların yıllık konuşulduğu geliyor aklıma. Soruyorum.  Öyleymiş.

"O zaman bu rakam bişi değil, bizim orada bu konum ve bu hacim yerin neredeyse aylık kirası bu."

Sonra onu rahatlatacak pek çok şey daha konuşuyoruz ticaret üzerine. Çocuklarla da.

Duvardaki Kaplumbağa Terbiyecisi çok güzel. Dersiniz Osman Hamdi'nin elinden. Oysa son derece başarılı bir reprodüksiyon. İstediğiniz resmi ücreti karşılığı yapıyorlar.

Kozmik Sanat Cafe ile Hatay'a  veda.  Home made gazozlar şahaneydi.

Artık yatma zamanı. Sabah erken kalkılacak. Uçuş 6.20'de. 4.30'da durakta olmamız gerek.

Uyandırma notu verildi.


Dönerken Antake

22 Aralık 2017 Cuma

Unutulmaz Bir Muhabbet, Vakıflı ve Pöç Kasabı

Hâlâ 10 Kasım 2017

Öncesi...


Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağında. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.


Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgar.


"Biz varız amaa!" 

Şeniz üstelik.

Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz  Akdeniz'e doğru uçarken, göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı.  Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola kıvrılıyorlar.

Selam veriyorlar.

Selam veriyoruz.

Sonra, merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.


Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı. Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı? Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici.  Pansiyonmuş meğerse...  Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela. Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.


Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor ayağa ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp  kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.


Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız?  Yoksa bir masal mı benimkisi?


Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz  üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.

İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka.. Hatta,  Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.


Akşam Pöç Kasabı ve Çınaraltı'na yetişmemiz gerek. Malum 7.10'da fırın paydos ediyor. Kahvenin karşısındaki ağaçlar ve çiçeklerle dolu yamacın üstündeki durakta, banklardan birine oturup beklemek fikrimiz. Derin derin Akdeniz çekeceğiz. Dönsün başımız.

O esnada çocuk parkında selamlaştığımız iki kadim dostu görüyoruz, birlikte büyümüşler. Soruyoruz otobüsün saatini. Bırakmıyorlar durakta. Alıyorlar. Konuşlanıyoruz bir masaya, kahve içtiğimiz taş kahvede. Çaylar söyleniyor hemen. Bir deste kart çıkıyor, önce ceketin cebinden, sonra da kutusundan. Sanıyorum oyun oynayacağız. "Nereden çıktı şimdi bu," isteksizliği bir "ufff ya!" çektiriyor içimden. Bir an önce gitsek derdindeyim. Meğerse bir oyun yapacakmış kartlarla Mehmet Abi. "İyi izle," diyor ennnnnnnnnnn bayıldığım kadına. Tekrarı yok çünkü.

Sonuç şaşırtıcı... ve ötesi çabaya kalmış artık. Özenle kutusuna koyuyor desteyi. Kıymetinden sual olunamaz bir hediye bu. Sonra, bir rakam ve harf oyunu yapıyor; bizim çantadan mı ya da ceketinin cebinden mi çıktığını hatırlamadığım kağıda. Önce rakamlar yazıyor kağıdın en üstüne, sonra da altına harf yazılmasını istiyor. Topluyor, çıkarıyor derken, dört rakam kalıyor sonuçta. "Yaz bakalım sayılara denk gelen harfleri," diyor enn sevdiğim kadına. Yazıyor. Mutlu. Çocuk sevinçli. Anın sıcaklığında, şahane dostluğun ve unutulmaz muhabbetin resmolduğu bir gülümseme çıkıyor sonucu.


Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikayemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle:

"Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."

Otobüs geliyor aşağıdan. Samandağ Belediyesinin. Mavi. O manevrasını yaparken ve güneş dağların arkasına çekilmeye hazırlanırken biz Mehmet Abiyle birlikte geçiyoruz durağa. Unutulamayacak dosta, dostluğa, Musa Abiye veda.

Şehrimizde çok Ermeni ve Rum olduğunu biliyordum çocukluğumdan, ama sanayi sitesinin arkasında bir yerde, cezaevine yakın bir buzdolabı tamircisi olduğunu asla. Üzüldüm elbette tanımadığıma. Gelmiş Musa Abi onun yanına.  Oğlu askerlik yapmış meğer Amasya'da. Bu ülkenin gayrimüslimleri özellikle Amasya'da yaparlar acemiliklerini. Neden acaba? Tanır mıyım diye çok çabaladım. Kesin tanırdım çünkü. Ama ben bitirdikten çok sonra gelmişmiş meğerse bizim tugaya.


Mehmet Abi'nin ailesi Suriye' den gelmiş o daha küçük bir çocukken. Vakıflı'da yaşamıyor ama her gün geliyor Vakıflı'ya. Tek erkek çocukları askere almazlarmış o zamanlar. Bunu içi buruk söylüyor nedense, bir özür gibi. Tüm ücreti verme çabalarımıza duvar otobüsün şoförü. Türkçesi zar zor. Aynı dilde konuşuyorlar o, Mehmet Abi ve bir kadın...

"Teşekkürler Mehmet Abi."

Oğlunun bir büfesi varmış Mehmet Abinin. Yüzünde huzur. Elindeki poşetlere yardım etmek istiyorum, otobüsten inince. Asla taşıtmıyor bana. Samandağ güzel yer. Gözüm bir yandan etrafta. Yaklaştığımızı anlıyorum büfeye. Gözleri parlıyor çünkü Mehmet Abinin. Gözleri gülümseyen ve gülümsemesi büfeye sığmayan genç bir kadın ve onun tıpatıp aynısı bir kız çocuğu. Yüzler aydınlanıyor daha biz yaklaşmamışken... Gurur gözlerinde ve adımlarında Mehmet Abinin. O an yokuz biz. Onlarsa sarmaş dolaş.

Minibüse tam zamanında yetişiyoruz şükür ki. Kaderimiz düzgün yazılmış bugüne. Çok özel ve kadim bir arkadaşlığa tanıklık ettik Vakıflı Köyünde. Onların ağzından gördük bu ülkeyi kimin daha çok sevdiğini.Ve de ne kadar barışçıl olduğunu.

Gün kararmış ama henüz koyulaşmamışken bu karaltı, varıyoruz son durağa. Hızlı adımlarla geçiyoruz "36 beden" cansız -adamımız- mankenin önünden. Kapanma hazırlığında dükkanları Uzun Çarşının. Kerebiçi tadıyorum bu akşam nihayet. Sevimli dükkan. Sahibi de güzel insan. Üzerine dökülen kremanın tadına bakmıştım dün gece. Merak etmiştim açıkçası. Almak istiyorum ama o miktarı tüketebilmemiz zor. Taşımak da sorun öte yandan. 


Dün akşam fırının kapanmış olmasına bizden çok üzülen  garson çocuk karşılıyor yine. Bu kez son anda da olsa yetiştik.

"400 gram mı 500 gram mı olsun?"

500'e meylim var, kurtlar gibi hissediyorum kendimi. E künefe de yiyeceğiz daha. 400'de anlaşıyoruz sonuçta. Yanına da ayran tabii ki. Mekan güzel. Belli ki Milor'dan sonra epey büyümüş. Tıpkı Kastamonu'daki dönerci gibi. Ama burunları büyümemiş. Kibar insanlar, sıcak da... İnsan kıymeti biliyorlar. Biz de yaparız "tepsi kebabını"ara sıra; güveç bir tepside ama, elektrikli fırında. Kıyaslayalım bakalım.


Seyri muhteşem. Kokusu derya. Lezzeti âlâ. Biz yapıyoruz diye demiyorum, bu kadar olmasa da yapıyormuşuz valla. Odun ateşi başka elbette. Hani devamı olsa diye de düşünmüyor değil insan. İki kişi için tam karar 400gram öte yandan. Künefe zorlama gibi olacak üstüne ama bu akşam halletmemiz gerek onu da. Yarına İskenderun var.


Artık çarşı ezberimizde, kolayca geçiyoruz Çınaraltı'nın olduğu bölgeye. İçeri girmeye hazırlandığımız esnada içerden çıkan bir genç dün akşamdan hatırladı bizi, sabah açılış ve servise başlama saatlerini veriyor. Akşam kapalı yani.

Çarşıyı sallana salana yürüyüp dalıyoruz Hatay sokaklarına. Artık mahallemizdeyiz. Zenginler Mahallesi. Üstelik zenginliğimize zenginlik katmışız bugün. Bir kutlama gerek. İlk gün dikkatimizi çekmişti tabela. Sonuçta canımız dedektifimiz kendisi. Bir Hatay Hatırası olarak çekmeden olmaz. Ayaklarımızın götürdüğü yere gidiyoruz şimdi.


Göğe Bakma Durağı. Önceki gelişte oturduğumuz bölümün karşısındaki balkon aklımıza yazılmıştı. Oradaki masalardan biri boş. Diğerinde genç bir çift.

 "Nasılsınız."

"Teşekkürler..."

 "İki bira lütfen"

Yanında standart ve sevimli çerez tabaklarıyla geliyor biralar. Canım patates ve sosis çekti yahu! O da kalamar ve nugget eklenmiş olarak geliyor birazdan. Müessesenin ikramı. Avluyu bu kez daha geniş görebiliyoruz. Bir masada hazırlıklar var. Bir arkadaş gurubu. Bir evlilik teklifi olacağını düşünüyoruz, arkadaşlar mumları kalp halinde dizmeye başlayınca. Tipler, kıyafetler, saçlara baksan dersin bunlar "mafya". Şu yeni giyim tarzları ve saç modelleri işte. Bu akşam müzik çok daha güzel. Solist mikrofona bi tık uzak. Baslarda patlama yok. Bunun altını çizeceğiz.

"Bu akşam daha güzel sanki. Baslarda sıkıntı yok. Sanki bir tık önünde mikrofonun." 

Solist başkaymış. "Çok iyidir," diyor, "eğlendirir." Gerçekten çok iyi ve çok da eğlenceli bir genç. Ben bile eşlik ediyorum şarkılara, o derece yani. Özellikle ara vereceği sıra kullandığı ritim ve sözler çok eğlenceli. Yaratıcı çocuk. O da flamenko çalıyor gitarı. Yakışıyor bizim şarkılara.


Kalbin mumları yakılıyor. İhbar geldi kesin. Bir güzel saçlı ve sade ama şık genç kız ile bir yakışıklı ve şık oğlan girdiler az önce. Yakışıyorlar. Masada alkış kıyamet. Doğum günüymüş meğerse. Oğlanın. Kızın parmağı var bu işte. Şahane sürpriz kesinlikle. Kadim dostluk bu işte. Birlikte söylüyor, birlikte eğleniyorlar. Diğer masalar da katılıyor elbette. Neşeli gençler. Güzel mekan, Göğe Bakma Durağı. Sahibinin yüzü, aynası. O  masada neler varmış oysa; Türk Sanat Müziğinin âlâsı. Hatta bir tür aşık atışması yaptılar ki Türk Sanat Müziği şarkılarıyla, tadından yenmedi. Şahaneydi. Yüzümüzde bir tebessüm. Hiç bitmesin ve hep burada olalım duygusu.

Gelsin ikinci biralar.

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP