22 Aralık 2017 Cuma

Unutulmaz Bir Muhabbet, Vakıflı ve Pöç Kasabı

Hâlâ 10 Kasım 2017

Öncesi...


Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağında. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.


Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgar.


"Biz varız amaa!" 

Şeniz üstelik.

Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz  Akdeniz'e doğru uçarken, göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı.  Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola kıvrılıyorlar.

Selam veriyorlar.

Selam veriyoruz.

Sonra, merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.


Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı. Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı? Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici.  Pansiyonmuş meğerse...  Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela. Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.


Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor ayağa ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp  kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.


Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız?  Yoksa bir masal mı benimkisi?


Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz  üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.

İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka.. Hatta,  Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.


Akşam Pöç Kasabı ve Çınaraltı'na yetişmemiz gerek. Malum 7.10'da fırın paydos ediyor. Kahvenin karşısındaki ağaçlar ve çiçeklerle dolu yamacın üstündeki durakta, banklardan birine oturup beklemek fikrimiz. Derin derin Akdeniz çekeceğiz. Dönsün başımız.

O esnada çocuk parkında selamlaştığımız iki kadim dostu görüyoruz, birlikte büyümüşler. Soruyoruz otobüsün saatini. Bırakmıyorlar durakta. Alıyorlar. Konuşlanıyoruz bir masaya, kahve içtiğimiz taş kahvede. Çaylar söyleniyor hemen. Bir deste kart çıkıyor, önce ceketin cebinden, sonra da kutusundan. Sanıyorum oyun oynayacağız. "Nereden çıktı şimdi bu," isteksizliği bir "ufff ya!" çektiriyor içimden. Bir an önce gitsek derdindeyim. Meğerse bir oyun yapacakmış kartlarla Mehmet Abi. "İyi izle," diyor ennnnnnnnnnn bayıldığım kadına. Tekrarı yok çünkü.

Sonuç şaşırtıcı... ve ötesi çabaya kalmış artık. Özenle kutusuna koyuyor desteyi. Kıymetinden sual olunamaz bir hediye bu. Sonra, bir rakam ve harf oyunu yapıyor; bizim çantadan mı ya da ceketinin cebinden mi çıktığını hatırlamadığım kağıda. Önce rakamlar yazıyor kağıdın en üstüne, sonra da altına harf yazılmasını istiyor. Topluyor, çıkarıyor derken, dört rakam kalıyor sonuçta. "Yaz bakalım sayılara denk gelen harfleri," diyor enn sevdiğim kadına. Yazıyor. Mutlu. Çocuk sevinçli. Anın sıcaklığında, şahane dostluğun ve unutulmaz muhabbetin resmolduğu bir gülümseme çıkıyor sonucu.


Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikayemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle:

"Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."

Otobüs geliyor aşağıdan. Samandağ Belediyesinin. Mavi. O manevrasını yaparken ve güneş dağların arkasına çekilmeye hazırlanırken biz Mehmet Abiyle birlikte geçiyoruz durağa. Unutulamayacak dosta, dostluğa, Musa Abiye veda.

Şehrimizde çok Ermeni ve Rum olduğunu biliyordum çocukluğumdan, ama sanayi sitesinin arkasında bir yerde, cezaevine yakın bir buzdolabı tamircisi olduğunu asla. Üzüldüm elbette tanımadığıma. Gelmiş Musa Abi onun yanına.  Oğlu askerlik yapmış meğer Amasya'da. Bu ülkenin gayrimüslimleri özellikle Amasya'da yaparlar acemiliklerini. Neden acaba? Tanır mıyım diye çok çabaladım. Kesin tanırdım çünkü. Ama ben bitirdikten çok sonra gelmişmiş meğerse bizim tugaya.


Mehmet Abi'nin ailesi Suriye' den gelmiş o daha küçük bir çocukken. Vakıflı'da yaşamıyor ama her gün geliyor Vakıflı'ya. Tek erkek çocukları askere almazlarmış o zamanlar. Bunu içi buruk söylüyor nedense, bir özür gibi. Tüm ücreti verme çabalarımıza duvar otobüsün şoförü. Türkçesi zar zor. Aynı dilde konuşuyorlar o, Mehmet Abi ve bir kadın...

"Teşekkürler Mehmet Abi."

Oğlunun bir büfesi varmış Mehmet Abinin. Yüzünde huzur. Elindeki poşetlere yardım etmek istiyorum, otobüsten inince. Asla taşıtmıyor bana. Samandağ güzel yer. Gözüm bir yandan etrafta. Yaklaştığımızı anlıyorum büfeye. Gözleri parlıyor çünkü Mehmet Abinin. Gözleri gülümseyen ve gülümsemesi büfeye sığmayan genç bir kadın ve onun tıpatıp aynısı bir kız çocuğu. Yüzler aydınlanıyor daha biz yaklaşmamışken... Gurur gözlerinde ve adımlarında Mehmet Abinin. O an yokuz biz. Onlarsa sarmaş dolaş.

Minibüse tam zamanında yetişiyoruz şükür ki. Kaderimiz düzgün yazılmış bugüne. Çok özel ve kadim bir arkadaşlığa tanıklık ettik Vakıflı Köyünde. Onların ağzından gördük bu ülkeyi kimin daha çok sevdiğini.Ve de ne kadar barışçıl olduğunu.

Gün kararmış ama henüz koyulaşmamışken bu karaltı, varıyoruz son durağa. Hızlı adımlarla geçiyoruz "36 beden" cansız -adamımız- mankenin önünden. Kapanma hazırlığında dükkanları Uzun Çarşının. Kerebiçi tadıyorum bu akşam nihayet. Sevimli dükkan. Sahibi de güzel insan. Üzerine dökülen kremanın tadına bakmıştım dün gece. Merak etmiştim açıkçası. Almak istiyorum ama o miktarı tüketebilmemiz zor. Taşımak da sorun öte yandan. 


Dün akşam fırının kapanmış olmasına bizden çok üzülen  garson çocuk karşılıyor yine. Bu kez son anda da olsa yetiştik.

"400 gram mı 500 gram mı olsun?"

500'e meylim var, kurtlar gibi hissediyorum kendimi. E künefe de yiyeceğiz daha. 400'de anlaşıyoruz sonuçta. Yanına da ayran tabii ki. Mekan güzel. Belli ki Milor'dan sonra epey büyümüş. Tıpkı Kastamonu'daki dönerci gibi. Ama burunları büyümemiş. Kibar insanlar, sıcak da... İnsan kıymeti biliyorlar. Biz de yaparız "tepsi kebabını"ara sıra; güveç bir tepside ama, elektrikli fırında. Kıyaslayalım bakalım.


Seyri muhteşem. Kokusu derya. Lezzeti âlâ. Biz yapıyoruz diye demiyorum, bu kadar olmasa da yapıyormuşuz valla. Odun ateşi başka elbette. Hani devamı olsa diye de düşünmüyor değil insan. İki kişi için tam karar 400gram öte yandan. Künefe zorlama gibi olacak üstüne ama bu akşam halletmemiz gerek onu da. Yarına İskenderun var.


Artık çarşı ezberimizde, kolayca geçiyoruz Çınaraltı'nın olduğu bölgeye. İçeri girmeye hazırlandığımız esnada içerden çıkan bir genç dün akşamdan hatırladı bizi, sabah açılış ve servise başlama saatlerini veriyor. Akşam kapalı yani.

Çarşıyı sallana salana yürüyüp dalıyoruz Hatay sokaklarına. Artık mahallemizdeyiz. Zenginler Mahallesi. Üstelik zenginliğimize zenginlik katmışız bugün. Bir kutlama gerek. İlk gün dikkatimizi çekmişti tabela. Sonuçta canımız dedektifimiz kendisi. Bir Hatay Hatırası olarak çekmeden olmaz. Ayaklarımızın götürdüğü yere gidiyoruz şimdi.


Göğe Bakma Durağı. Önceki gelişte oturduğumuz bölümün karşısındaki balkon aklımıza yazılmıştı. Oradaki masalardan biri boş. Diğerinde genç bir çift.

 "Nasılsınız."

"Teşekkürler..."

 "İki bira lütfen"

Yanında standart ve sevimli çerez tabaklarıyla geliyor biralar. Canım patates ve sosis çekti yahu! O da kalamar ve nugget eklenmiş olarak geliyor birazdan. Müessesenin ikramı. Avluyu bu kez daha geniş görebiliyoruz. Bir masada hazırlıklar var. Bir arkadaş gurubu. Bir evlilik teklifi olacağını düşünüyoruz, arkadaşlar mumları kalp halinde dizmeye başlayınca. Tipler, kıyafetler, saçlara baksan dersin bunlar "mafya". Şu yeni giyim tarzları ve saç modelleri işte. Bu akşam müzik çok daha güzel. Solist mikrofona bi tık uzak. Baslarda patlama yok. Bunun altını çizeceğiz.

"Bu akşam daha güzel sanki. Baslarda sıkıntı yok. Sanki bir tık önünde mikrofonun." 

Solist başkaymış. "Çok iyidir," diyor, "eğlendirir." Gerçekten çok iyi ve çok da eğlenceli bir genç. Ben bile eşlik ediyorum şarkılara, o derece yani. Özellikle ara vereceği sıra kullandığı ritim ve sözler çok eğlenceli. Yaratıcı çocuk. O da flamenko çalıyor gitarı. Yakışıyor bizim şarkılara.


Kalbin mumları yakılıyor. İhbar geldi kesin. Bir güzel saçlı ve sade ama şık genç kız ile bir yakışıklı ve şık oğlan girdiler az önce. Yakışıyorlar. Masada alkış kıyamet. Doğum günüymüş meğerse. Oğlanın. Kızın parmağı var bu işte. Şahane sürpriz kesinlikle. Kadim dostluk bu işte. Birlikte söylüyor, birlikte eğleniyorlar. Diğer masalar da katılıyor elbette. Neşeli gençler. Güzel mekan, Göğe Bakma Durağı. Sahibinin yüzü, aynası. O  masada neler varmış oysa; Türk Sanat Müziğinin âlâsı. Hatta bir tür aşık atışması yaptılar ki Türk Sanat Müziği şarkılarıyla, tadından yenmedi. Şahaneydi. Yüzümüzde bir tebessüm. Hiç bitmesin ve hep burada olalım duygusu.

Gelsin ikinci biralar.

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta


8 Aralık 2017 Cuma

Vakıflı'ya Niyet Hıdırbey'e Kısmet

 Öncesi

10 Kasım 2017

Otelden ayrılma günü, rezervasyonlarda son ana kadar boşalma olmayınca kahvaltının ardından ödemeyi yapıp çantalarımızı asıyoruz sırtlarımıza; yeni yerimiz Çankaya Konakları'na bırakıp, Vakıflı'ya gideceğiz. Bir gün önce otelin panosunda görüp de sorduğumuz üzere, bilinen -popüler- tüm noktalara turun, kişi başı fiyatının 75 TL olduğunu öğrenmiştik. İki kişi daha bulurlarsa o yolu seçecektik. Ama gönlümüzün istediği, minibüslerle gitmek. Oralı gibi. İki kişiyi bulamadıkları için gerçekleşmedi tur. İyi de oldu.

Minibüslerin Palladium AVM'nin arkasından kalktığını öğreniyoruz, yeni otelimizin tatlı resepsiyonistinden. Palladium'dan bir şeyler aldıktan sonra güvenlik görevlisinin, "Çatıları köy evi gibi olan binaların olduğu yer," tarifine bayılıp, ulaşıyoruz durağa. Minibüs hareket halinde. Tam yerinde yakaladık. Sadece Vakıflı'ya gitmek fikrindeyiz. Diğer popüler noktalar ilginç gelmemişti bize; Titus Tüneli, Hıdırbey, Harbiye v.s.


Dün gece Zenginler Mahallesi esnafı ve sakinleri, muhtemelen her gece olduğu gibi muhteşem bir ziyafet vermişlerdi kedilere. Bu küçük kedi, biraz dışında kalmıştı olayın. Hasta gibi idi. Pek yanaşmamıştı. Bu sabah yine durgun ama tanışıklık veriyor. Biraz sohbet ettik, günaydınlaştık, "Kendine iyi bak," dedik ve yolumuza vurduk kendimizi. Sabah otelin sokağındaki tüm insanların saygı duruşu ise tek kelime ile muhteşemdi. Özellikle o genç, tıpkı Anıtkabir nöbetçileri gibi kıpırtısız duruşuyla tüylerimizi diken diken etti. Görmeyip de dinleyen ben dahil.


Dolmuş, hattındaki duraklardan sürekli yolcu alıyor, şehir içi yolcusunu da. Zaten sık aralıklarla kalkıyorlar ve birbirleri ile iletişim halindeler. Ulaşımla ilgili bir sıkıntı yok. Küçük bir şehir turundan sonra çıkıyoruz şehir merkezinden. Şoförle sohbet keyifli. Tahsil edemediği bir alacağından söz ediyor, söz verildiği halde getirilmeyen. O ara otelden bir son dakika iptalini haber veren telefon alıyorum. Atı alan Üsküdarı geçti oysa. Teşekkür ediyorum. Etraf güzel ve yönümüz denize doğru. Kokuyu alıyoruz. Bir yerden sola sapıyoruz.  Şoförümüz ayrıldığımız yolun devamını işaretleyerek diyor ki; "Şu yol gidiyor Vakıflı'ya." Bizi Vakıflı'ya giden minibüslerin durağına bırakacağını ekliyor ve dönüşte gerekeceği üzere kendi duraklarını da tarif ediyor. Köy olamayacak kadar büyük bir yer. Samandağ'dayız. Aktarmalı bir yolculuk. Şark Sinemasını görmek muhteşem. Şarkta olmak, hımmm! Üstelik oynamakta olan filmin oyuncularından biri en bayıldığım yol arkadaşımın bir tanıdığı. Minibüs dolunca kalkacakmış. Fazla uzun sürmezmiş dolması.


Öyle de oluyor. Önümüzdeki koltukta bir anne oğul var. Afacan bir oğlan, tatlımı tatlı bir köy gürbüzü. Üstelik komik de. Bakıp bakıp saklanıyor. Sağdan soldan dokunuyorum. Bir iletişim var aramızda. Fotoğrafını çekmek istiyorum ama o benle oynuyor. İstemem yan cebime koycu. Samandağ pek espritüel. Güzellik Kahvesi var mesela. Bir de yolun neredeyse yarısındayken önünden geçtiğimiz Askeri Kuzenler Market ve Manavı.

Ön koltuktan iki sakız geliyor. Bizden de uçakta dağıtılan ıslak mendiller. Biraz daha kendini gösterir oluyor kanka. Ama yine de oyunbaz.


Yeni şoförümüz Vakıflı'ya gitmemize pek taraftar değil. "Orda bişey yok ki," diyor, "Hıdırlıya gidin."  Sonra da bir sır veriyor. Öyle güzel bir şey ki bu, tavlıyor bizi, üstelik mandalinalar var. Vakıflı'dan geçerek Hıdırlı, ya da Hıdırbey'e varıyoruz. Tam Musa Ağacının önünde bırakıyor ve dönüş saatini veriyor. Bir de yolu işaretle göstererek tarif ediyor. 

"Mandalinalar helaldir."


Fırın kışkırtıcı. Bizse kısa bir tur yapmak istiyoruz köyde. Seviyoruz kendisini. Fırının hemen arkasındaki boş taş ev dikkat çekici. Ama daha güzelini daha güzel bir yerde göreceğiz daha sonra. Köyün taş, küçük amfi tiyatrosunun önünde törenden dönen liseli çocuklarla karşılaşıyoruz.  

"Bir şey yapıyor musunuz burada?" 

 Kastımız konser, tiyatro, halk oyunları benzeri etkinlikler.

Soruyu oğlan, biraz daha uzaktaki duyamayan kıza tekrar ediyor. Kız sessizce cevap veriyor.  

"Göbek atıyoruz."

Tatlı çocuklar... Gülümsettiler.


Dönerken "köyün büyücüsüne" rastlıyoruz. İlginç bir karakter. Aslında yüzünü görmüyorum. Tırstığım için arkadan ve uzaktan çekiyorum fotoğrafını. Meğerse çaktırmadan cepheden çeken biri varmış. Yemek veriyorlar evden ki ne de güzel kokuyor. İtiraz edilecek gibi değil. Avluyu ve avludaki masayı sevmiştik giderken. Yemeği ile yolun karşısına geçtiği  esnada görünce bizi, hiddetleniyor "köyün büyücüsü". Veriyor ayarı.


Şu masa boş olsa, kesinlikle ondaydık. Suyun kenarına ve onun alçağında konuşlanıyoruz. Dağın başında buz gibi, pırıl pırıl akan bir su. Suda balık/lar oynuyor, benim canımsa ona kaynıyor.  Çekiyoruz elbette Musa Ağacının fotoğraflarını. Hikayesini de bir güzel okuyoruz. Çaylar geliyor. Sıklıkla gittiğimiz bir kahvaltı noktamızda çayın lezzetinin altını çizmiştik bi gün. Gururla söylenmişti Nebiyan'dan geldiği. O günden beri, biliyoruz ki çayda su önemli.

İki Katıklı Ekmek lütfen.

Onlarla birlikte iki de çay.


Hımmmmmm pek lezzetli.  Odunun lezzeti kesinlikle değmiş.

Üzerine birer çay daha içip, bir film çeksem onu oynatacağım kesin abiye, hesabı soruyorum. O sadece çay paralarını alıp "Ekmeklerin parasını kadına vereceksiniz", diyor. İşaret ediyor kadını. Şu yukarıdaki fırının ortak kullanım alanı olduğunu düşünmüştük; çayları getiren, siparişi verdiğimiz, beyazlaşmış pos bıyıklarını sevdiğimiz abi "Kadına söylüyorum şimdi," dediğinde. Orası değilmiş meğerse, suyun öte yanındaki mekanda pişirilmiş. O da tatlı bir kadın. Evleri de iş yerlerinin hemen üst tarafında. Özenilecek bir hayat. Fırınsa aklımıza yapışıp kalıyor.

Köyün bakkalının önünde zeytin kırıyorlar. Zeytine dayanamayan biri var. Teyze çok tatlı. Oğul da...  Ve de küçük sevimli kız/torun. Sohbet koyulaştı. Kanlar kaynaştı. Zeytinler birlikte kırılıyor. Bi gün buralardan kırılmış zeytin alırsanız, ve "Hımmmmm ne de güzelmiş," derseniz, bilin ki yüreği kocaman, tatlı mı tatlı bir kadının eli değdi.


Oğul'un bakkalın hemen çaprazında ve köprünün köy tarafındaki tezgahından baharatlar alıp vedalaşarak, minibüsçü abinin dediği -sır- yola dalıyoruz. Önce hediyelik eşya dükkanlarına bir bakalım ama.


Önümüze koyduğu peynirli kapan üzerine atılınmayacak gibi değildi, Minibüsçü abinin.  Üstelik Hıdırbey'i de sevdik. Bu da bir kazanç. Kaç dostluk kurduk bir öğle üzeri. Yolumuzsa çok gizemli. Sesiz. Issız. Arada bir havlayan köpeklerle selamlaşma ve neredeyse yeni doğmuş timsah yavrusu boyutundaki kertenkeleler dışında nefes alıp veren canlı sadece biziz. Hava enfes. Etraftan gelen portakal ve mandalina kokuları muhteşem. Şırıl şırıl su sesleri şarkı... Sol tarafımızda, her iki yamacı alabildiğine mandalina ağaçları ile dolu derin bir vadi. Uzaklardan gelen insan sesleri serap gibi.


Hımmmmm mandalinalar da pek güzelmiş. Dalından koparmanın tazeliği. Helaldir denmişti. Eğer suların iz yaparak formunu bozduğu, kaygan ve yokuş yerlerden ben geçerim denirse araba ile de gidilebilir. Arazi arabası ile kesin ama. Peki bu yolu yürüyerek gitmeyince bir anlamı olur mu? Bizce olmaz. Ya yarıdan dönmek zorunda kalınırsa! Neden Vakıflı'ya yaklaşana kadar bir araçla karşılaşmadık acaba? Bir de köpeklerle iletişim noktasında bir sorununuz varsa hiç denemeyin.


"Şu karşı yamaçtaki ev ne de güzel", dedikten az sonra... muhteşem taş evle karşılaşıyoruz. Yolun sunduğu ennnnnnnnnn güzel masal bu. Mandalinalar odadan uzanıp da alınası. Ya zeytin ağaçları... Verandasında, Vakıflı'dan alınmış ev yapımı şarap eşliğinde bir akşam yemeği nasıl olur acaba;  şöminede çıtır çıtır bir şarkı, gecenin sessiz aydınlığında, birbirinizin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek ya da?

 Uyku tulumlarımız nerdeee?


Nihayet bir araba sesi. Köylere leğen, mandal, kova benzeri şeyler satan bir araba market. Selamlaştık ki birazdan devam edemeyip geri dönecek. Anlaşılıyor ki Vakıflı'ya yaklaşıyoruz. Yolun kenarlarına serilmiş yeşil zeytinlerin önünde kala kala, duvarlarından renk ahenk çiçekler sarkan evlerin önünden geçerek bir "ilkokul"la karşılaşıyoruz. Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri bu. Nesli tükenmekte olan köy okulları. Üstelik lojmanının balkonunda elinde bir kitapla genç bir kadın oturuyor. Öğretmen olmalı bu. Selam veriyoruz. Biz okulun fotoğraflarını çekerken gözü üzerimizdeydi zaten.


Vakıflı'nın Taş Kahvesindeyiz. Yan masamızda genç bir grup var. Hatay'daki daire fiyatlarını konuşuyorlar, muhtemel bir Hatay'lı arsa sahibi ile. Sanırım başka şehirden gelmişler ve Hatay'da inşaat yapmayı düşünüyorlar. Deniz tepeden görünüyor. Başka denizlere benzemez bir güzellik. Verenda'da kalabalık bir aile. Öteki taraf geldiğimiz yol ve vadi. Sanki bir günü devirdik de ertesi güne başlayacakmış gibi hissimiz. Gülüşüyoruz.

İki Türk kahvesi lütfen. Orta şekerli.

Süvari bardakta mı, fincanla mı istersiniz?

Fincanla lütfen.

Bir sigara da ben alabilir miyim?


Unutulmaz Bir Muhabbet, Vakıflı ve Pöç Kasabı

5 Aralık 2017 Salı

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze

Hâlâ 9 Kasım 2017  

Öncesi...

Müze berbere göre karşı kaldırımdan yürümeyi gerektiriyor. 25-30 metre geri yürünüp, sonra sola dönülecek. Görüyoruz tabelayı. Kapıdan girişte danışma gibi bir yer oluşturulmuş; kemeri epey geniş, neredeyse küçük bir oda hacminde taş bir alan. Bir ön kabul ve denetim noktası gibi. Loş, gizemli ve sevimli. Kimseler yok. Bir görevli bekliyoruz. Müze kartlarımız güncel. Görünen avluysa gördüklerimizin en büyüğü neredeyse.


Gelen giden olmayınca giriyoruz içeri. Şahane bir bina. Ne güzel bir hayat yaşanmıştır, kim bilir. Hemen sağ duvarın önünde iki görevli var. Onayı aldık. Müze ücretsiz. Valilik Özel İdare kanalı ile eski evi alıp, elden geçirerek şık bir müze yapmış. Böyle işler yapan valilere can kurban. Bu kadar bitkiyi her formuyla, hikayelerini ve yararlarını içeren bilgilerle başka bir yerde görebilir miyiz, bilmiyoruz.  Ama gelmişken Hatay'a, kesinlikle görülmeli, Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesi.


Nihai hedefimiz esas müzeye doğru yürümeye devam ediyoruz. Sevimli ve küçük bakkalları asla boş geçmeyiz. İki su ve bir Ankara Gazozu alıyoruz. Üstelik de öyle güzel soğutulmuş ki... Ayın Kasım olduğuna bakmayın. Buralar neredeyse yaz.

Habibi Neccar Camii ve külliyesinin karşı kaldırımındayız. Yanımızdaki sokaksa bas bas çağırıyor. Listede olan bir lokanta da sokağın hemen girişinde. Yalnız bir sorun var ki aynı adla şehrin merkezinde de bir yer var. Sultan Sofrası. Merkezi olan gerçek bir "Şehir Lokantası". Bembeyaz ve de kolalı peçeteleri var, eski zamanlar gibi. Önünden her geçişimizde, burada iş var duygusu yaratıyor ama bizde öğlen yemeği için zaman yok. İnşallah bir başka sefere.


Sokağa dalıyoruz. Öyle coşkuyla çağırdı ki, girmemek olanaksız. Karşılaştığımız insanlara bakarsak, ağırlıkla savaş topraklarından gelen aileler ve daha alt gelir gruplarından insanlarımız... ve de öğrenciler.  

İşte bir bakkal daha, mahallenin bakkalı, çıkmakta olduğumuz yokuşla kesişen sokakta. O ara iki çocuk gözümüze çarpıyor, 10-11 yaşlarında, bakkalın daha ilerisindeki ışık alan yerdeler. Sonra bir ilave daha oluyor. Mika bir top var ayaklarında. Küçük bir top. Birbirleri ile şakalaşıyor olsalar da bakışları bizden yana.


Sokak taze çamaşır kokulu. Pencerelerdense lezzet fışkırıyor. Aynı çantalar ve aynı montlara sahip üç minik kız, el ele, tepelerinde kurdelelerle okula uğurlanıyor. Pırıl pırıl  genç kız, muhtemeldir ki üniversiteli, yokuşu çıkıyor; gözlerinin ucu bizdeyken ve dudağının kenarındaki minik gülümseme çok şey anlatırken. Gülümsüyoruz. Hoş bulduk. Ne kadar çok hem de.

O ara top arkamızdan yuvarlanıyor, mesaj yüklü. Lacivert ve küçücük. Duygusu kocaman. En bayıldığım kadın ki kendisi bir Alkara'dır,* yuvarlıyor bir plase ile topu sahibine... O top bir kez daha geliyor. Ve bir kez daha gidiyor.

Yan yana yürüyoruz, beş arkadaş. Dillerin anlaşamadığı bir an. Duygularımız anlaşıyor. Fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Gurbetin üç atlısı. Şaban Ahmet ve Muhammed ikisinin adı. Üçüncüyü ne yazık ki hatırlamıyoruz. Bir not defterim olmalı benim!


Fotoğrafları ulaştırmamız lazım! İletişimin bir yolu yok. Bir mail adresleri olsa keşke. Birlikte iniyoruz yokuşu. Onlar Habibi Neccar'da kılacaklar namazlarını. Türkçeleri üç beş kelime. Bir yerden çıktı alsak. Çocuklardan yardım istiyoruz. Önerecekleri bir yer yok.. Bir iki yere bakıyoruz birlikte. Sonuç sıfır.

Biz çoğaltır, dönmeden bakkala bırakırız, siz de iki gün sonra oradan alırsınız. 

İki gün sonra ama!

Anlaştık.

Vedalaşıyoruz.


Müzeyi falan unutuyoruz. Fotoğraflar en önemli meselemiz. Bir dijital baskıcı görüyoruz. Anlaşmak zor. Bir misafir esnaf daha... Bir çocuk katarak başka bir dükkana gönderiyor bizi. Orası da tekrar buraya. Aslında ikisi de aynı insanlara ait. Buna gülüyoruz. Ofiste, temiz yüzlü, hafif sarışın bir genç adam daha var. Telefonu ile görüntülü bir görüşme yapıyor, kendi diliyle. Bilgisayarın başındaki ile mutabığız. Gönderiyoruz resmi. Ebat konusunda anlaştık. Baskı başladı. Bir küçük kız giriyor içeri, sarı saçlı. Sırtında okul çantası. Tatlı mı tatlı. Dükkanın sahibi olduğunu sandığımız kişi ile sarılıyorlar. Sarışın genç adamın kızı olduğunu öğreniyoruz, "Sizin mi?," diye sorunca ötekine. Fotoğraflar tamam. Sevinçliyiz. "Ne kadar?" "15 TL," diyor, dört foto için. 10 TL'ye anlaşıyoruz.

Sarışın genç adam, çaylarımızı içerken, "Dil sorunum olmasa," der gibi. "O kadar şey söylemek isterdim ki size," diyor bi de.. "Ehlen ve sehlen diyerek anlatabilirim belki her şeyi." Ehlen ve sehlen'i anlıyoruz sadece, yüzündeki ifadeden de diğerlerini. Ötelenmişlik yaşayan bir kalbin takdir cümleleri, bunu biliyoruz. Yurdundan olmak, yabancılık çekmek, kendi gettolarının dışında yalnız kalmak ve aşağılanmak kötü. Bunu görüyoruz.

Habibi Neccar'ın avlusundayız. Cemaatin çıkmasını bekliyoruz. Takunyalar ve tıkırtılar pek ahenkli. Çocukların bu kadar kalmayacaklarına kanaat getirip mahallenin yokuşunu çıkıyoruz yeniden.


Çok mutluyuz. Az önce bakkala teslim ettik resimleri. Ödüllendirelim o halde kendimizi. Caddede bir gariban pastane. Mahalle gibi. Vitrindeki kabak tatlısı tahrik edici.

İkiye böler misiniz? 

İlk ısırıklar... Muazzam. Sanki dikdörtgen ve küçük bir hortumun içine kabak sosu koymuşlar. Nasıl bir beceridir ki bu. Isırıktan sonra ulaşabiliyoruz içindeki yumuşacık kabağa. Sonrası müthiş bir harman. Bayılıyoruz.

Bir dükkanın camındaki   "Kapalısın kapalısın deme,
- buralardayım-
numaramı arayıp 5 dakika bekle :)) :)) 
Tel......."  cümlesine takılıyor gözümüz. Bir tebessümle kalıyoruz önünde. Geldim bulamadım, klasik borçlu gerekçesine güzel bir cevap kesinlikle...  

Bunu yazan kim?  

Benim.

Süpersin.

Savoy Otel'in önünden geçerken, içeriye şöyle bir göz atıyoruz. Favorilerden biri idi ama şu an çok memnunuz orada olmadığımıza. Şehrin kalbine uzak çünkü.


Sol tarafımızda ve önümüzde, kutu kutu üstüne koyularak yapılıyor hissi veren bilim kurgu mimarisi ile bize epey hikaye yazdıran kocaman bir inşaat var.  Yaklaşınca anlıyoruz ki Hilton Müze Otel inşaatıymış kendisi. Müze ekinin nedenini şu an biliyor olsam da o an, müzeye yakınlığından kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Trafik ışıklarının olduğu kavşağın düz gitmemiz söylenen kısmında, Sanayi Sitesinin salaşlığı ile çelişen, ama garip bir biçimde de oraya yakışan vaha tadındaki büfeye giriyoruz. Tabanın bir kısmı cam; altındaki içki şişeleri ile güzel bir dekor oluşturulmuş. Küçükken, hayalimin bir giyim mağazasının tabanını akvaryum yapmak  olduğunu söylüyorum genç adama ve takdir ediyorum kendilerini. Kasadaki hanım muhtemelen anne, ve patron o.  Dükkan mıntıkası ile tezat bir şıklık sergiliyor. İçki skalası epey geniş öte yandan.

Ve ve ve... Yıllanmış ve 70'lik Johnny Walker & Sons King George V viski, göz kırpıyor makamından. Nadide bir eserin olması gerektiği yerde. Işığı süper. Fiyatı ise tam 2350 TL.


"İsa’nın 12 havarisinden biri olan St.Pierre; Antakya‘ ya M.S. 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hristiyanlığı yaymaya çalışmış. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hristiyanlığın ilk kilisesi olarak biliniyormuş."  Hatay Valiliğinin sayfasındaki ifadeye göre.


İki çocuk yanaşıyorlar. Rehberlik etmek niyetleri. Daha esmer ve ötekine oranla daha ince olan konuya hakim. Kullandığı dil büyümüş de küçülmüş gibi. Garip bir ön yargı ile istemiyorum, sonrasında fena pişman olacağım üzere. Belki de tavrın ısrarcı gelmesini, -yapışkan bir biçimde- sadaka istemekle eşliyor aklım ve bu itici geliyor bana. Kilise alanının dışına çıkınca yine yakalıyor. İleride, dağın arkasında kalan heykelleri görmemizi öneriyor. Sırf bu yapışkan tavır nedeni ile gitmiyorum heykellere. En sevdiğim kadın veriyor emeğin karşılığını. Bense bir başka boyuttan bakıp yoksulluğa ve çabaya, tavrımın pişmanlığını yaşıyorum hâlâ.

Duvar yazısının önünde epey kalıyoruz, kiliseye tırmanmadan önce ve sonra. Ne yorumlar, ne yorumlar...Şu üst paragraftaki sızı ise hala içimde. Terk edeceği de şüpheli.

Müze göründü


Binaya bakınca çok saat burada kalacağımız hissi uyanıyor içimizde. O mimari cinlik burada da oynamayı başarıyor algımla. Seviyoruz binayı. Merkezde, Asi kıyısındaki bir kadim değirmenden sökülüp de buraya yerleştirilmiş koca çark anlam katıyor kendisine.

Müzenin Kahvesi! Yaratıcı fikir.  Sonuçta o makineden çıkan kahvelerin hepsi, her yerdeki, aynı. Bardağın üzerindeki bu nüans onu farklı kılıyor. Sevimli de... Bir de sohbet ekliyoruz kahvenin yanına.


Hava muhteşem. Sohbetin baş rolünde, tam da trafik ışıklarının orada yolumuzu doğrulattığımız, muhtemeldir ki gece bekçiliği yaptığı yerden evine dönen güzel adamın, ondan epey uzaklaştıktan ve unutmuşken onu, tekrar önümüze geçip de yolu yeniden tariflemesi,  hemen yan yoldan içeri girerek gideceği, çocukları ve eşi ile sıcaklaşmış yuvalarına, ısrarla yemeğe davet etmesini, bu çabanın içtenliğini ve sıcaklığını, ve de oraya kadar bizi sahiplenmiş gözetimini konuşuyoruz. Bir kez daha bu güzel ülkenin altını çiziyoruz elbette.

Tam o esnada motoru ile gelip, elindeki anahtar çantası ile kafeden içeri giriş yapmak isteyen tesisat tamircisine önce izin vermeyen sonra da göz yuman güvenlik görevlisinden hareketle, bir kaç gerilim senaryosu yazmayı da ihmal etmiyoruz müze üzerine.

Kasadaki kız tatlı. Müze de. Elektronik girişe okuttuk kartlarımızı. Az önce yanaşan tur otobüsünün kalabalığına yakalanmak istemiyoruz. Hititlerin izindeyiz. Güzel düzenlenmiş, çok da keyifle dolaşılan bir müze Hatay Arkeoloji Müzesi. Çok seviyoruz ilk andan itibaren.  Cam üzerinde yürürken altımızda kalan mozaiklere bakıp, bizim şehrimizin belediyesi ile de övünüyoruz öte yandan. Üzeri betonlaşmış bir meydanın altında kalan kale surlarını açığa çıkarıp üzerinde cam gezinti alanı yaratan ve tüm çevreyi eski haline döndüren başkanımızı takdir ediyoruz, partisinden bağımsız olarak.


II.Şuppiluliuma karşılıyor tüm konukları müze içinde. Güzel insan. Giriş için güzel bir seçim. 2004 yılındaki kazılarda bulunan 3000 yıllık bir heykel bu. Sarhoş Dionysos ise takdirimizi kazanan bir şahsiyet. Seviyoruz kendisini. Buzdolabımın üzerinde.


Hitit kralı III.Hattuşili'nin kız kardeşi Matanazi'nin hamile kalabilmesi için ki kendisinin yaşı epey geçkin, Mısır firavunu II.Ramses'ten ilaç hazırlayabilecek bir uzman doktor istemesi meselesini -mesafeler açısından- anlamaya biraz daha yaklaşmama neden oluyor müze. Yoksa direk uzaylı olduklarını kabullenecektim, hayranı oluğum Hititlerin.  Dünyanın ilk veraset ilamlarından biri ile karşılaşmak hoş geliyor. Üzerine epey fantezi oluşturmaya ve Hititlerin izinde yürümeye devam ederken, kendileri ile ilgili bir çok parçayı da eklemleme olanağı veriyor bu zengin müze.


St. Pierre mevkisindeki kazıdan çıkan arkeolojik eserler için, nerede çıktıysa olduğu yerde teşhir edilmesiyle ilgili bir karar alınmış meğerse.  Ama buna sebep olan olay ise şu imiş: Hilton "Müze" Oteli için temel kazısı yapılırken 850 m2’lik ebadıyla dünyadaki -tek parça- en büyük mozaikle karşılaşılmış. Otelin zemin katında toplamda, 2000m2’lik mozaik, 3.500 m2’lik mermer alanla bir müze oluşturulmuş. Meğerse dünyada eşi olmayan bir otel olmaktaymış kendisi. Bu değerli bilgileri bize kim verip de benim müzeye yakınlığından sandığım ve aslında basit bulduğum adı çok ama çok anlamlı kılmıştı? Şu an daha derin bir sızı ile sızlıyor kalbim. Kesinlikle o çocuğu bulmalıyım. Kesinlikle...

Şehir merkezine dönme vakti, acıktık. Şehrin markalarından birini test edeceğiz. 6 numaralı otobüsle ulaşabiliyormuşuz merkeze. Küçük bir şehir turu daha. Yeniden Saray Caddesi. İstikamet Abdo Döner.

  
"Biberler acı mı?" "Bize göre acı değil," diyor, muzipçe gülümseyen garson. Tedbiri elden bırakmıyorum. Bir ısırık ucundan. Teslim olmaya yetiyor. Fena acı. Döner güzel, lavaşı sosu ile birlikte çıtır ve incecik, lezzetli. Özgün bir kebap, güzel ama dönerler sıralamasında muhteşem kategoride değil. Çünkü muhteşem dönerin bir başka şehirde bizi beklediğinden henüz haberimiz yok.

Dalıyoruz sokaklarımıza yeniden, sonuçta dinlendik. Akşam yemeği saati yaklaştı. Uzun Çarşıya doğru yol alıyoruz. Önce Pöç Kasabı, sonra da Çınarıltı'nda künefe fikrimiz. Çarşı güzel, ülkenin doğusundaki tüm kadim çarşılar gibi. İşte Pöç Kasabı. Lakin kendileri açık ama fırıncı 7.10'da paydos ediyormuş. Olsun. Bu akşamın yarını da var. Çınaraltı da kapalı. O da yarına kalsın bakalım.


Çarşıdan çıkıp, bu kez ana cadde üzerinden Saray caddesine ulaşıp oradan da akşam yemeği için bir yere çörekleneceğiz. Konak var fikrimizde, bi de Anadolu Lokantası. Anadolu'ya daha yakınım. Çocukluk anılarımda ondan bi tane var çünkü. Benziyor da. Biraz önünde kalıp, netleştirmeye çalışıyoruz fikrimizi. Dün akşam çevre tanıma gezisi yaparken girdiğimiz sokağa giriyoruz. Bir kebapçı dikkatimizi çekmişti. Biz ona bakınırken, yanındaki mekan pırıl pırıl parlıyor. İçki de veriyor. Önündeki açık alan sevimli, lokanta da öyle, masa örtüleri de kareli, dışarıda oturabileceğiz üstelik. O halde?

Bu arada yukarıdaki fotonun hikayesini atladım. Çarşıdan çıkınca müzik ilgimizi çekiyor. Parkın içinde çalıyor abi. Güzel de söylüyor. Dinleyelim o zaman. Salep içer miyiz? İçeriz. Full olsun. İçine aklınıza ne gelirse koyuyorlar valla, leblebiden üzüme. Güzel mi? E güzel.


Bir masaya almak istiyor abla bizi. Bizse iki kişilik olan diğer masaya göz koymuşuz. Abla sinirli. Siniri masanın değiştirilmemiş ıslak örtüsünden. Yeni örtü için alıyor onu, masada kalmış tabakları da... başka örtüye gerek yok, diyoruz garsonu kurtarmak için. Kısaca, bayılıyoruz diyeceğim burası için. Şimdilik ama! En keyifli rakı akşamlarından birini yaşıyoruz. İlk izlenimimiz ve bizde yarattığı duygu muhteşem. Kadim meyhanelerden biri gibi ki uzun bahsedeceğim kendisinden daha sonra.


Günü katmerleyen anlarsa balkonumuzda...

*Alkaralar, Gençlerbirliği'nin taraftar grubudur.

Vakıflı'ya Niyet Hıdırbey'e Kısmet 

23 Kasım 2017 Perşembe

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın Sürprizleri

 Giderken Hatay 1.bölüm,

9 Kasım 2017

Önce kahvaltı. Son kontrollerin ardından odadan çıkıyoruz. Kahvaltı otelin avlusunda. Son derece güzel düzenlenmiş bir alan. Odaların bir kısmı buraya bakıyor. Biz ön tarafta olmayı daha çok sevdik: Görüş alanımızdaki binalar, sokağın dili ve sunduğu hikâyeler daha güzel. Üstelik balkon keyfi muhteşem. Kesinlikle doğru bir mevsim seçmişiz bu gezi için. Yazın, kurumuş bir Asi'ye bakmak, o sıcakta bunca yer yürümek hoş bir şey olmazdı diye düşünüyorum şimdi.

Yan masada oturan ve bir iş için şehirde oldukları anlaşılan üç beyden biri Hatay'lı. Normalde epey zengin duran kahvaltıyı çeşit açısından az buluyor ve bunu o alandan sorumlu zarif hanımefendiye söylüyor. Daha sonra kalacağımız oteldeki kahvaltıdan sonra bu fikre katılmamamız mümkün değil; özellikle yerel tatlar açısından.

Yolumuz uzun ve hâlâ boşalma ihtimali olan bir oda olmadığından yarın ve sonraki gün için yeni bir konaklama yeri bulmamız gerek. Bu kez otelden yukarı doğru yürüyoruz. Dönerci Tacettin meğer az ileride ve karşımızdaymış. Saat 11'den sonraya döner kalmadığını beyan eden ve burayı çok öven bir yazı okumuştum. Şu an saat çok erken. Mekânsa tel kepenkli, demir doğramalı bir sanayi lokantası salaşlığında. Çekici.

İlk köşeden sola dönüyoruz. Hedefimizde Haytalı var. Mutlak tatmamız gerek. Önünden geçtiğimiz hostel kaç butik otele havasını atar kim bilir... Sağa döndük ve küçük yokuşumuzun başında göründü Affan Kahvesi.


Önce ayakkabılar dikkati çekiyor ta yokuşun altındayken. Ama Ayakkabı Tamircisi muhteşem. İzin verdi fotoğraf için. Çekmeden bırakmak olmazdı. O an, oradan itibaren ne öyküler kurduk bu kırmızı pabuçlar üzerine. Karakter tüm özellikleri ile kafamda. Hatta yazarsam bir gün bir öykü üzerine... Saçlarını kesinlikle İstanbullu Kuaför Müjgan* boyayacak.


Sabah ve saat erken diye kahveye girince soruyoruz, "Haytalı var mı?" Abi mekân gibi, eski zaman adamı. Çocukluktan beri burada. Ürünü yapan abisi. Güzel adam. Babam gibi. Aynı kuşağın  bıyıklarından var onda da. Nasılsa uzun uzun konuşacağız. Bahçeye alıyorlar bizi. Sevimli. Geçmişin izleri her yerde. Kaşıklar şahane. Çocukluğa dönmek bu işte... Sandalyeler kadim ki üzerlerine epey konuşuyoruz daha sonra. Aile ilişkilerinin güçlü olduğu hemen anlaşılıyor. Ama yeni nesillerle devam eder mi? Şüpheli.

Her birini tek tek yeseniz, alttaki nişastalı kısım belki size uzak kalır. Ama gül suyu ki gerçek gül suyu, nişastalı kısım, dondurma uyumu şahane. Her şey gerçek. Çocukluktaki gibi. Yeni dondurmalara ve yapay tatlara alıştırılmış damaklar ne der bilinmez ama biz çok ama çok mutluyuz.

O halde üzerine süvari bardakta kahve.


Sohbet  çok keyifli, hatta sohbete katılan ve ilkokuldan beri buraya geldiğini söyleyen 70 yaşını aşmış abi çok tatlı. Taklitlerinden şikayetçiler, gerçek malzeme kullanılmıyor olması rekabeti, maliyetler açısından zorlaştırıyor. Oysa burası bir nevi müze. Esas abi o sırada yeni hazırlanacak haytalıların cam kaselere yerleştirilmiş nişastalı tabanlarını buzdolabına yerleştiriyor. Uzun bir geçmişi solumak bizi de çocuklaştırıyor. İnsanın buradaki her objeyi, havada asılı tüm sözcükleri alıp bohçalayası geliyor. Ama bugün gideceğimiz mesafe kısa olsa da bizim için, nerelerin, hangi sokakların bizi çağıracağını bilmiyoruz. Yarın ve ertesi geceyi geçireceğimiz yeni otelimizde rezervasyon yaparken soruyorum Müzeyi. Taksiyle ya da otobüsle gitseniz, diyor; sırf onun yüzünden odalara bakma ihtiyacı bile duymadan rezervasyonu yaptığımız güzel kız. Üç kilometrecik mi?

Üzerinde bulunduğumuz ve boydan boya yürüyeceğimiz Kurtuluş Caddesi dünyanın en özel caddesi. Çünkü şu dünyada ilk aydınlatılan cadde imiş kendisi. Bakalım bize ne sürprizler sunacak.


Veee Sveykaaaa!... Orada olmayı en çok istediğimiz mekân. Kapalı, ama açık bir kapı var. Önce panjur aralıklarından içeri bakıyoruz. Masa ve sandalyelerine, en çok da -nahif- karanlığına bayılıyoruz. Bizi kimse tutamaz artık. Kapıdan içeri süzülüyoruz. Bir terk edilmişlik havası ile sanki tadilat varmış hissi arasındayız. Biri var içeride. Önce usta sandık. Bir kişi.

"Gezebilir miyiz?"

"Tabii ki."


Eşlik ediyor ve anlatıyor. Üst kata çıktık, sanki eski zamanlardan bir Lokantadayız. Kazablanka. Ve ve ve... siyah bir piyano var tam olması gereken yerde. Kahretsin! Abi sahibiymiş Sveyka'nın. Şu merdivenlerin arkasındaki binayı da satın almışlarmış, lakin o merdivenlerin ve dolayısı ile duvarın yıkılmasına izin vermiyormuş anıtlar kurulu. Birleştirmek istiyorlar burayı. Biz istemiyoruz. O zaman sevmeyiz ki biz Sveyka'yı. Üzülürüz hem.  

"Küçük bir geçiş yapsanız da bu merdiveni öldürmeseniz, şu avlu böyle kalsa."

Anlıyoruz abi kararlı. Oysa sırf bu nedenle bir yere gitmekten vazgeçeceğiz biz. Ama o an bunu bilmiyoruz.


Cadde öyle güzel sürprizler sunuyor ki.. bizse henüz yolunun yarısında bile değiliz. İpek satan dükkân dikkat çekici. Bir süre vitrindeyiz. Sonra içeride. Renkler öyle güzel ki, ürünler de... Üretici, abi. Fularların içinden bir fular seçiyoruz. Sohbet güzel fakat biz akşam olmadan müzede olmak istiyoruz. Zarif bir paketi var dükkânın, içine yıkama kılavuzu koyuyor abi, tabii ki kartını da... ve de kozalardan bir kaç tane. Tanıtım bu mudur? Budur. Çünkü ilk malı müşteri alır sonrasını mağaza satar. Kazandı bizi dükkân.


Bu tezgâh boş bir dükkândaydı aslında, gerimizde kalan. Meğerse dünyanın en uzun kilimi bu tezgâhta dokunmuş. Bununla bir rekoru kırmış sahibi. Yeni bir rekora hazırlanıyormuş şimdi. Bir alt sokaktaki deposuna gidiyoruz; dağınıklıktan oluşan mahcubiyeti sürekli cümlelerinde. Oysa içeri sinmiş sabunların kokusuna bayılıyoruz.


Berber dükkânının vitrinindeki kavanozlara takılıyor gözümüz. Kapariler küçük salatlık turşusu formunda. Abi kapıya çıkıyor. Israrcı, illa çay ikram edecek. Bende içme niyeti sıfır. Yola devam fikrindeyim. Abi de çok tatlı ama. O zaman mecbur. Kendisi üretiyormuş kaparileri. Satıyor da. Zaten gönüllüyüz ama epey bişi var yanımızda. Sorun yaşamak istemiyoruz uçakta. Bagaj tamam da ya kırılırsa kavanozlar çantada! Kesinlikle Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesini görmemizi istiyor. Hani neredeyse elimizden tutup zorla götürecek. Bizse bilmiyorduk bile öyle bir müze olduğunu. Kapıya çıkıp iyicene tarif etti. Bi sokaktan sıvışacağız ama ya arkamızdan bakıyorsa...

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze


*İstanbullu Kuaför Müjgan,  Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle  başlıklı yazıda yer alan gerçek bir mekandır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP