18 Nisan 2016 Pazartesi

Kars Şehir Sineması 4

1.bölüm


Seviyorum seni bugün 
dünden fazla yarından az...


Çok düşündüm... Karar verdim ki benim bu hikâyeyi hızlandırmam gerek. Ne diyor SEO çalışmaları konusunda yetkin blog alimleri, öncelikle kısa yazılar yazmalısınız.

İyi bir blog yazarı değilim ben. Ama güzel hikâyeler de kuruyorum sanki. Fakat bu hikâye benim için çok özel! Birlikte yazıyoruz. Çok eğleniyorum açıkçası. Çok şey de öğreniyorum. Bu olağanüstü güzel.

Mesela şu an, öğrendiğim yeni bir kelime üzerinden bir cümle kuralım mı? Ne dersiniz? Hımmmm... kuralım. Pekala. Yıl hala 3250 olsun ama. "Sinema salonunda birbirinin sıcağına sarılmış, her karenin ruhlarında açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay eden sevgililer, gecenin dilsiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılabilen müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek için soğuğun hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında üşümüş ve sokulgan adımlarla yürüyorlardı. Onlar az sonranın kıpırtılı heyecanı ile yürürken sinema salonunda bir faaliyet başladı. Tıpkı gramofondan yayılan şarkı gibi; görünmeyen ama hissedilen bir faaliyet."

Evet ben de farkındayım, başlangıç ile nokta arasındaki cümle çok uzun oldu. Laf aramızda, ben yazmaya ilk başladığım dönemde noktası arşı âlâya varmış cümleler kurardım. Nokta ve virgülden sonra gelen cümleyi de noktanın dibine dayardım. Boşluk bırakmazdım. De'leri da'ları ayırmazdım. Sonra bir yazı okudum ve utandım. Sonra, bir ayıbım olarak bir kitabını alıncaya kadar kendisinden haberdar olmadığım Sayın Ekmel Denizer, tesadüfen rastladığı bir yazıma yorum yazınca... Çok utandım. Yorum çok güzel ve değerliydi, yanlış anlamayın, bu konulara hiç dokunmuyordu. İmla bilmezliğimden utandım ben. Yazılarımın bu anlamdaki sefilliğinden. Bu hissimi onunla paylaştım. O bana dedi ki; önemli olan duygudur. "Yazının biçeminden dolayı kutlarım seni." Yani demem o ki ben hâlâ öğreniyorum, eski yazılarımı rastladıkça düzeltiyorum. Tekrar tekrar. Feyz aldığım çok değerli biri var, her seferinde bana istemsizce ama gönülden önümü ilikleten. O nedenle bakarız bir çaresine.

Pardon, yine çaktırmadan hava atmaya çalışırken eksik bıraktım öneri cümlemi: "Hissedilen, boşalan salondaki sımışkaların* kabukları ile birlikte diğer çöpleri süpüren çalı süpürgesinin sesiydi. Daha sonra yığının içinden ayrılıp, temizlenip istiflenerek soğuk günlerde sinemayı ısıtacak sımışkaların bir de."


Limonatalarımızı keyifle içiyoruz, Kılıçoğlu Pastanesinde. Cheesecake ve keşkül içinse pek güzel şeyler düşünmüyoruz. Henüz Kars Şehir Sineması üzerine bir yazı yazacağımdan haberim yok. Kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde, nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadının kesinlikle bu yazıların tümünü okuyacağını ve özellikle bu yazının yorum kısmında, ne alakaysa,  "Limonata gerçek bir limonata mıydı?" diye soracağını da düşünemiyorum o an.

Şimdi eminim. O fırsatı vermemek için yazıyorum: Limonata gerçek olmakla kalmadı, içtiğim tüm güzel limonatalara da fark attı! Çünkü taze sıkılmış limon suyu hafif bir şekilde tatlandırılmıştı. Yalnız sorumuz üzerine gözümüze sokmak için mi böyle yapıldı, yoksa limonata yapma üslupları mı buydu, bilmiyorum. En sevdiğim limonatalar ise bildiğimiz klasik usul olanlardır. İçine su da katılanlar. Birtat'ınkine bayılırım misal. İnci'ninkine de. Ve de Uzay Pastanesi'nin limonatasına.


Şimdi tam da burada,- lafımı da sokmuşken- durumumu tarif için bir deyiş kullanmanın yeri ama yazmıyorum. Ve sözünü tutmayı bir türlü beceremeyen bir yazar özentisi olarak bu kez gerçekten hızlanıyorum. Haydi, hep birlikte! Artık oyalanmayalım ve  bir çok noktayı atlayıp, zamanı ileri saralım. Bitsin gitsin. Sonuçta insan dediğin sıkılan bir varlık di mi ama?

Hikâyenin inişleri de olmalı bence. Biz hiç inmedik. O halde Galatasaray Lisesinde okuyan, üzerine büyük hayaller kurdurduğumuz lisanslı kayakçı, yakışıklı esas oğlanı Kars'a çağıralım mı? Çağırdık, okulu bıraktı ve geldi. Buna bir neden bulmamız lazım. Roman ve hikâye için ne derler; gerçek ya da gerçeğe yakın olan. Şöyle gerekçelendirelim o zaman: Sinemanın işleri başlangıçtaki beklentileri karşılamıyor olsun, onlar için kurulmasına rağmen diğer iki oğula takviye gereksin. Daha atak, daha yaratıcı, ufku geniş birisine ihtiyaç var. Sonuçta 1.adam öngörüleri yüksek biri. Şehre hizmeti öncelikli tutuyor. 

Bu arada Konya'daki Ağır Ceza Hakimimizi tayin emrini aldırdığımız günden beri eşya denkleri ile bekletiyoruz, haberiniz olsun. Narin, alımlı, zarif ve rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçuramadığı esas kızımız da hâlâ pencerenin önünde. Ben büyük aşkların karakterleri hemen buluşsun isteyenlerdenim. Yazarken  yanıp tutuşsam da bir fırlama var içimde. Kabul.

Hızla!.. Artık esas kızımız ve ailesi Kars'ta. Kabul mü? 1.adamla ve eşiyle tanıştılar. Sıklıkla karşılaşıyorlar, şehrin önemli gecelerinde. Esas oğlan artık Sarıkamış'ta kayıyor. Yarışıyor lisanslı bir sporcu olarak. Bir de gramofon var artık sinemada. 


Zamanı geldi di mi, büyük aşkın temellerini atmamız lazım artık? Katıldınız. İstemiştiniz! Bir akşam, şehrin en güzel mekânlarından birinde, bir baloda göz göze getirelim mi onları? Ah... ahhhh ben ne ballandırırdım bu ânı şimdi. Ama söz verdim ve dönemem. Bir ân aklımdan geçen cümlelerle bir sinema filmi için bir sahne kurdum, elimde olmadan. Kusura bakmayın. Karşılaşma anıyla ilgili olan zaten cepte. Kurduğum ân başka bir ân. Eğer bir film olursa, rüya bir final dansında ve tek bir kamerayla bu. Ucu açık kalıp sonsuzluğa sürüklenecek bir sahne. Ölümsüz aşka vurgu.

Sinemanın işleyişi üzerinde de farklılıklar yaratmamız gerek kanımca. Esas oğlanın eli değdi. Belli etmemiz gerek. Ağır Ceza Hakimimiz, değerli eşleri ve gülümsemesine bir ömür verebileceğiniz alımlı, güzel, narin ve zarif kızları, cumartesi 6 matinelerini kaçırmıyorlar.

Ben derim ki; artık gramofondan çıkan şarkılar daha bir manalı olsun. Mesaj taşısın. Tıpkı ucu yakılmış  mektuplar gibi. Film bitip de sinema dağıldığında; kuğu gibi süzülen sahneler betimleyelim. Usulca değsin gözler mesela. Soğuğu hisseden sıcak titremeler oluşsun bedenlerde. Terlesin eller.  Utangaç olsun bakışlar. Evet diyen hayırlar içersin tavırlar... Katılanlar? Katılınılmıştır.

Heyecanlandık di mi? Siz değilseniz de, ben ölüyorum. Ahhhh bi de aklımın hızına  parmaklarım yetişebilse...  gelin günlerce devam ettirelim bu uzaktan bakışmaları. Sonra şöyle bir şey yapalım; bir kadınlar matinesine kız arkadaşları ile gelsin, tenine rüzgârın değemediği kızımız. Uzaktan bir tebessümle  geçsin salona. Kıkırdasın arkadaşları. "Yakışıklı çocukmuş." desinler misal. Sonraki film çıkışlarında arkadaşları bir köşeye çekilsin. Onlar bir masaya konuşlansınlar. Parmak şıklatma ile iki gazoz gelsin masaya. Ürkek ve çekingen ama öte yandan da yerinde duramayan cümleler yazalım onlar için. Ne dersiniz? Anladım katıldınız.

Nasıl geçti vakit anlamasınlar. Hava karardıkça ürkeklik sarsın esas kızın bedenini. "Annemler!" desin içinden. Arkadaşları gelsin ve hadi geç oldu desin mesela. Zor ayrılsın elleri. Hatta esas oğlan gecenin bir vaktinde yatağına uzanmış tavana bakarken, onu düşünüyormuş hissi veren cümleler olsun bakışlarında. Yine de yetemeyelim. 

Ya da yıllar yıllar sonra güzel bir kadın... Bir yazı okurken birden... Bir mektup yazsın, hiç tanımadığı birine. Çekinceler olsun içinde. Her şey bunu betimleyen cümleyle başlasın. Kim olduğunu bilmeyelim ama... son satıra kadar.

*Sımışka: Ay çekirdeği


      SON




Kars yazılarımın planladığım akışını değiştirmeme neden olan, onları çoğaltan, yazma heyecanıma tavan yaptırıp o heyecanla şu tembele aşama kaydettiren,  Berya'nın Kaleminden  adlı blogun çok kıymetli yazarı  Belgin Eryavuz hanımefendiye ve çok kıymetli ablalarına özellikle çok teşekkür ederim.

Ve ayrıca;

Benim için değerine paha biçilmez, çok kıymetli Gülsen Varol  Öğretmenime..

Hayatımda hep olacak çok kıymetli kargo pantolonlu hanımefendiye...

Size...

Kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, onunla yolda ve her yerde olmaya bayım bayım bayıldığım, çok ama çok sevgili yol arkadaşıma...

Sonsuz teşekkürlerimle.


Çalsın mı bir kez daha GRAMOFON?



Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

Fotoğraflar Nikon L23 ile..

14 Nisan 2016 Perşembe

Kars Şehir Sineması 3

 1.Bölüm


Ben Aşkı İlk Defa Sende Tanıdım...


Ne yazık ki filmin etkisinden kurtulamayan biz, kapısında "Akraba ve Damsız Giremez" yazılı Ozzi Club Bar'ı atladığımızı filmin etkisinden usul usul çıkmaya başladığımız esnada fark ediyoruz. Alın size bir ukde daha. O kadar yoğun konuşuyoruz ki filmi. En çok da Cem Yılmaz'ı. Toplumun farklı ve de düşünceleri bazında tutucu bir kaç kesiminin tepkisini çekecek, muhtemelen sosyal medya üzerinden topa tutulacak bir filmde rol almasının risklerini bilerek, tüm konforlardan uzak, gişe yapması zor bir filmin içinde ve afişinde yer almak, çok değerli kanımızca. Bunu bir sanatçı tavrından ziyade şefkatli ve büyük insan olmakla eşliyoruz. Oyunculuksa ezber bozan cinsten.


Barı unutmak ziyadesiyle üzüyor bizi. O barda olmalıydık. Konuşarak yürüyoruz. Buzları unuttuk çoktan. Konuştukça film de büyüyor, Kars da. Sanki tam da burada Italo Calvino'nun muhteşem kitabı Görünmez Kentler'deki cümlesini bir kez daha yazmam gerek: "Size bir kenti sevdiren; onun doksan dokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır." 


Artık oturmuş karakterlerimizden biri olan  1.adam yoğun bir şekilde Rusya'dan demir çelik ithal edip, oraya canlı hayvan satıyor, işleri iyi. Bunu bir kez daha vurgulamalıyız ki ilk bölümde hikâyenin genel planlamasını yaparken altını çizdiğimiz genel durum üzerinden sinemanın açılmasındaki temel nedeni ortaya koyabilelim. Bu vurguyu sinemanın ilk günüyle birlikte tasvir etsek iyi olur sanki. Şehrin ileri gelenlerinin katıldığı açılış törenini, dönemin kültür algısını ve Kars'ın o günkü demografik yapısını da öne çıkarmalıyız bence. Hımmmmmm... bu noktada bilimden yararlanıp döneme ait pek çok fotoğrafı da taramamız gerek. Aslında hikayeyi kurarken bütün sahneleri de bire bir yaşıyorum, lakin bu benim tasavvurumla sınırlı, bilimsel ve tanıksal bir gerçekliği yok. İçimden bir ses, topla pılını pırtını düş bu işin peşine diyor açıkçası. Karabağ Otelinde bir odan da senin olsun! Günlerce kal orada. 

Tam da buraya izninizle bir kahkaha efekti koyuyorum. Kusura bakmayın. Gülmem kendimedir. Yazma konusunda hayallere dalma, bir şeyi çok isteme, neredeyse yapma noktasına gelme ve ardından da  her şeyi orada bırakma halimi ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. O nedenle yani.

(Bazı gerçeklikler üzerine düşünsel olarak güzel hikâyeler kurabilen, bunu gerçekmiş gibi başkalarına anlatıp hava atan biriyim ben. Gelin görün ki konuşurken bunca başarılı gerçeklik algısı yaratabilen şahsım, göründüğünün ve yarattığı algının dışında, eylemsel olarak, fena halde de tembel.) 

Çok zor da olsa döneme ait tanıklar bulmamız gerek sanırım. Sanki bir yerlerde birisi var; o günü yaşayan, kuruluş aşamasının tüm evrelerini, o günkü Kars'ı, dönemi, o günün tüm devlet erkanı ve sosyetesini bilen birisi. Bizzat o günün içinde olan birisi. Sonuçta bizim kurduğumuz bir hikâye olduğuna göre bu, bir karakter daha yaratabiliriz di mi? Ne dersiniz? Benim fikrimce yaratacağımız yeni karakter için iz süreceksek, yeniden İstanbul'a dönmemiz gerek. Katılır mısınız bana? Bu arada rüzgarın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçurmadığı, uzaklara bakan, narin, zarif ve alımlı kız henüz Konya'da. 


Barı unuttuk ama sanki bir yerlerde oturup da bu filmin tadını çıkarmamız gerek. Böyle düşünerek yürüyoruz; Atatürk Caddesinin otel yönüne doğru giderken sağda kalan kaldırımında. İnsanın aynı anda aynı şeyi düşündüğü bir yol arkadaşının olması muhteşem. O zaman ilk gördüğümüz anda vurulduğumuz, ayrıntıları bir başka yazıda olacak Kılıçoğlu Pastanesine. Hava sert. Buzlar havanın hakkını veriyor. Bu şahane. Gece muhteşem. Sonuçta Doktor Jivago küçücük aklımda caddeleri ve mekânlarıyla olağanüstü yer etmiş bir film. Sıcacık ama lezzeti eksik pastaneye giriyoruz. Artık tanıdık bir mekân. Selamlaşma. Tercihimiz bu kez kış bahçesi. Filmin duygusal etkisi ile verilmiş bir karar. Ah bilinç altı! Çaresizlik hissi. Kalabalığa sığınma ve ondan güç bulma, onunla kalabalıklaşarak izlenen filmin etkisinden kurtulma psikolojisi. Güzel bir hissiyat.

"İki limonata, bir keşkül ve bir cheesecake lütfen."

"Limonata gerçek bir limonataysa ama." 



Hani ben ikinci yazının son bölümünde bir karakter daha katmak için yanıp tutuşuyorum, dedim ya. Her şeyi onunla mı başlatsak, diye de düşünmüyor değilim açıkçası. Üstelik hiç ipucu vermeden. Yalnız bu karakter biraz önce bahsettiğim döneme tanıklık etmiş, bizzat içinde olmuş kişi değil. Ancak o kişi ile bir bağı da olsun istiyorum. Sizce de hikâyeye gizem katmak açısından bu iki karakteri ana hikâyenin içine dahil etmek güzel olur mu? Aslında içimdeki tembel ne istiyor biliyor musunuz? Bu hikâye bir romana evrilse ve girişinde şu cümleler olsa: "Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi." Sakın gülmeyin, sonuçta tartışarak geliştiriyoruz bu hikâyeyi. 

Bütün yazarlık tavsiyelerinde örnek olarak verilen giriş cümlelerinden aşağı kalır bir yanı var mı? Bence yok. Yalnız farkında mısınız, onca satır geçtik ve gramofon hakkında bir tek söz etmedik. Hiç mi merak etmediniz? Hiç hatırlatmadınız ve de uyarmadınız. Hani ana karakterimiz oydu. Bunun üstelik de altını çizmiştik en başta. Gramofon deyince düşündüm de şöyle bir cümleyle mi başlasa her şey: "3250 senesinin güzel bir akşamında, içeriyi sızan ılık bir rüzgâr, birbirinin sıcağına sığınmış genç aşıkların kulağına kadim bir gramofondan yayılan "Papatya gibisin beyaz ve ince, Eziliyor ruhum seni görünce, İsmin dudaklarımı yakıyor neden, Nedir bu çektiğim senin elinden." sözcüklerini bırakıyordu. Önce tanımadıkları, son derece yabancı bu sese şaşıran aşıklar, sonrasında birbirlerinin kuytusuna iyice yerleşerek, istemsizce teslim ettiler yılların ötesinden gelen bu şarkıya ruhlarını. Romantizmin tarih tanımaz gücü ele geçirmişti çünkü onları..."  Lütfen ama!

Şu an kendimi hikâye içinde hikâye olan ve kendini yazar sanan adam konumuna yerleştirip onun gibi düşünmek istiyorum. İzniniz olursa... Hani birinci adam sinemayı yanında kalan iki oğluna iş kurmak için açmıştı ya! Onlardan bir tanesi hâlâ yaşıyormuş olsun bence... Sarsıcı olmaz mı? Şaşırtıcı olur üstelik. Güçlendirir hikâyemizi. Yalnız hangi şehirde olacağı konusunu iyice düşünmem lazım. Çok iyi düşünmem hem de! 


4.Bölüm.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Kars Şehir Sineması 2

1.bölüm


Gönlüm Sensiz Olmaz...


Sinema saati yaklaşıyor. Odadan çıktık. Asansörü bekliyoruz. Geldi. Kabin ile duvar arasındaki boşluğa dikkat! İki kat altta durdu, bir çift bindi. Sarışın genç bir kadın ve bir genç adam. Kadının boyu adamdan uzun mu ne? Aklıma ilk gelen; nedense artık, bunların balayı çifti olduğu. Sorsa mıydım? Tanımadığınız iki kişi ile aynı asansörde olursanız ne yaparsanız? Kimselere bırakmam, yaparım. "Aman dikkat edin, şu aralıktan düşmeyin!"  Soğuk mu geldi? Kapatalım o zaman kapıyı. Havaya bakıp ıslık çalmaktan iyidir. Vallahi de tuttu. Zira o aranın fazlalığının farkındalar. Yemek yiyecek bir yer arıyorlar, ilk akşamları.

Kars'a gelen herkes gibi öncelikle popüler yer adları çıkıyor ağızlarından. Hımmmm... fikre ihtiyaçları var. Isındı da hava. Sordular. Direk Kristal'e o halde. Tek geçeriz. Tarifle kalmayıp işaretle de gösteriyoruz mekânı. "Eğer kalmışsa, kesinlikle piti yiyin."  Bunun altını özellikle çizdik. Yollarımız burada ayrılıyor. Kapüşonlarımızı kafamıza geçirelim. Fermuarları çekip, eldivenleri giyelim. Hemen! Otelden çıkmadan önce. Tam da kapının önündeyken.


Aslında Tuncay Bey ile, diğer mekânlarda da olduğu üzere, Kars'ta yeme içme üzerine sohbet etmiştik, bir kaç saat önce. En çok da kaz üzerine. Genel ve rahatsız edici durum ise şu: Herkes benim kazım iyi derken bir başkasını da olumsuz manada göze sokuyor. Artık bir samimiyet sıralamamız var. En iyi kazın burada, Kristal Döner ve Yemek Salonunda yapılabileceğini hissediyoruz. Menülerinde yok, dönemsel bir tercih. Burası bir esnaf lokantası. Turistik değil! Tuncay Bey, bizim de eleştirilerimiz üzerine ve de kurtarmak için Kars'ın onurunu, yarın için bize özel kaz yaptırmayı öneriyor. Ama biz piti ile mest olmuş allahın sevgili kulları, yarın için yine piti ve döner kararımızda ısrarcıyız..


Yer; İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray Lisesinin bahçesi. Bahçe duvarının dışından bakıyoruz. Güneşli bir gün. Kalabalığın içindeki en dikkat çeken kişiye odaklanalım. Yakışıklı bir genç adam. Yabancımız değil. Esas oğlan bu. Romantik, sportmen. Romantik kısmını iyice vurgulayalım. Misal deniz kokulu bir rüzgar yüzünü yalayıp geçerken, hafifçe kaldırsın saçlarını. Gözleri uzaklara bakıyor olsun bir de. Meçhuldeki ve uzak birini özlüyormuşçasına.  

Tam da burada, bir kez daha ve kalınca çizelim sporcu kimliğinin altını. İyi bir kayakçı olsun mu, mesela? İster misiniz? Hatta yarışmacı bir kayakçı. Ben olsun diyorum. Olsun olsun! 1. adam ona farklı bir gelecek  düşünmüş olmalı. Bu iddiamızı not alalım. Mesela yurt dışında çok güçlü bir üniversiteye göndermek gibi.  Bunu da vurgulayalım.  1.adamı güçlü öngörüleri olan çalışkan biri olarak tasavvur etmiştik zaten. Unutmayalım, başarılı ve üzerine planlar kurulabilecek  bir genç olduğu için bu okulda.  Bu isabetli bir seçim.  Yoksa tüm bu durumları ucu açık mı bırakmalıyız.  Eğer ucu açık bırakmayı tercih edersek, karakteri biraz daha beslemeliyiz kanımca. Bir düşünelim. Tartışalım. O zaman, onu bahçede uzaklara baktığı noktada ve o an etraftan kopmuş bir halde bırakalım, birini düşünüyormuş gibi. Yalnız düşündüğünün ne ya da kim olduğunu şu an ben de bilmiyorum. Bir kesinlik ifadesi kullanarak ters köşeye yatmak da istemem açıkçası. O zaman  yeniden Kars'a dönelim.  Yalnız farkındaysanız, kurduğum hikâyenin içinde mutlaka İstanbul var. Bu dikkat çekici bir seçim.


Atatürk Caddesi, aklımızda takılı kalan Rumeli İşkembecisi, onu kesen caddelerin sokakları, bir kez daha Serka, Migros derken yeniden ve dinlenmiş olarak sinemadayız. Patlamış mısırsız ve kolasız asla olmaz. Almak üzere sevimli ve zengin büfesine yöneliyoruz. "Bir büyük patlamış mısır ve iki kola lütfen." Eğitimli bir genç, izlenimimiz bu. Hayatla pişmiş. Sinema da bir okul sonuçta. Cahit abi ile ilgili izlenimlerimizi paylaşıyoruz. "Bir Yusuf Atılgan kahramanı gibi, ama henüz yazılmamış." diyorum. Benimsiyor bunu. Gülümsüyor. İletişim kuruldu. En sevdiğim yol arkadaşım, kalabalık gişenin önüne doğru seyre başladı. Hayırdır!

"21 yıldır sinemadayım."
diyor genç adam. "İlkokuldaydım, bu sinemada büyüdüm, okuldan çıkar sinemaya gelir, karnımı sinemada doyururdum. Cahit abi benden epey eski. Ben eski yerde ilk başladığımda o vardı."

Kısık gözlerindeki gülümsemeye bayılacağınız yol arkadaşım, telefonunda bir Cahit abi fotosu ile döndü. Çekmiş vallahi. Hem de cepheden. Biletle ilgili bir bahane üreterek. Çaktırmadan. İyi numara. Muhteşem. Bu kare onu anlatıyor işte. Tam bir efsane. Bu kez eksik fotoğraflar hanesine çentik yok.

Kafeden salona çıkılan bölümdeki güzel adam bize mi bakıyor? Film başlayacak sanıyorum. "Bizi mi bekliyorsunuz?"  Sandım ki biz girmeden başlatamıyorlar filmi. Kibar bir mekân sonuçta. Gördüğümüz en hoş sinemalardan biri. Kars Sinema Topluluğu etkin. Her çarşamba film izleme günleri. Gezici festivalin uğrak yeri. Duvarlardaki afişleri kesinlikle görmelisiniz. Bir anlamda sinemanın tarihsel ayak izleri.

Ve salon, çok sevimli, bayıldık. İstediğimiz yere oturabilirmişiz. Oturduk. Gençler, çiftler, çocuklu aileler... Güzeller. Pek çok şehirdeki salonlara göre nispeten daha dolu. Sahnenin bana göre solunda, giriş kapısının hemen yanındaki sehpanın üzerinde bulunan bir eşya gözüme takılıyor. Bunu en şahane yol arkadaşımla paylaşmak istiyorum. Sonra unutuyorum. Taa ki Samsun'a dönene ve çok ama çok değerli o mektubu alana kadar.



Sinemanın kurulma vakti geldi mi sizce de. Üstelik bu sinemayı esas oğlanla ilgili planlarından bağımsız olarak, yanında kalan iki oğlu için kursun mu 1. adam? Uyar mı hikâyenin şu ana kadar ki gelişmelerine? Genel akışımıza bakınca bence bir sorun yok, ve artık kurulsun şehre bir sinema.  Bu hikâyenin bir ana şarkısı da olmalı sanki. Aklımdan geçenler var, çok emin değilim ama! İlk aklıma gelen, -çünkü sorduğumda, içinde bir büyük aşk da olsun dediniz.- Sevdim bir genç kadını... Hımmmm sakıncası yok, tartışılabiliriz bunu  Netleştiremiyorum aslında, içindeki bazı ifadelerden dolayı. Benim düşündüğüm, sizin de onayladığınız büyük aşkı anlatacabileceği konusunda şüphelerim var. Şarkının adına bakınca sorun yok, okey. Lakin bir türlü oturtamıyorum kurduğum hikâyenin büyük aşkıyla, şarkının bütününü. Aklıma, daha iyisi, kurduğumuz hikâyeye cuk oturacak olanı gelecek biliyorum. Hissediyorum. Size de sorsam? 

Şimdi de bir başka eve, genç bir kıza çevirelim ışıkları. Narin ve alımlı. Güzel olduğu, iyi bir ailenin kızı olduğu, iyi eğitim aldığı ve zarafeti an itibari ile cepte. Hayalleri de olsun geleceğe dönük, biraz klasik gibi dursa da modern olsun düşünceleri. Uzaklara doğru baktıralım güzel gözlerini. Hatta bir rüzgar yaratalım ve camlarda takılı kalsın. Aşıp da tenine değemesin. Uçuramasın saçlarını. 

Acımasız mıyım? Aslında şimdi, tam da şurada yepyeni bir karakter daha katmak için kurduğum hikâyeye, yanıp tutuşuyorum. Şu ana kadarki karakterlerin genetik kodlarından yola çıktığımda, müthiş bir sonuca ulaşıyorum. Aslında şehir, olağanüstü bir kariyer, her şey ama her şey uçuşuyor kafamda.  Çok kararsız bir noktadayım. Çok ama! Şimdilik bu yeni durumu öteliyorum çaresizce. Belki de kurduğumuz hikâyenin sırrı olarak kalsın istiyorum. Merak edin istiyorum belki de.

İyisi mi gelin  zamanı azıcık ileri saralım. Kadere ördürelim artık ağlarını. İster misiniz? Geldi mi zamanı? O zaman çalsın gong ve Kars Şehir Sinemasının ilk filmi başlasın.




Filmi izlerken çok iyi bildiğim bir dünyadayım. Olağanüstü bir Cem Yılmaz var perdede. En çok onunla ilgili cümleler kuruyoruz. Büyük adam. Hokkabaz'dan sonra bir kez daha, dokunaklı, içe oturan, boğazda bir yumru ile kahkahalar arasında gidip gelinen muhteşem bir film. Olağanüstü bir sinema serüveni. Üstelik de Kars'tayız. Şehir Sinemasında. Mutluyuz. Çok mutluyuz. En keyifli akşamlar hanesinde bir çentik daha.

Hikâye çok  sağlam, gerçeğin ta kendisi. Tıpkı o yıllar. Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarındayım. Okan Efe Parlar müthiş. "Abi sen sahi misin?" diyesim geliyor; o ağlarken, bunalırken, tereddütler yaşarken, nefsi ile mücadele ederken ve kan ter içinde kalırken... Berna rolünde Greta Fusco şahane. Adını hatırlayamadığım büyümüş Berna ise mıhı çakıyor kesinlikle.

O tutuyor diye bırakamıyorsan orucu. Küçücük bedeninle çekiyorsan tüm ızdıraplarını. Bunun adı aşktır, abi. Hem de tüm efsanelerdekinden daha büyük bir aşk.

Görüntü yönetimi, oyuncu yönetimi, müzikler, filmin renkleri, mekânlar, döneme dair ayrıntılar, arada kalmışlıklar, insani çelişkiler, komiklikler ve hüzünler, ustalara saygı göndermeleri, muh-te-şem.

Ve anne rolünde Ümmü Putgül. "Ablam be içimizi ne dağladın." deyip başka da bir şey diyemiyoruz.

O ne final öyle! İki "sıradan" sahnede bir büyük aşk ve evlat acısı ancak bu kadar yüreklere yer ettirilebilirdi. Ettirdi. Göz uçlarına ancak bu boyutta damlalar dizebilirdi. Dizdi.

Sadece mimik ve simgelerle bitiyor film.

Biriktirilmiş ve de saklanmış, finalin yıldızı gazoz  kapaklarını görünce; göz kapaklarının önüne set koyabilenler, sözde çaktırmadı. Tutamayanlara helal olsun.


3.Bölüm



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP