29 Mart 2012 Perşembe

Saathane Meydanında Fısıltılar

-Kelle yemeyi reddedip de hamburgere takıldığın için pişman olacaksın. Çünkü kent tarihinde mutlak yeri olması gereken ve görebileceğin en küçük yeme-içme yerlerinden birini görme  şansını kaçırdın. Tabii ki ben de üzerine bir yazı hayallerimi ertelemek zorunda kaldım.


Tırtıl, sen ve ben bu alanı, ara sokaklarını bu haliyle sevdik ve bunun değiştirilecek olması belki biraz da üzüyor bizi. Şu dükkanların camlarında asılı olan afişlerde yazılı olanlara baktığımızda çoğu insan gibi biz de  sadece restore edilmesi gerektiğini düşünüyorduk di mi?

-Evet ve ben hala öyle düşünüyorum.

-Çünkü bizim gördüğümüz bu ve sanki burası tüm zamanlarını böyle yaşamış gibi hissediyoruz. Tıpkı yeni halini ilk görecek nesillerin ileride birileri tarafından değiştirilmek istendiğinde verecekleri tepki gibi. Bizden önceki halini bilenler bugünkü, bizim öyle sevip benimsediğimiz halini görseler ne diyeceklerini bilmediğimiz gibi .

Geçenlerde bir gün Samsun Kalesinin -ki bir çokları böyle bir şeyin varlığından bile haberdar değildir- son taşlarının yanına koyulmuş, tarihçesiyle ilgili bir yazı okudum. Orada tarif edilen alanı, o haliyle gözümün önüne getirdim ve çok hayıflandım.

Sonra şu soruyu sordum kendime: Kentin dokusunun bozulmasına göz yumup, bu meydanda hiç olmaması gereken binaların yapımına izin verip, çok önemli tarihi yapıların, şehir insanı tarafından bile fark edilmez hale getirilmesine fırsat verenler mi suçlu, yoksa bu kirlenmişlik içinden o yapıları ışığa çıkarıp da kente katmak çabası içinde olanlar mı? Bu sorunun cevabını seni götüreceğim bir yeri gördükten sonra vermeni istiyorum.


Biliyor musun ben ilk midye dolmamı da bu meydanda yedim. Babamla bir pazar günü dolaşırken bir sokak satıcısından almıştık... o dolmadan sonra yıllarca bu şehirde midye dolması olmadı... ancak İstanbul'a gitmelerimizde yiyebiliyordum. Ben annemin yaptığı zeytinyağlı biber dolmalarına limon sıkıp onları midye dolması niyetiyle yerdim.

-Bak burası eskiden Çarşı Karakoluydu. Pek namlı bir yerdi. Sokakta ara sıra düdük çalarak dolaşan  gece bekçilerini gördüğümüzde aklımıza burası gelirdi. Dayı dediğimiz bir akrabamız burada görev yapmıştı ve bir pazar günü babamla çay içmeye gelmiştik, ortada bir soba vardı ve onun etrafında oturmuştuk. Tabii ki ben paşa çayı içiyordum. Bilir misin paşa çayı nedir?

-Hayır
- Hiç içmedin mi?
-İçmedim.
- İçtin aslında.

-Eskiden babamla pazar günleri gezerken arkadaşlarının yanına uğrardık, ki ben en çok İzmir Otelinine gitmeyi severdim, orada taşlamacı dükkanları vardı. Oraya bir gün  özellikle gitmemiz lazım. Atatürk de gitmiş çünkü... Neyse işte o gidişlerde  çocuklara Paşa diye hitap ederlerdi dolayısıyla soru paşa ne içersin ya da paşa ne içer şeklinde gelirdi. Tercihin sıcak bir şeyse ki bu çay ya da oralet olurdu. Ona bir miktar soğuk su ilave edilirdi. İşte o çayın adıydı paşa çayı.

-Haaaa!:))
-Aslında restore edilip, bu dükkanların yerine farklı ürünler satan dükkanlar gelse, kafeler falan, olabilir sanki!
-Sence Büyük Caminin bu haliyle verdiği fotoğraf mı daha güzel, bu binaların yıkılmış olmasıyla oluşacak gezi alanından görünüşü mü daha güzel olur.

-Ben buradan verdiği fotoğrafı sevdim valla...

-Ne yalan söylim ben de...
-Nereye kadar yıkılacak buralar.?

-Caminin önünden, alt caddeye kadar hepsi yıkılacak dendi,
sonra buraların yıkılacağı, şuraların da ikinci etapta yıkılacağı gibi bir söylenti çıktı.

-Oğlum fotoğrafın çekiliyo..
-Ne güzel işte, 100 yıl sonra birileri bu fotoğraflara baktıklarında sen de olacaksın, belki torunlarının torunları a aa bu bizim büyük dedemiz diye sevinecekler.:))
-Şu tuvaletin bi işleticisi vardı tıpkı Oliwer Twist'deki adama benzerdi. Çok huysuz ve ürkütücü bir adamdı. Şehrin en pis kokan tuvaletiydi ve mecburen mağazaya geldiğimizde burayı kullanmak zorunda kalırdık. Tıpkı şu anki gibi kokusu taa sokağa taşardı ve ben o adamın içerde oturabiliyor olmasından yola çıkarak onun bir çizgi film kahramanı olduğuna daha çok inanırdım.
-Gel seni biriyle daha tanıştıracağım.  Şu soldaki kepenkleri çekili olan dükkan sanayiye taşınmadan önceki mağazaydı bizim. Sokakta kaldırım vardı ve 10 vitesli bisikletimi ki senin 24 vitesli bisikletine 10 basardı, öyle havası vardı, o kaldırıma park ettiğimde herkes başına üşüşürdü. Peugeot marka bir yarış bisikletiydi. Şehirde iki tane vardı.


-Abi nasılsın?

-Tırtıl bak  bu şehrin görebileceğin en güzel adamlarından biridir bu abi, şehire gelen ilk Murat 124'ü, ki Gökçe idi bayisi, bu abi almıştı. Ben de o arabaya bakar, küçüklüğünden yola çıkarak kullanabileceğimi düşünür, kullanırken kendimi hayal eder, babamın da ondan almasını isterdim. Kocaman Amerikan arabalarının yanındaki haliydi bu duyguyu veren tabii ki...

Abi ısrarla bir şeyler ikram etmek ister. Duygulanmıştır. Küçücük bir çocukken onu kahramanlarından biri yapan bir babanın, küçük oğluyla onu tanıştırıyor olmasındandır tüm bunlar.

Vedalaşırken "hakkını helal et" der, gözünde sıralanmış damlalarla. "Bizim ne hakkımız olabilir ki sende" denmek istense de kelimeler boğazda düğümlenip kalmıştır.

Bu bugün ikinci kez duydukları bir ifadedir ki bir tanesi bir vasiyet de içermektedir.


-Taş Hanı, defalarca buradan geçmiş olmamıza rağmen hiç fark etmiş miydin? İçinin böyle olabileceğini hayal etmiş miydin?

-Hayır

-Aslında yalnız değilsin biliyor musun bu şehirdeki pek çok insan da bilmiyor. Eğer çocukluğum bu arastada geçmese, mağaza bu caddede olmasa benim de belki hiç haberim olmayacaktı.

-Şimdi baştaki soru ile ilgili cevabın ne?

28 Mart 2012 Çarşamba

Ara Sıcak

"İnsanın yüzüne ve elbette gününe bundan daha güzel bir tebessüm yerleştirilemezdi.
Asıl biz teşekkür ederiz.

Muhtemelen yazıların içinde hayatı anlamlı kılan ödüllerin asıl neler olduğunu vurgulayan cümlelere rastlamışsınızdır. İnsan yaşamı içinde çok övgü alıyor elbette... ama bazılarını kaçınılmaz bir biçimde alıp daha değerli ve başka bir yere koyuyor, sizinki onlardan biri.


Aslında insanı anlamak çok zor değil, belki biraz emek istiyor... oysa sıcaklık ve samimiyeti algılamak için sadece insan olmak yetiyor.


Her bir kelimeniz ve içtenliğiniz o kadar değerli, o kadar saklanası ki ..."

Bu satırları, bir önceki gün aldığımız e-postaya verdiğimiz cevabın içinden buraya taşıdık. Çünkü o e-postadaki satırlar aslında tüm blog yazarlarının yaptıkları işin hem değerini hem de yazdıklarının bir karşılığı olduğunu anlatıyordu.

Biliyoruz ki bir çok blog yazarı için aldığı yorumlar önemli... ama inanın belki de yorum bırakanlardan daha sadık, içtenlikle sizi takip eden, yazdığınız her kelimeye büyük saygı duyan insanlar var. Bunu sakın ola ki  yorum özürlü bazı blog yazarlarının kendini sıyırma ifadesi olarak almayın. Aldığımız  pek çok e-postanın içinden bunu özellikle öne çıkardık ki yazdıklarınızın değerini, kabul görürlüğünü sadece yazılarınızın altındaki yorum sayılarına bağlamayın.

"Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum. Aslında bugüne kadar blogda okuduğum neredeyse her yazının altına bir şeyler yazmayı isteyen ama bugüne kadar farklı nedenlerden yazamayan ben, bugüne kadar yapamadığımı yapıp teşekkür etmek istedim hepinize.

Yazının konusu ne olursa olsun, gözlemenin, düşünmenin, hissetmenin, duyarlı olmanın ve tüm bunları yazıyla ifade edebilmenin güzelliğini gösterdiğiniz ve bazen sıkıldığımda ve kendi şehrimi özlediğimde, göz ardı ediyor olabileceğim güzellikleri hatırlattığınız için...


Aslında yazabileceğim/yazmak istediğim bundan daha fazlası elbette, ama en kısa ifadesiyle "sayenizde resmen bir blogla arkadaş oldum". Umarım çok uzun bir süre yazarsınız,.."

Cümlelerini buraya taşıdığımız e-posta her ne kadar Sevgili La Paragas Yazarları diye başlıyor olsa da, yazının içinde her birimize ayrı başlıklar altında övgü sözleri edilip teşekkür edilse de, her blogun sessiz okuyucusunun da aynı duygular içinde olduğunu bildiğimizden(for example:biz), bu güzel duyguları sadece La Paragas'a değil tüm bloglara ve yazarlarına mal ettik.

Bunun dışında iki güzel şey daha yaşadık. Bunlardan bir tanesi, Ben Feuerbach yazımıza yazılan yorum sayesinde güzel bir hayat dersi almış olmamızdı.  Bu ders için bir kez daha teşekkürler Sayın Sema Engin- Edinsel.

Tiyatro yazılarımız genelde Facebook'ta paylaşılıyor ve önemli bir trafik alıyoruz oradan... fakat bu trafiğin özellikle bir oyun üzerine yoğunlaştığını ve uzun süredir artarak devam ettiğini ve  dünyanın her tarafından olduğunu fark ettiğimizde merak ettik, kurcaladık. Sırça Kümes oyununun yönetmeni Jason Hale'di ve yazımız da oyunun Facebook sayfasında Müge Hale tarafından paylaşılmıştı.

Ve erasmusa gidecek, giden öğrencilerden aldıklarımız tam da şu yıldızlar hikayesinin bir yansıması, o kadar güzel cümlelerle o kadar soru ve teşekkür yağıyor ki... iyi bir şey yaptığımızı, korkuları yendiğimizi, onlara yeni heyecanlar kattığımız anlıyor, her seferinde onlarla bizde oralara gidip aynı heyecanları yaşıyoruz.

Tekrar e-postaya dönersek; oradaki en önemli vurgu, bizi en çok sevindiren sözcük arkadaştı. Bunun bazı dillerdeki anlamını da, nasıl bir yüreğin o dili aracı olarak kullandığını da çok iyi biliyoruz. Sadece o ifade için bile çok çok değerli ve çok özel yazdıklarınız SEVGİLİ ARKADAŞIMIZ. ÇOK TEŞEKKÜRLER.

Sizi de, yani hepinizi  çok seviyoruz ARKADAŞ! Gelip bazen yorumlar yazamıyor olsak da...


La Paragas


*Fotoğraf için Sevgili La Loba'ya teşekkürler.

25 Mart 2012 Pazar

La Conda Carmenére İle One Night Stand

Üç gün önce aldığım şarabı cumartesi akşamı için rafa yatırmıştım. Dün akşam şişeyi aldım ve  içinde tulum, kaşar, keçi ve tam yağlı gravyer peyniri olan bir tabak hazırladım.

Bende mevcutlar   bunlardı ve onun samimiyetine güvendiğim için ona özel bir alışveriş yapmamıştım. Beyaz peyniri de zaten geceye ve ona yakıştıramazdım.

Aslında evvel zaman önceleri, ben henüz hevesli bir tıfılken oradan buradan okur, onu bunu dinler,  denilenleri kutsar, onlardan gayrısının cehaletimi ortaya koyan şeyler olacağını düşünürdüm.

Gel zaman git zaman kendimden başkasını ve samimiyetine saygı duyduğum bazı insanlardan ötesini umurum etmedim.

Üstelik fark ettim ki;  benim henüz popüler olmamışken kucaklaştığım pek çok şey zaman içinde ödüllendiriliyordu.

İçlerinden şöhreti kaldıramayan, şımaran, herkesin sevgilisi olacağım diye çırpınanlar çıkarsa, bu uğurda tavizler vermeye başlarlarsa... ben de o zaman o güne kadarki yol arkadaşlıklarına teşekkür edip, eyvallahı çekiyordum.

Carmenére, Google üzerinden edinebileceğiniz bilgiler üzerine Şili' ye özgü ama  Fransızlardan devşirilmiş, literatüre Şili'li olarak kayıt düşülmüş bir üzüm türü.

Bana yeni biriyle tanışmanın  heyecanını,  daha önce duyulmamış kelimelerdeki lezzeti yaşatan;  diğer Şilililerin kazandığı popülarizmle raflarda kendine yer bulmuş; daha açıkcası anlı şanlı bir süpermarkette göze sokulan popüler markalardan kendine  yer bulmayıp da duvar arkası bir yere sokuşturulmuş, üzerindeki tozdan anlaşılacağı üzere insan eli değmemiş; fiyatı an itibariyle 16,90 TL olan; Google'da bu yazıya kadar hakkında tek kelam edilmemiş  La Conda-Carmenére, sek bir kırmızı şarap.

O şarap dün gece beni alıp nerelere götürdü bir bilseniz desem; bu, bu şarabın iyi bir yol arkadaşı olduğu anlamına gelebilir değil mi?

Bana "onu" hatırlattı mesela..

"Ondan" bir radara yakalanma meselesini anlattığım yazının içinde ettiğim iki kelam dışında hiç söz etmedim

"O" benim tam da  ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde; bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayırdına varma yolculuğundaki ruhumun, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiği evreden önceki  bitirme sınavının,  yüksek notlar almamı sağlayan  bir tanesiydi .

Bir şarabın  insana ve an'a ne kattığını en güzel cümlelerle ilk kez o dile getirmişti;  şimdi yerinde yeller esen müzikli bir mekanda birlikte yediğimiz, başlı başına hikaye konusu bir yemek akşamında.

Bu şarabın insanı keyifli bir zaman yolculuğuna çıkaran böyle de bir etkisi var işte! Alkolü %14, genizde bıraktığı asiditenin ise hatırı sayılır.

 Berrak, kıyıları bordo, ortası carmen, gözyaşıları gülümseyen, rüzgarını bekleyen duru bir göl gibi La Conda.

Kadehteki duruşuyla bayağı gövdeli  duygusu yaratsa da bu hissiyatı verenin onun rengi olduğunu hemen anlıyorsunuz.

Bu kanıdeli Şilili dengeli diyemeyeceğim serseri bir yol arkadaşı. Ama bu karakterli bir serseri, kafa dengi bir yoldaş...

Ben de zaten bu  halini sevdim..

Aramıza katılan keçi peyniriyle o da bende anlaşamadık Gravyer ve tulumla keyfimize keyif kattık Kaşar belki eski olsa masadan kalkmayabilirdi. Diğer bir kaç peynir üzerine de düşünmekteyiz. Ha kızartılmış kepek ekmeği de ihmal edilmemeli.

Epey baharatlandırılmış, orta acılıkta, azı zeytinyağı daha fazlası tereyağı ile pişirilmiş, et suyu ile yoğunlaştırılmış, sadece biber salçası kullanılan, biraz helmeli bir kuru fasulyeyi ısıtıp birlikte de denedim ve ne yalan söyleyeyim çok sevdim.

Peki bu serseri şarap tek başına, yanında eşlik edecek kimse olmadan keyif verir mi?

Şüpheliyim.

Fakat denemeye meraklı, "yaşamayıp da pişman olacağıma yaşayıp da pişman olayım" diyebilen, kusurlar arayan hallerini off konumuna getirebilen, samimiyeti fark edip artı atabilen iki serseri ruhun bir araya geldiği her ortama ayak uyduracağını... keyifli bir gece yaşatacağını çok net söyleyebilirim.

Benim için olağanüstü keyfili bir geceydi. Üstelik kuru fasulye ile şarabı ilk kez bir araya getirmiştim.

Ha "Bir başka gecede  ilk aklına gelenlerden biri La Conda olur mu? diye sorulacak olursa...  cevabım hayırdır.

Bir kez daha yollarımızın kesişeceği konusunda şüphelerim var açıkçası...

Ona, dün gece bana  keyifler yaşattığı için teşekkür ettim.

Şişenin diğer yarısı bu gece Behzat Ç. izlerken...

Sideways'deki  lafı tekrar edersem: Bekler her şarap belli bir anı!

Dünün gündüzü çok güzeldi..

Bu gece diziyi izlerken,  şarap belki de ezilecek.

Şarap mı anı güzelleştirir, yoksa an mı şarabı?

Yine bilemedim.

21 Mart 2012 Çarşamba

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Soru

Bu parka eski belediye başkanı Muzaffer Önder'in adının verilmesini sağlayan şu anki belediye başkanı Yusuf Ziya Yılmaz'dır. Heykel de bir vefa örneği olarak onun döneminde dikildi. Bense; Muzaffer Önder'le birlikte girdiği ve kazandığı seçim hariç, iki dönemdir -partisinden bağımsız olarak- oyumu ona  vermekteyim. Üstelik önümüzdeki seçimde de büyük olasılıkla oyum onun. İki başkana da başkaları tarafından tüketilmiş bir şehri ayağa kaldırdıkları için saygım sonsuz ve şehir için ikisi de önemli bir kazanç.

Ancak, tüm bu sevme hallerimden öte, bu heykelin üzerinde yazılı öyküyü ilk okuduğum günden beri fena halde takmış vaziyetteyim. Başlangıçta ben mi yanlış yorumlayıp, duygusal davranıyorum diye düşündüm. Geçen gün pide keyfi için Tırtıl'ın kurstan çıkmasını beklediğimiz süre içinde ben, kardeş ve hafta sonu kaçamağı yapan Mussano'yla dolaşırken; bölümü gereği diplomasi dilini, üstelik İngilizcesini de ders olarak okuyan Mussano'ya da okuttum. O da benimle aynı kanaati paylaştı ve hikayenin yansıra seçilen bazı kelimelerin de çok yanlış olduğunu söyledi.

Çocukluğumun mahallesinin yakışıklı abilerinden biri olan, duyarlılığını çok iyi bildiğim Yusuf Ziya Yılmaz'ın farkında olsa izin vermeyeceği bir metin olduğunu düşündüm bunun. Zira tersine ihtimal vermemekle birlikte inanmak da istemiyorum. Metnin kraldan çok kralcı bir kalemden çıktığı kanısındayım. Bu metni CHP il örgütünün fark etmemiş olmasına da şaşıyorum.

okumak için tıklamak gerek!
Sorum şu: Bu metne   duygusal baktığım için mi gereksiz bir hassasiyet gösterip, orada bu şekliyle yer almaması gerektiğini düşünüyorum...

Yoksa gerçekten de, şehire çok önemli hizmetler yapmış ve ölmüş bir başkanın ardından dikilen  heykele yazılmış, gereği olmayan cümleler içeren  bir metin mi bu?

Not: 03.04.2012 tarihinde CHP İl Başkanlığına gidilmiş, durum bir kez de orada anlatılmış ve onların girişimleri ile 06.04.2012 tarihinde levhadaki rahatsız edici cümleler çıkarılmış, güzel de bir paragraf ilave edilmiştir.

19 Mart 2012 Pazartesi

"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

Salonda yerimi aldığımda bu oyundan elde edeceğim en önemli farkındalığın ne olacağını henüz bilmiyordum.

Oyun üzerine yazdığım yazının altındaki ilk yorumun ilk kelimelerini okuduğumda refleksim bambaşkaydı.

Blog yazmaya başladığım ilk günden itibaren yorumları denetimli yapmamıştım. Her ne yazılırsa yazılsın yorumların yazıyı çoğaltacağını, yazıya ve okuyanlara katkı yapacağını düşündüm hep. Sonuçta yorumların nitelikleri ne olursa olsun hayatın bir yansıması olacaktı. Düşüncem buydu ve bu düşüncemden de asla vazgeçmeyeceğim.

Bugüne kadar yazıların altına çok değerli yorumlar yazıldı. O yazılar sayesinde güzel insanlar tanıdım. Benden daha farklı düşünen hatta yazıdan yola çıkarak, -elbette kendi doğrularıyla bakıp, benim yazarkenki duygularımdan ve ifade ettiğimden tümüyle zıt bir algıyla- bana çakan yorumlarla da karşılaştım. İçeriklerine, -bazen üsluplarına ilk anda canım sıkılsa da, içimde farklı tepkiler verme isteği oluşsa da- farklı bir algıyla bakarak o yönde cevaplar yazdım.

'Işığa yakalanmış tavşan' benzetmesini ilk kez, farklı bir bakışla değerlendirildiğinde öfke ve nefret yaratacak bir eyleme maruz kalmışken özünü fark ettiğim, bir anıyı anlattığım, Acıyı Bal Eylemek başlıklı yazımda kullanmıştım.

'Hayat öğrettiriyor,' devrik yapısına rağmen benim kullanmayı en sevdiğim ifade edişlerimden biridir. İnsana dair ne varsa sorgulamayı seven, karşı olduklarına dahi kendi gerçekleri ve mantıklarıyla bakıp sonuçlar çıkarmaya çalışan, bunların her birinden bir şeyler öğrenen ve bu öğrenmenin sürekliliğine inanan ben; oyun üzerine yazdığım yazının altındaki yorumu da bakış açılarımın birbirleriyle çatışan farklı ruh halleriyle değerlendirdim.

Ona, ilk okuduğum anda tıpkı önüme koyulmuş bir telefon tapesi gibi, yazanın duygusunu hiç gözetmeksizin, en düz haliyle ve bende yarattığı ilk duygu ile baktım. Onu, içeriğinden çok yazımdaki göndermelerim üzerinden ve -yeni tartışma anlayışımızın pek popüler kelimelerinden biriyle söylersem- direk bana çakan bir yorum olarak aldım.

Önce bana çakana çakmak refleksim öne çıktı. Bir iki saniye içinde benlerden biri olaya el koyup reflekse çelmeyi taktı. Yorum bir telefon tapesi duygusuzluğundan sıyrıldı, ete kemiğe büründü. Baktığım her kelime bir bedenin kulağı, saçı, boyu, gözü olmaya başladı. Gözlerim bedenin yüreğine saplandı. Oradaki emeği ve o emeğe yaptığım haksızlığı gördü. Yoruma ilk baktığımda sahibinin farklı biri olduğunu düşünürken... gördüğümde anlamıştım! O anda aklıma gelen ilk eylem bir çiçek alıp yorumun sahibine ulaşmaktı.


Papazın ızgaralı bölmesinde,  göze girmeye çabalayan tüm iyi hallerim anlamını yitirdi. Mesela o günah çıkarma merasiminde; yaşımın kemale erdiği bir günde,   kahvemi içerken işlemlerimi yaptırma imkanım olmasına rağmen  sıraya girdiğim bir bankada, tam da işlem yaptırma sırası bana gelmişken  yaşlı bir teyzenin  gerekçesi ve ricasını başımla onayladığım anda  arkadaki  insanlara haksızlık yaptığımın farkına vardığımı, aslında dönüp onlardan da izin almam, izin vermezlerse de sıramı teyzeye verip en arkaya geçmem gerektiğini öğrendiğimi ve bunu bir daha asla yapmadığımı ...  hayatım boyunca üzerinde adım yazılı bir  kartvizitim olmadığını, hediye olarak getirilmiş  adımın ve  soyadımın yazılı olduğu kimi pirinçten, kimi ağaçtan objeleri masamın üzeri yerine yan raflara ve görülmeyecek yerlere koyduğumu, gerek iş ilişkilerinde gerekse başarı alanlarında ben kelimesini hiç kullanmamış biri olduğumu anlattım.

Yani dedim ki papazın ızgaralı bölmesinde ve  bir günah çıkarma merasimi esnasında: Ben emeğe karşı çok duyarlı bir insanım.  Bireysel başarılarımın tadını  tüm insanlarımın adlarını öne çıkararak yaşarım.  En sevdiğim kelime "biz"dir.

Bütün bunları kendimi işin içinden sıyırmak, oluşmuş alışkanlıklarımdan dolayı suçu algıma, pratik kazanmış davranış biçimlerime yüklemek için yaptım. Yine de tüm savunma çabalarım, doğrularım, güzel adam olma hallerim; değil önünde günah çıkardığım papaza bana bile yetmedi. Yaptığımın kusur olduğu gerçeğini hiç bir şey değiştirmedi. Meselem, kast'ı yazmaya karar verdiğim anda orada olmayı hak eden bir ismi eksik yazmış olmam değildi.

Hayatın boyunca okuduğun kitaplardan, izlediğin oyunlardan çeviri yapmış üç insanın adını say dediklerinde verecek bir cevabım yoktu. Mesele bu duyarsızlıktı, fark etmemişlikti.

Elbette verebileceğim adlar vardı. Ama onlar kitaplarından, yaptıkları başka işlerden, medyadan tanıdığım bir kaç kişiydi. Onların adını referans alarak yazarını tanımadığım bir kitabı değerli kılabiliyordum. Oysa; çoğu zaman bakmadığım, kitapların altına sıkıştırılmış çevirmen adlarından herhangi birini dilimin ucuna bile getiremiyordum. Aklıma kazınmış ve bir başka kitabı almama neden olan bir tek çevirmen adı bile yoktu akıl defterimde.

Üç gündür çok keyifli dakikalar yaşadığım her mekanda bu suçtan sıyrılamıyorum. Kendimi hiç bir duvarın arkasına saklayamıyorum, bütün savunma hatlarım bir bir yıkılıyor. Bütün o yazarları, onların güzel ve yüreklerimize kazınmış cümlelerini çevirmenlerin emeği sayesinde hazinemize kattığımızın farkına bugüne kadar varmamış oluşuma kızıyorum. Üstelik onlar sadece cümleleri çevirip telefon tapesi gibi duygusuzca koymuyorlar önümüze. Onlar, onlarca duyguyu da çeviriyorlar. Duygu ve insan kelimesini yan yana getirdiğinizde işin ne kadar derinlik, birikim, duyarlılık ve enginlik gerektirdiğini anlıyorsunuz.

Yorumdaki - içinde haklı bir serzeniş de barındıran- sorulardan biri  "Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?"di...

Refleksimi harekete geçiren kelimeler: "Siz! Siz kimsiniz?" di.

Ben: Sayın Sema Engin- Edinsel tarafından dilimize kazandırılmış, onun duyarlı çevirisiyle tadına vardığım, derin ve lezzetli cümlelerin yer aldığı güzel oyun Ben Feuerbach'ta ışığa yakalanmış, bundan da çok memnun olan, biraz daha büyümüş bir tavşanım.


*Papaz ve günah çıkarma benzetmeleri captaiin'in Kar adlı yazısında kullandığı, çok sevdiğim ve bu yazıda kullanmaktan çok zevk aldığım ifadeleridir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP