28 Kasım 2011 Pazartesi

İnfaz


Sıcak odadan geceye çıkmış anne kucağındaki çocuğun suratında hissettiği şefkatli soğuk: Aynı kelimenin farklı hissiyat hallerinde başka anlamlar yüklenebildiğini bilen bir kişi, yüklediği anlamdan ötekine taşıyamadığı bir kelimenin ipini çekti.


.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Sırça Kümes

Salondan çıktığım vaktin üzerinden tam 9 saat geçti. 

Ağaçların altından  durağa yürürken  bastığım her taşın, denizin ve gecenin güzelliğini içime çektiğim, treni beklerken aklıma düşen bira  isteğinin sürekli katmerlendiği vakitten,  sabahın camlarını  güneşin ısıtmaya başladığı şu ana kadar  hiç eksilmeyen şap şahane  bir keyif,  aptala dönmüş şaşkın gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor. 

Ve ben hala Laura'yı düşünüyorum.

O kadar uzun  yazmak istiyorum ki , o kadar olur yani!

Uzun ve dokunaklı bir tiradın bir yerinde "İyisi mi sen mumları bir an önce söndür" der; anlatıcı ve  aynı zamanda  anıların sahibi Tom. Birikmiş tüm duyguların tavan yaptığı  andır bu!  Zaten tiyatro salonunda bir  izleyici olmaktan çıkalı çok dakikalar olmuştur. Nefes almayı unuttuğunuz, o nefese ihtiyaç duymadığınız, yüreğinizin tümüyle sahnede attığı,  karakter adlarıyla gerçek adların birbirine girdiği,   gerçekteki  kimliklerin yeni bedenler haline geldiği  muhteşem bir andasınızdır; mumlar söner ama siz sönemezsiniz!

Tren penceresinden baktığınız akıp giden zamanda,  bir bira  şişesinin içinde, düşsüz girdiğiniz  yatağınızda  dahi sizi  terk etmeyen bu namuslu sıcaktan, asla kurtulamazsınız.  "Onca saat önce bir oyun mu seyrettiniz, yoksa gerçeğin  içinden mi  geldiniz?" sorusuna yanıt bulamadığınız bir sahiciliktir hissettiğiniz!

Tennessee Williams'ın Can Yücel tarafından çevrilmiş oyununu öyle güzel sahneye koymuştur ki Jason Hale: İlk perdenin sonunda, oyunun tarzı açısından bazı izleyicilerin çıkabileceği gibi bir algıya erişen ve bunu; "bakalım ilk çıkan kim olacak" bilmişliği ile yanındakiyle paylaşan ön çaprazımdaki  kişi, kıç üstü oturmak zorunda kalmıştır. Bırakın oyundan çıkmayı; nefes almayı, aksırıp tıksırmayı bile aklına getirmez bir hale bürünmüştür izleyici.

Öyle bir ikinci perde başlamıştır ki... üstelik de sahnede iki kişi kalmıştır artık.  Etkin karakterlerden ikisi az sahne alıyorlar gibi gözükseler de, öyle bir kurgu, öyle bir oyunculuk gücü vardır ki ortada, öylesine aklınızı ve ruhunuzu ele geçirmiştir ki oyun; siz ,   dekorlar, olağanüstü ışık tasarımı ve kostümlerle desteklenmiş bu oyunun karakterlerinden biri halini almışsınızdır.

Artık rejisörün avuçlarındasınızdır. Oyunun hiç bir anında bu esaretten kurtulamazsınız.  En ufak bir çabanız yoktur zaten olan bitenin dışında kalmaya. Sizinki gönüllü bir tutsaklıktır.

Sahnede her saniyede daha da büyüyen bir isim vardır; tüm izleyiciyi yakıp yıkan Laura'yı canlandıran Gülin Ersoy.*  Böylesine hassas, duygulu  bir karakteri bu kadar sahici oynayıp izleyicinin aklına ve gönlüne çakmak nasıl bir beceridir diye düşünür izleyici. "Her bir seyircinin içini ısıtıp yüzüne şefkatli bir tebessüm kondururken göz ucuna damlalar sıralayabilmek, bir karakteri insanların hayatına bu kadar katabilmek, ve  insanda  o karakteri sarıp sarmalama arzusu yaratabilmek nasıl bir oyunculuktur Gülin Ersoy, söyle bakalım!" diye sorasınız gelir.

Bir BÜYÜK oyuncu da  vardır sahnede: MELTEM KESKİN BAYUR.  Nam-ı diğer Amanda Wingfield.  Kendisine; bu kadar  gerçek ve büyük oynarken dahi kasılmadan, doğallıktan bir saniye bile ayrılmadan, hala ilk oyun heyecanını taşıyarak, bir yandan oyunculuk dersi verirken diğer yandan bu kadar samimi ve sıcak olmak, etrafta örneklerini gördüğümüz  anne hallerinin hepsini bir bedende toplamak nasıl bir beceridir diye sormayı yersiz bulursunuz. Yapabileceğiniz, hayranlığınızı açık edecek şey, elleriniz kızarana kadar alkışlamak olur ki fuayede ellerinin su topladığından söz eden çok sayıda izleyiciye kulak olursunuz.


Ve İrfan Kılınç:   İkili bir sahnede seyirci Laura adına sevinip mutlu mesut olmuşken, herkesi ters köşeye yatırmış olsa da  seyircinin algısında  adı  yer etmiştir. Parlak bir oyuncu olacağı kesindir. 

Ve Orhan Özyiğit: Anlatıcıyken de, Tom olduğunda da salonu eline geçirmiş, öykünün içinde tuttuğu yer ve finaldeki    tirada yüklediği duruş ile izleyicinin yüreğine taşlar döşeyip, dökülen sıvalarını onarmasına neden olmuştur.

Bir oyunda bir fotoğrafın da,  dikkatinizi her seferinde çekmeyi başaran bir oyuncu olmasını aklınız alır mı sizin? Merak ediyorsanız gidin ve bu oyunda görün.  Işığın nasıl rol çalabildiğini, hatta bazen başrolü alabildiğini izleyin. Taraçadaki ay ışığının tadına varın. "Sahnenin farklı köşelerindeki  anların hepsinin nasıl oluyor da farkına varabiliyorum?" sorusunun cevabını bulun...

Başarılı ışık tasarımı için Yakup Çartık'ı, dekorları bile oyuncu yapmayı başaran H. Güven Öktem'i, giysi tasarımları için İnci Kangal'ı, yönetmen yardımcısı Çağman Pala'yı ve bu muhteşem uyumu yaratan yönetmen Jason Hale'ı alkışlamak için, en çok da kendiniz için, -eğer tür sever değil de tiyatro severseniz- bu oyunu mutlaka izleyin.

Her şeyden  geçerim ama o andan geçemem: Laura'nın içinde şimşeklerin çaktığı, dilinin damağının kuruduğu, tabii ki muhteşem oynadığı  sahnede; duygularla  efektlerin senkronize olduğu  an ve yağmur için bile izlenmeye değer bir oyun Ankara Devlet Tiyatrosunun Sırça Kümes'i. Ben kefilim!




...*Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu... Sevgili Doktor- 13 Nisan 2010

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ufacık Bir Not:

Adını haber kanallarında duyup, gazete kupürlerinde hikayesini okuduğumda  çok etkilenmiştim. Böyle garip bir halim vardır benim. Kanlı canlı, adı şanı büyük, herkesin bildiği -tanıdığı, bünyede ve dünya tarihinde iz bırakmış ünlü insanların yanı sıra; kalabalıkların bilmediği, medyanın parlatmadığı, insanların görmezden geldiği yıldızlar da yazılıverirler gönül defterime... hatta yaşam pusulamın en önemli yol göstericileri, gelişimimin en önemli unsurları, en önemli kahramanları onlar olmuştur.

" Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz kişi, düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylemleri içerseler dahi farklı yorumlar yapıp,  farklı pozisyonlar alabiliyoruz. İnsan algısı özünde  yanlış ve yersiz olan niyetleri  bile algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak,  özüne, duygusuna ve başkalarında yarattığı tahribata bakmaksızın haklılayabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu." cümlelerinin başka bir versiyonunu,  bir kaç gün önce, insani bir çabaya destek veren bir başka yazının içinde de kurmuştum ...

Bu anlayıştaki ısrarı, değişmezliği insan olgusu ile pek bağdaştıramam ben... Elbette ki bu cümleleri yazabilecek olgunluğa, aynı hataları da yaparak, üzerlerinde düşünerek, zaaflarımı çözme yolunda uğraşlar vererek,  ruhlarını zedelediğim insanlardan özür dileyip, özümü eleştirerek, niyelerini de sorgulayarak geldim.

Onun yüzünden, olayla ilgili haberleri iki buçuk yıldır yakından izliyordum.  Ölüm haberini aldığım gün tanıdım onu. Hatta üzerine bir yazı yazmıştım,  tüm içtenliğimle... O güne kadar varlığından haberdar olmadığım bu kadını onca başarılı kariyere karşın; büyük iddiaları olan, kendilerine misyonlar biçip vasıflandıran,  rol model olarak konumlandırıp, oluşturdukları cemaatlerinin gözüne sokanlardan olmadığı için sevmiştim.

Sessiz samimiyetine, hayatıyla ilgili izleri takip ettiğimde ulaştığım noktalardaki saygıya, emeğe ve öğreticiliğe baktığımda bir sürü çıkarım yapmış, o çıkarımlarla biraz daha çoğalmıştım.

En sevdiklerimden biri olan "Otel Rwanda'nın Hatırlattıkları" yazısının içine ; "Bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının; aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler" cümlesini kurduran tanıklıklarımdaki insan tiplerinin hala yer tutabildiği, saf duygulardan cemaatler oluşturabildiği yaşamda, iyi ki onlar var demiştim.

Air France'ın okyanusta düşen ve kalıntılarına ancak geçen yıl ulaşılabilen uçağından toplanan cesetlere yapılan DNA testlerinin sonucunda artık onun da bir mezarı olacağı, özellikle de 24 Kasım Öğretmenler Gününde gömüleceği  haberini aldığımda; Bayram Şekerlerinin ne olduğunu çok iyi bilen bir ailenin üyesi olarak  çok ama çok sevindim.

*Duvarın dibindeki gece sefaları

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP