28 Eylül 2011 Çarşamba

Cenneti Gördü

Öncesi


Kanter içinde bir buzkesmişliğin izleri donmuştu pencerenin üzerinde... Loş odanın buz tutmuş camından, binanın hemen önündeki sokak lambasının aydınlattığı kar yığınına bakıyordum. Gecenin mavisine huni çizmiş sıcak ışığın içinde dans eden kar tanelerinin, uçuşan keyfine yudumluyordum içkimi: Shot viski ve bira... Sert adam hallerine ne de yakıştırırdım ikisini...

Birden, kar tanelerinden birine bindirilerek, en serseri akşamlardan bir bara yollandım. Derinlerden gelip odanın tamamını dolduran şarkıyı söyleyen kadını getirdim gözümün önüne; nefesini ensemde hissettim, göğüs uçlarını sırtımda; ve geride kalmışlığına çektim buzz gibi biradan bir yudum. Sokağın bir başından öbür başına göz atarken, silahımın kılıfının içinde ve omuzumda asılı olduğunu farkettim. Ona ihtiyaç duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu. Barut kokusunun uzağına düşmüş olmanın huzuruyla pencerenin önünden ayrılıp deri kanapenin üzerine oturdum; biraz kaykıldım ve kafamı geriye, kanapenin baş kısmına bıraktım. Gözlerimi kapattım. Zamanda yol alıyordum ki "Hadi bakalım kolay gelsin" diyen telefonun ziline hareketlendim.

Gecenin bu vaktindeki telefonlara telaşım uzun yıllar öncesinden başlamıştı; uzun bir süre, geceleri fişten çekmiştim telefonu. Bana söylenmeyen ama hisettiğim ölüm haberini aldığım bir gecenin yarısında, tirtir titreyerek kalkmıştım yataktan. Ankara'nın ayazında, sağdan soldan bulunan tektipi giymiş, nöbetçi amirinin jipinde, gecenin fermuarını açan bir hızla bırakılmıştım otogara.

Oysa uyandırıldığımda bana söylenen, yılbaşı iznine gönderildiğimdi. O koşullarda ve gecenin o yarısında mümkün olmayan bu izni yememiştim elbet! Yol boyu otobüsün camına dayadığım kafamdan binbir kaza sahnesi geçirmiştim; beni görmeye gelirken yolda kaza geçirdikleri üzerine senaryolar kurmuştum. Kimler ölmüştü ki? Arabamıza olan güvenimden ve babamın sürücülüğünden teselliler yaratıyordum. Sabahın en ayazında şehrimize vardığımda bindiğim taksi ve duraktaki herkes tanıdıktı. Bana bir şey hissettirmeseler de biliyordum, emindim, ama kimdi, kimlerdi? Cevabı kapıdan girip annemin yüzüne ve yerde üzeri örtülü olana baktığımda almıştım. Arabayı sağlam görünce anlamıştım; gelen cennetti.

Ben ölümü hissediyordum. Henüz 9 yaşımdayken, oluşan telaşın ardından halam komşu evdeki telefona koşarken de, yakınlarımızı haberdar etmek için gecenin bir yarısına yollanırken de hissetmiştim. Dişlerim kontrol edemediğim bir ritimle takırdarken, tir tir titremişti bedenim.

Telefonumdaki ses tanıdıktı ve telaşlıydı. Kaygılarımı yenmeye çabalayıp iyi şeyler aklıma getirmeye çalışırken son viskiyi yolladım aşağıya; onun önce ısıtıp sonra yaktığı tüm hücrelerimi de birayla soğuttum. Arabaya atlayıp olay yerine giderken iyimser mesajlar yolluyordum aklıma. Dişlerimin takırtısına inat bedenim sıcacıktı. "O daha gencecikti" diye tekrarlar uçuşuyordu aklımda. "Lütfen Tanrım"ların altını ısrarla ve tekrar tekrar çiziyordum.

Evinin önünde gördüğüm sirenin mavisi, ekip, ambulans ve olay yeri inceleme buz kesmeme yetti. Titremem durdu. "Neden.. neden!" diye çarparken ellerimi torpidoya; üç gün önce anlattıklarını, anlatıklarımı ve neşesini düşündüm. Olay yeri inceleme yakışıklı bedeni taşırken cennetin merdivenlerine, ceset torbasından ekip arkadaşlarına attığı mesaja kulak kesildim: " Bir yemeği anlamlı kılan, mekânın çok yıldızlı olması değildir! Bir yemeği unutulmaz yapan; gözlerinde ve sözlerinde yok olduğunuz kişinin sizde bulduğu anlamdır. Defalarca tekrarlanmış çeşit çeşit hallerden bazılarının tüm öteki yaşanmışlıklardan farklı olduğuna inanan bir saplantılı, Ikea'da şahane bir kadınla bir yemek yemiş, tutmuş koparmış."

Onca ceset görmüş gözümden yaşlar dökülürken, kahretsin diyen aklımın klavyesini aldım. Tuşlarından, bu gencecik ve yakışıklı bedenin tebessümlerini de ekleyerek, uzun bir süredir benimle paylaştıklarından yola çıkıp miras bıraktığı kelimelerini akıttım.

"Okuyunca ne cevap yazacağımı bilemedim. Nerede durmam gerektiğini ve nereden durup da bakmam gerektiğini bilmeden, duygularımdan yola çıkarak, bence bir cevap yazmak istemedim. İlk aklıma gelenlerden ve duygularımdan bir şeyler karalayacakken, "Dur!" dedim, "10 a kadar say sonra yaz!" Yani sonraya bıraktım.

"Araf nedir, bilmem ki ben, sanal aleme takılmaya başlayınca bildim kelimeyi, özellikle kadınlar tarafından ona yüklenen anlamı. Yok anam, araf bana göre, bana dair durumları anlatabilen bir şey değil; ben ötekini düşünen, onun için iyi olduğuna, onun iyi olduğuna sevinen bir bukalemunum; elbette elinden tutup, yanına çekip alan olmak isterim. Ama onun için üzülmek de istemem. Bir yazı, belki çokca yazı yazacağım. İlk aklıma gelen yazının başlığı şu idi: "Güzel kadınlar tanıyan bir adam tanıyorum." Neyse kesim burada; dedim ya, düşünüp, zararsız, kafa karıştırmayan, yanlış anlaşılmalara yol açmayacak bir cevap yazmalıyım. İyi bak kendine. Öperins"

Bütün bu kelimeler bir sahne yazarken aklıma, aklından bir kadın ses yankılandı: "Araftayım demiştin bir kere.. o yüzden dedim öyle."

Sese durdum, ceset torbası zamana gülümsedi, anlar resmi bir geçit yaptı ve aklımın klavyesinden döküldü kelimeleri: "Demişimdir; alemin diline bulaşmış popüler bir kelimeyle benim olmayan bir duruma ıslık çalmak, kendi kelimelerimle uzun uzun anlatabileceğim bir halle dalga geçmek için kullanmışımdır. Ama özüm der ki: "Araf beni anlatmaz" Bir de, şu sanal aleme bulaştığım günden beri en çok duyduğum cümle: "Yüreği aşkla dolu güzel adam..."

Hımmm! Bu cümleyi bir daha duymak istemediğim bir yol çizmeliyim. Bir kadının teninden ve nefesinden uzak durmalıyım. Yüreğine değmemeli, yüreğime değdirmemeliyim, hep sakınmalıyım. Çünkü benim şartlarımdan bakınca bir ilişkinin arkası yok... gerçek bu. Bildiğim ama yok saydırılan gerçek. Zaten o yüzden hayatın kenar mahallelerinde ıslık çalarak kendi halimde dolaşıyordum. Ben yine aynı kenar mahalleme dönmeliyim.

İki küçük kadeh limonçello türevi, şimdi markasını hatırlamadığım bir içkiden içtim. Çok da keyifliydi içimi. Birleşmiş dudağımın sol yanını yukarı doğru kaldırarak ve dolu dolu gülümsüyorum. Sarhoşluğa uzak, çakır bir masal akıtıyorum promtırımdan ... güzel bir masal... hani bi yemek masasında "ben beş yılda bir kez bile karşılaşsam, sanki o beş yılın her gününde onları yaşamışım gibi hissederim" diyen adamın masalından..."

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bizim Evin Vespa'sı

Bizim evden beş küçüğe sorduk: Aklınıza gelen ilk kelimelerle yazın; "Bizim evin Vespa'sının sizde yarattığı duygu ne?"

Bir sırık kişi yazdı ki: Hiç bir fikrim yok:)

Bir sırık kişi yazdı ki: Özgürlük... Spontanlık

Bir sırık kişi yazdı ki: İnsanın rüzgarı iliklerinde hissetmesidir. Rüzgara kafa tutuşudur... Tutkudur... Arkana aldığın kişinin sana sarılmasını sağlayarak gezebilmektir.
Bir "gençkız" kişi yazdı ki: Vespa bana eski filmlerdeki motorluları hatırlatır. Nedense üzerinde kendimi huzurlu hissederim.

Bir küçük kişi demişti ki: Görmek istemiyorum onu.

Bizim evin Vespa'sı ilk geldiği günkü neşesinden uzak. O biraz ve bir suçlu gibi mahzun. Oysa hiç suçlanmamıştı ki...

15 Eylül 2011 Perşembe

PKP Gecikir; Ama Gelir

Eşine az rastlanır bir durum sanırım; çünkü daha önce hiç başıma gelmedi: Varşova Merkez Tren Garı'nda yaklaşık bir saattir ayakta dikilmekteyim. Bir dizi aksilik sonucu, 14.50'deki Olsztyn trenini kaçırdım. Sonraki tren 17.10'daydı; ancak nasıl olduysa rötar yaptı. Ben Olsztyn trenini beklerken önümde Bialystok treni durdu. O da yaklaşık bir saat gecikmiş: Bunu o ana kadarki uzun bekleyişim sırasında, kolumdaki Galatasaray bilekliğimi farkederek yanıma gelen bir Türk'ten öğreniyorum.

Kendisi Türkiye'de bir turizm acentasında çalışırken, tanışıp aşka tutulduğu bir Polonyalı turistle evlenmiş. Daha sonra yıllarca okuyup, uğrunda üniversite sıralarında dirsek çürüttüğü mesleği bir kenara itip, karısının yaşadığı kente Bialystok'a iki Türk arkadaşıyla beraber yerleşip kebapçı açmış. "Üç Türk bir araya gelince ne yapar? Kebapçı açar!" diyor. Bir de benim için önemli olan bilgiyi veriyor bu arada: "Sanırım sabah erken saatlerde garda ufak çaplı bir yangın çıkmış, bu yüzden seferler sarkmış".

Polonya'da otobüs, tren farketmez tüm seferler çok dakiktir, o benden daha tecrübeli, iki yıldır Polonya içinde yolculuk yapmasına rağmen ilk kez böyle bir şeyin başına geldiğini söylüyor.

Abimizi Bialystok'a uğurladıktan sonra çaresiz bir köşeye kıvrılıyorum. Ertelenen seferlerin yarattığı aşırı kalabalık yüzünden üst kattaki geniş salonda oturacak yer bulmak imkansız. Birkaç kişiye Olsztyn treninin tam olarak ne kadar rötar yapacağı hakkında bilgisi olup olmadığını sorduktan ve benden fazla bilgileri olmadığını öğrendikten sonra şansımı Information'da denemeye karar veriyorum. Aldığım cevap 1.5 saatlik bir rötar olduğu yönünde..

Saat 19.00'u aşıp, tren hala görünürde olmayınca bir kez daha perondan ayrılıp üst kattaki Information'ın yolunu tutuyorum. Israrlı çemkirmelerim üzerine şef görünümlü bir adam geliyor. 1-2 yere telefon ettikten sonra trenin tam da o anda perona yanaştığını söylüyor. Gerçekten şanssız günümdeyim! Peronu terk edip gitmem, az daha treni bir kez daha kaçırmama neden olacaktı çünkü! Koşar adımlarla alt kata, peronların olduğu yere geri dönüp sonunda beni Olsztyn'e götürecek trende yerimi alıyorum.


Önceki treni kaçırmış olmama rağmen biletim yanmadı; çünkü Polonya'da aldığınız herhangi bir tren bileti 24 saat geçerliliğe sahip. Örneğin Varşova'dan Olsztyn'e günde 3 sefer var. Aldığım Olsztyn biletini böylece dilediğim bu 3 seferden birinde kullanabilirim.

Tıka basa dolu bir tren. 50 yaşlarında bir baba, akranım iki oğlu ve babanın yakın bir arkadaşından müteşekkil bir kompartıman. Babanın yolluklarla dolu kocaman bavulu. İkram edilen votkalar, biralar ve oğulların koridordan geçen kızlara "yabancı" bir arkadaşları olduğunu söyleyip hava atma çabaları...

Bana özel olan duygularsa, tek başıma çıktığım her tren yolculuğunda olduğu gibi yabancı topraklarda kendi başına yolculuk etmenin getirdiği kendine güven, özgürlük hissi ve mutluluk...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP