1 Aralık 2010 Çarşamba

Vera

Enfes bir sabaha yürüdüm, içimde birikmiş ama bir türlü kağıda dökülemeyen onca yazının satırlarını aklımdan geçirerek...

Farkındayım ki; yaz uykusundan bir türlü uyanamayan yüze yerleşmiş serserilik, mutlu ve aptalca bir tebessüm, yazma konusunda inatçı bir tembellik, o tembelliğe çeşit çeşit bahaneler üreten öğrencilik halleri umursuz bir avarelikle hüküm sürmekte hâlâ...

Oysa, "Bizim operada sezon başlar ve ben yazarım," diye düşmüştüm ya bir cümle, bir yazının içine, iki ay önce... Artık, sevgili kişinin cümlesindeki gibi; kırmızı kar'ı bekliyorum ben... Çok tembelim artık, çok!

Her sabah, evet bu kez oturup yazacağım, diyorum. Heyecanım had safhada... Sonra oturup kalıyorum, bir sürü geyiğe takılıp öylesine oyalanıyorum. Aslında o kadar çok şey birikti ki... Yani malzemeden yana sıkıntı yok. E siyaset gündemi de fazlasıyla dolu... Günlük hayat dinamik. Üzerinde bir yıldır çaba harcadığımız bir önemli projenin gerçekleşmesi için harcadığımız emeğin karşılığını alacağımızı gösteren önemli gelişmeler de yaşıyoruz. Ama bir türlü yazamıyoruz. Yani ben!

Mesela, tarafımızdan pek kayda değer bulunmamakla birlikte yine de tiplemeleriyle güldüren Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun izlendi, yazılamadı...

Behiç Ak tarafından yazılmış, iki muhteşem oyuncu Seray Gözler Yeniay ve Adnan Biricik'in dört karakteri canlandırdığı; ilişki, iktidar, sevgi, evlilik, monotonluk, aşk ve macera, kadın ve erkek, birey ve politika üzerine çapraz ve paralel ilişkileri anlatan, muhteşem bir oyunculuk gösterisi olan, konusu sağlam, ritmi lezzetli, şiddetle tavsiye edeceğimiz "2x2" izlendi, yazılamadı...

Profesyonel ki üzerine çok lezzetli bir yazı okunarak not alınmıştı akıl defterine... İzlendi, yazılamadı. Zaten bahsi geçen yazının üzerine çıkacak bir yazı da yazılamazdı!

Carmen izlendi, yazılamadı.

Binbir Gece Masalları bale gösterisi izlendi, ki eleştirilecek bir iki balerine rağmen çok da beğenildi, yazılamadı... Ama cumartesi gecesi izlenen Bir Tenor Aranıyor, yazılacak sanırım bir iki güne kadar... Üstelik bu sezon; Tırtıl, Zeyno, Naz'la birlikte gidiyoruz gösterilere, sonra paylaşıyoruz izlediklerimizi ve oyuncular hakkındaki görüşlerimizi... Onların şahane tespitleriyle öğreniyor ve büyüyorum ben de biraz daha...

Gelirsek ana konumuz Vera'ya; başlığı okuduğunuzda yarattığı çağrışımı ya da algınızın seçtiğinin ne olduğunu tahmin edemiyorum. Açıkçası ben de bu yazıya neden olan cümleleri ilk okuduğumda doğru bağlantıyı kuramamıştım.

Yazı, geçenlerde aldığım bir e-posta üzerine aslında... Ve blog yazmanın bana kazandırdığı tanışıklıklardan yeni bir tanesi üzerine... Yazıya övgü ile birlikte, oradaki iki şarkı için "Nükhet Duru'nun şarkılarını ben duymamıştım, sayenizde öğrenmiş oldum, harika oldu. :) Benim de size bir önerim olacak..." kelimelerini içeren, iki de link eklenmiş, Arel Koray Nalbant imzalı bir e-postaydı aldığım.

Belki de kim ki bu Arel Koray diyeceksiniz. E-posta kutumda, kişilerimde olmayan ve daha önce duymadığım bu adı görünce, virüs falan da yemesem şimdi, diye düşünmedim değil açıkçası. Fakat konusuna dikkat kesildiğimde gördüğüm "Kürk Mantolu Madonna hakkında" ibaresi, elimi çabuk tutturdu ve açıp okuttu e-postayı... Kürk Mantolu Madonna üzerine bir yazı yazmıştım yaklaşık iki yıl önce...

Arel Koray, Vera adlı bir grupları olduğundan, kendisinin hem şarkıları yazdığından hem de
grubun vokalisti olduğundan söz ediyordu. Onun, Kürk Mantolu Madonna için yazılmış bir de şarkısı vardı.

Vera, Denizli'li gençlerin kurdukları bir grup. Sitelerini ziyaret ettiğinizde; amatör ruhlarının yanı sıra seçtikleri müzik yolunun ne olduğunu göreceksiniz. Belki bir gün oldukça yukarılara tırmanmış bir grubun ilk yıllarına tanık olacaksınız. Vera'nın Kürk Mantolu Madonna'sı ve diğer şarkıları için buradan. Grup hakkında ayrıntılı bilgi için de buradan lütfen: veraistanbul.com

Görsel: Kapının önü

17 Kasım 2010 Çarşamba

Devr-i Alem Meselesi

Elimde milimetrik çizim kağıtları, sıfır-üç, beş, yedi, dokuz kalemlerle şehrin merkezinde sokaklardan birinde yürüyordum. Bilirsin, bizim şehir öteden beri gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkını bir türlü dengeleyememiştir. Dolayısıyla o kavuran sıcak, akşam üzeri serinliğe çevirdi yüzünü. Tam da okulların açılma mevsimi...

Derken sokağın içinde, tuhafiye dükkanlarından birinde, o renkli vitrinlerde, mavi mavi önlükleri seyre daldım. Hani o piç kuruları birinci sınıfa başlarken anaları, tuhafiye dükkanlarında , üzerlerine en yakışan önlüğü bulacağım diye çocuklara giydirip giydirip çıkarıyorlar da, bir çocuğu ilk kez okula göndermenin, ona ilk kez mavi önlük giydirmenin doruk doruk heyecanını yaşıyorlar da, o piç kurularının hiçbir şeyden haberleri olmuyor ya hani...

Çocuğun gönlüne yatan "ben ten"li beslenme çantası ya da suluk iken gözü, önlük mönlük görmüyor. Sonra anaları tutup elinden üstü başı çiçek gibi çocuğu, ders başlamasından bir saat evvel okul bahçesine getiriverip, "hadi bakalım akıllı ol" diyorlar da, gözleri doluyor ya hani…

Ben de küçük bir piç kurusuyken, ilk kez okula gönderildiğimde, annem bana, belden kordonu arkadan kurdele yapılan mavi bir önlükle, çiçekli yakalık almıştı… Gerçi beni okula ilk kez bıraktığında vangır vangır ağlıyordum korkudan :)) Oysa anamın o günkü heyecanı hiç bir şeye değişilmezdi, eminim.

Bir yandan soğuk, bir yandan gurbet falan duygusala bağladım blog. Yemin ederim, önlük alıp giyesim geldi.

Daha dün Türkçe defterime, daha şık dursun diye, “e” harfi onlarca kez yazdırılmaya uğraşılırken, şimdi lanet olası mil yuvasının çapını veya mengene gövdesinin görünüşte verilmeyen köşe kavislerini hesaplıyorum. Bak vallahi şikayetçi değilim, mühendis olmaktan blog. İç geçirdim öyle bir... Biraz gecikmeli de olsa birinci sınıfa başlayan piç kurularını öpüyorum yanaklarından…

3 Kasım 2010 Çarşamba

18 Ekim 2010 Pazartesi

Zemberekkuşu'nun Güncesi

Haruki Murakami okumak, beni son zamanlarda rahatlatan en önemli etkinliklerden biri. Bunu artık tamamen kabullendim. Benim için bulaşık yıkamak; ya da okuldan eve yürümek gibi sürekli yaptığım ve olağanlığından dolayı beni dindiren bir eylem oldu sanki. Onun kitaplarını okurken, kahramanlardan biri oturup midesine bir bira indirdiğinde, suyu çekilmiş bir kuyunun dibine kendine son derece normal gözüken bir nedenden dolayı inip günlerce orada oturduğunda ya da yüzünde ansızın beliren bir lekeyle ve bu leke yüzünden sokakta ona dikilen gözlerle başetmek zorunda kaldığında, Dünya üzerinde hemen her noktada aynı varlığın hüküm sürdüğünü anlıyorum: İnsan yaşamı!

Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni de, yüklü fiyatına rağmen yine kafamı toparlamak ve düşünmek istediğim bir dönemde aldım. Tıpkı Sahilde Kafka gibi.. Sahilde Kafka bende derin izler bırakan bir kitaptı, beraberinde çok sayıda soru işaretiyle beraber. Zemberekkuşu'nun Güncesi ise ona göre daha rahat bir kitap, ya da bana öyle geldi. Parçaları birbirine oturtmakta çok fazla zorluk çekmiyorsunuz. Ama bununda bir ön şartı var.

Murakami, Zemberekkuşu'nun kanatları altında sizi Akdeniz'den Sibirya'ya, 2.Dünya Savaşı yıllarının acımasızlıklarından, günümüzün politik-sosyal acımasızlıklarına, birbirinden farklı alemlerde insanların (ve hatta hayvanların) başlarından geçen birbirinden garip olaylar aracılığıyla gezdiriyor. Bunu yaparken de, geçen her bir olaydan istisnasız keyif almanızı sağlıyor.

Parçaları kitabı bitirdikten sonra birleştirmeye çalışmak en iyisi, çünkü aksi takdirde yaratacağınız sürekli bir "Acaba tüm bu alakasız gibi gözüken olaylar ve insanların yolu ne zaman kesişecek?" beklentisi sayfalardan alacağınız hazzı örseleyebilir. Zaten kendinizi zorlamanıza hiç gerek bırakmadan, kendiliğinden gözünüzün önünde canlanacak sahneler size önemli kapılar açacak. Somut ve soyut ögeler yine bir arada ve bu ikisi bazen birbirine karışacak. Doğru ille de gerçek değildir ve gerçek de belki tek doğru değildir.Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, başlamanız gereken kitap kesinlikle budur. Keyifli okumalar!...

8 Ekim 2010 Cuma

Yeni Yayın Dönemi

kendime notlar; üzerine yazılmak üzere...

Yazma serüvenim bundan yaklaşık beş yıl önce başladı. Uzun, upuzun ve gönderilmemiş bir mektupla... Bazı geceleri sabaha, o sabahı da başka bir geceye bağlayacak kadar uzun soluklu bir yazma süreci. Upuzun bir ilişkinin dökümüydü her şey... Tüm yaşanmışlıklarımın sürece kattıklarını da ortaya koyan, nedenlere, niçinlere alt yapı olan bir yaşam ve anlar özetiydi klavyemin tuşlarındaki...

Askere giderken iki devreli bir lig olarak tanımlamıştım hayatımı... Birinci devresini kapatmış, ikinci devrenin hayallerini, umutlarını ve olası sürprizlerini yanıma almıştım. Daha bir aylık askerken, hep hazır olduğum ölüm gerçekleşmiş ve ben planlarımın bana ait olan, içinde sadece benim olduğum kısımlarını hayatımdan çıkarmış; bildiğim, beklediğim ve hazır olduğum, ama öyle olsun istemediğim rolü oynamaya başlamıştım.

Kendimi bir bukalemun olarak tanımlarım hep... yaşamla ilgili şikayetlerim yoktur. En olumsuz anlarda bile ortama uyar, anın tüm gerçekliklerini bir durum olarak görür, onun güzelliklerini bulur ve onların üzerinden yürürüm.

Bu öngörebilir ve hayatla uyumlu halime rağmen, açık söylemek gerekirse, hayatımın bir üçüncü devresi olacağını hiçbir zaman öngörememiştim. Ama oldu. Bu üçüncü devrede de diğer iki devredeki beni terk etmedim. Ama hayatın kalabalık akışının iplerini, bu kez tümüyle elime aldım. Bencil oldum. Ya da öyle olmaya karar verdim.

Evvel zaman önce, yani ikinci devrenin bir türlü başlayamayan kapanış töreni devam ederken, yeni bir yazma süreci başlamıştı bende; neredeyse her sabah bir şeyler karalıyordum. Öylesine yazıyordum. Sabahlarımı, gün içi boşluklarımı dolduran bir uğraş olup çıkıvermişti yazmak. Geride bıraktığım yaşamı gözden geçirme, sevdiğim anların içine girip kendimi bu dünyanın, anın, sürecin dışına atmanın keyfiydi dökülen her bir kelime ... Yeni, yepyeni bir ritim tutturmuştum. Hayat, yeni ve hızlı ritmiyle keyifli keyifli akıp giderken, bir anda zamanın el frenini çekiyor, kendimi anın dışına, kumbaramda biriktirdiklerime atıyordum. İz bırakan anları yaşıyor, keyfini de yanıma alıp bugüne dönüyordum.

Bir evvel zaman daha sonra, sadece vizyondaki filmleri takip etmek için üye olduğum bir sinema sitesinde yorumlar yazarken buldum kendimi. Oranın seviyesinin ve tadının kaçtığını hissettiğimde, bugünden iki yıl bir ay önce, bir akşam birden blog hazırlarken buldum kendimi. İlk yazım bir filmdi: Volver.

Blog dünyasıyla hiç bir alakam, konu üzerine hiç bir bilgim yokken bir yazı okumuştum gazete sütunlarından birinde... Blog dünyasını kasaba yaşamına benzetiyordu yazar... Ben artık bir kasabalı olmuştum. Bugün, şu an, farkındayım ki ben çok güzel bir kasabada yaşamaktaymışım. Sabahın en erkeninde, elimde kahve kokusu, konuk oluyormuşum pek çok yüreğe...

Fakat bu yaz, olağanım olmuş, yani sabah elimde kahve kokusuyla başlayan dolaşmalarımın, içimden geldiğince akıp giden zamana saldığım kelimelerimin uzağına düşüverdim. Yaz dışında sadece bana ait olan yaşamım, yine çok kalabalık, yine coşkulu bir seyir halindeyken, başka bir ritimle toslaştı bu sene. Mahremiyet alanlarım yok oldu. Yaşamın ritmi, ne yazık ki elimden gitti. Günün akışını düzenleyen, keyfe keder hareket eden bireysel özgürlüğüm, evdeki şahane kalabalığın esaretine girdi. Sadece beni düşünen, o benin çizdiği rotada yürüyen bencil olma halim kesintiye uğradı.

Aslında hayatımın hatası, evde yer açmak için bilgisayarı ofisimsiden salona taşıyıp, alt katı terk etmemle başladı. Yazları ev kalabalıklaştığı için ve artık bir genç kız iddiasındaki Naz odaya el koyduğundan; üst kattaki, erik ağacı ve altındaki masaya bakan odaya taşımaktan vazgeçip bilgisayarı, salona yerleştirdim. Dolayısıyla, ufak çaplı bir internet kafe halini alan salonda her biri bir koltuğa yayılan, çok sevdiğimiz ve aynı zamanda dünyanın en geveze sağır dilsizi olan Esra'yı, ortalığı toparlamasının iki dakika sonrasında çıldırtmayı başaran dağınıklığın müsebbibi çetenin içinde kaldım. Üç kişi aynı masaya oturup önlerine açtıkları laptoplarıyla oyun sitelerinde, özellikle piştide, dördüncüye kumpas kurup, perişan eden bir çete bu... Kağıtlarını birbirine söyleyen, dolayısıyla pişti ve sayı toparlayan, ve tüm bu halden habersiz bir garibi tüm oyun boyunca deli eden bir çete...

Çoğu zamanlarda bu çete işgal ettiği için salonu, o hareketliliğin içinde bir türlü düzen kuramadım. Bir türlü konsantre olup da yazmaya fırsat yaratamadım. Canım cicim her şeyim blogumu kaçınılmaz bir biçimde gözümün ırağına koydum.

Belki de tüm bunlar, bir tembelin bahaneleridir, bilmiyorum!

Kısa ve öz; bu yaz bir türlü çekidüzen veremediğim ben yüzünden, blog ihmale uğradı. Bu yazamaz sürece çeşit çeşit bahaneler de yaratmadım değil hani! Mesela cumartesi günü sezonu açan Samsun Devlet Opera Balesinin Carmen'i üzerine yazacağım bir yorum ile sezonu açarım sanıyordum, öyle kandırmıştım kendimi. "Yeni Yayın Dönemi" başlıklı bu yazının bir hafta önceki halinde "Neyse, bu akşam Carmen'le SDOB'si yeni sezonu açıyor ve ben de kendi ritmime dönüyorum. Yani yeni yayın dönemi başlıyor. " diye, şu an aktüalitesini yitirmiş bir cümle de vardı.

Beş gün rötar yaptım. Geçen cumartesi izlediğimiz Carmen üzerine bir yazıyı da henüz yazmadım ama iştahlıyım sanki...

Oysa ne şahane bir yaz yaşadım.

Sipper izler ve anlar var damağımda...

Yani.. bu kez, gerçekten, yeni yayın dönemi başlıyor.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP