31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kırık Bir Öykü

bin öykünün yolculuğunda: -vııı-

Sözcükler karınca yuvasına döndürdü kafamın içini, sekerek geziniyorum üzerlerinde. Her sözcük güzel bir düş gibi süsleyip kendini, işte ben bir öyküyüm, diyor. Tam peşine düşmüşken bir başkası, ben daha güzel bir öyküyüm, diyor, ona geçiyorum. Arkadan başkaları kandırıyor beni ve dağılıp gidiyorum. Akla gelebilecek her şeyin; herhangi bir nesnenin, bir çiçeğin, bir kuşun, bir semtin ya da bir arkadaşın adı olan sözcük, ardında sayfalarca anıyı sürükleyerek çağrıştırıp durdukça çıkmaz bir sokakta şaşkın kalakalıyorum.

Sözcüğün gizemi yazmak eyleminin amacında saklı. Bir yontucunun önünde, ne şekil alacağı belirsiz bir taşmış gibi, aklımda devinip duran sözcüğü -yazmak adına- evirip çevirip bir konuya yönlendirebilmek, emeklenmiş birkaç adım oluyor ve böylece biçimleniyor öykü.

Elim telefona gidiyor:

Banttan bir ses, aradığım numaranın geçici olarak görüşmelere kapatıldığını söylüyor. Neden sonra bir kez daha deniyorum. Üçüncü ya da dördüncü numarayı çevirirken aklıma onun geçen gün ölmüş olduğu geliyor. Her gün değilse bile günaşırı telefonlaşır, hal hatır sorardık. Günde birkaç kez aradığımız da olurdu birbirimizi. Tuhaflaşmaz mıyım? Cep telefonum elimde titriyorum. Şairin, “Adını silemiyoruz telefon defterinden” dediği gibi, çoğumuzun da eli gitmiyordur sevdiklerimizin numaralarını silmeye. Gün gelecek, bizimkileri de bir zaman silemeyenler olacaktır sanırım.

Öleli bir hafta bile olmamıştı, acısı tazeydi, soğumamıştı daha.

Yanıt almayı beklemeksizin numaranın sonuna kadar devam ediyorum ve düdük sesinden sonra da bir garip bekliyorum.

İşte, tadı kekremsi bir gün böyle başlıyor, alıp başımı, neresi olursa oraya gidiyorum. Beyoğlu’na, Aksaray’a, Samatya’ya… Geçmiş yıllar bir semt adı olup çıkıyor.. geçmiş yıllara gidiyorum. Birilerinin “Bir tel kopar bütün ahenk bozulur”, “Bir adam ölür, bütün dünya boşalır” diyerek ancak dile getirebildikleri bir duygunun solunması bu…

Tütüne uzanıyorum. Paketin üzerinde “Sigara insanı öldürür” yazıyor ve sözcük, öyküyü sonuna kadar taşıyamayacak kırık bir öykü olarak kalıyor.

Ekmel Denizer

Ataköy, 25 Eylül 2007

30 Mayıs 2010 Pazar

Dün Anıtkabir

"Çanakkale ruhuyla Ata'nın huzurunda"

Dün Tırtıl'ın okul gezisi nedeniyle Ankara'daydık. Yurdun bir çok yerinden gelmiş okullar nedeniyle oldukça kalabalık bir veli ve öğrenci topluluğu vardı. Turlar dışında oraya gelen insanları da düşündüğünüzde kalabalığın boyutlarını göz önüne getirmek mümkündür sanırım.

09:13 de giriş yaptığımız ve rehber eşliğinde dolaşmaya başladığımız mekanda, Misak-ı Milli müzesine girebilmek için en az 45 dakika kuyruk beklemek gerektiğini, bizim turun planlamasına göre alınan randevu 10.30 da olmasına rağmen TBMM'ye ancak 13 de gidebildiğimizi hesaba katarsanız, kalabalık hakkında daha net bir fikrin sahibi olabilirsiniz sanırım. Oradaki insan kalabalıklarının içindeki kimlik dağılımının çeşitliliğine bakıldığında, durumu anlatan en net ifade yukarıdakiydi. Çanakkale gezisinden sonra Ankara'ya ulaşan Eruh İMKB Anadolu Lisesi öğrencilerinin üzerlerinde yazılıydı cümle...

Bu ülkede yaşayanlarla ilgili olarak pek de endişeli olmayan ve bu ülkeyi oluşturan insanların niyetlerini doğru okuduğunu düşünen, bunu sonuna kadar savunan; insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyen, insan oldukları için seven ve bu insan çeşitliliğinin içindeki bazı kimlikleri parmakla işaret edenlere rağmen işaretlemeyen biri olarak dün beni en etkileyen şey: Kızlı erkekli ve neşeli bu öğrenci grubunun cıvıl cıvıl tişörtlerinin üzerinde yazılı olan bu cümleydi.

Ve birilerinin inatla gözümüze sokma, ayrıştırma çabalarına rağmen, inançları gereği başlarını bağlayan kadın ve öğrencilerle birlikte renkli bir çeşitlilik sergileyen kocaman kalabalığın Atatürk'üydü o kabirde yaşayan! Orada dua okuyan ya da elindeki çiçekleri mozaleye bırakan her yaştan insanlar, kimsenin etkisiyle ya da mecburiyetlerle orada değillerdi. Samimiyetleri ve duyguları gözlerindeydi; akıp giden zamana bir not düşmeden geçmek istemediğim kadar çoklukla hem de!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Aksiyonlu Günler... Umur 3

1.bölüm... 2.bölüm

Gözümün önünden ben yaşlarda, ya da bir iki yaş büyük, aşağı yukarı fiziksel özelliklerini tahmin edebildiğim insan tipleri geçiyordu. Onlarla bir kahvede oturup sohbet ediyor olsak, aynı şeyleri konuşuyor olurduk diye geçirdim aklımdan. Ülkenin mevcut şartlarına aynı eleştirileri yapar, sol terminolojinin klasik cümlelerine kendi dünya görüşlerimizi katar, literatürün pek çok kitabı ve düşünürü üzerinden kendi özgün cümlelerimizle beslenmiş sohbetler ederdik.

Sinema konuşurduk mesela... müzik konuşurduk... basketbol ya da futbol oynadığımızdan söz eder, belki de birçok şampiyonada karşılaşmış olma ihtimalimizden bahsederdik. Ortak arkadaşlarımız çıkabilirdi mesela, ya da sevdiğimiz kızlardan söz ederken geleceğe dönük hayallerimizi de koyardık çaylarımızın yanına... Kendi yörelerimizdeki siyasal örgütlenmeleri anlatırken, aynı ahkâmları keserdik sağ siyasetler üzerine... Aynı kitapları okumuş insanlar olarak farklı fraksiyonlara bölünmüş olmanın nedenlerini ortaya döker, büyük ihtimalle aynı bakış açılarıyla aynı eleştirileri yapardık. Şiddetin şiddet doğuracağı gerçeğinin altını çizer, bunun üzerinden, belki de birçok tavrı eleştirebilirdik.

Daha birkaç ay önce ben de, elimde silahım, üzerimde en sevdiğim kotum ve kolları dirsek üstüne kadar kıvrılmış gömleğimle, devrimin ertesi günü evin önünden geçen ana yolu kesmiş, yol kontrolu yapan, "Komutan Sıfır"* modunda biri olarak düşlüyordum kendimi... Belki biraz daha cesur olsam, o yaşlarda, yaşın verdiği gazla ve hayal gücümün sınırsızlığı ile eline silah verilmiş bir genç olarak, şu an bize ateş edenlerin yerinde olabilirdim; onlardan biri de benim yerimde... Onlar belki de çok samimi arkadaşları olabilecek, aslında ideolojik anlamda çok örtüşebilecekleri birinin ateş ettikleri arabada olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı, eminim. Ön yargı, herşeyi aynı kefeye koyma, yeteri kadar hayatla beslenememiş sorgusuz bir aidiyet duygusu, ilk gençliğe özgüydü. Ve birileri bunun çokça farkındaydı...

Aslında çok daha enteresan bir durum vardı arabanın içindeki kişiliklerde... Ben, tıfıl çağlarda ne ölçüde olunabilirse o ölçüde bir militan solcuydum. Cemal sola sempati duyan ama militanlaşmamış bir sempatizan, komutan da faşist niyetler taşımayan muhtemelen oyunu CHP'ye atan, iyi niyetli ve düzgün bir adamdı. Arabanın sağ önündeki Apo da, iyi ve militan bir ülkücü...

5 ya da 6 yıl sonra, geleneksel buluşma günümüzün bir kaç gün öncesinde onun şehrindeyken; o ve eşiyle, onların misafiri olarak katıldığımız bir düğünde bizimle aynı masada oturan şehrin üst düzey kamu görevlileri ve popüler insanlarıyla yaptığımız sohbet süresince, masadakiler benden fazlasıyla hoşlanmışlar, o akşam, ülke üzerine yaptığım tüm siyasi değerlendirmelerime katılmışlardı. Hatta içlerinden biri; aslında kendilerinin fikirlerinin temelde solculardan farklı olmadığını, solcuların meselelere dinden, devletten, Türk devletinin değerlerinden ve milliyetçilikten uzak bir düşünce sistemi çerçevesinden baktıklarını ve aradaki en önemli ayrışma nedeninin de bu olduğunu söylemişti. O masada oturanın bir "can düşmanları" olduğunu anlamadan...

Bu olay, aslında ön yargılar bir kenara bırakılıp ideolojik düşmanlıklarla bakılmadığında, karşıdakinin önce insan olduğunun ayırdına varınca, klişe yargılarla insanları damgalamayınca, kişilerin birbirleriyle pekala anlaşabiliyor olduklarının önemli bir göstergesiydi. Apo'nun arkadaşı olarak o masada olmamın yarattığı bizden biri sanma hali, aynı masada kadeh kaldırıp pek de güzel sohbet edebilmemize olanak sağlamıştı. Oysa aynı insanlar aynı fikirlere sahip beni bir başka alanda tanımış olsalardı, bir temiz dayak yemem işten bile değildi. Apo, hem askerlik sürecinde hem de sonraki yıllarda onlara konuk olduğumda; sabahları kahvaltı masasına gelirken sıcak poğaçaların yanında gazeteler de getirirdi; Cumhuriyet'i önüme koyar ve eklerdi: "Al kominist gazeteni getirdim."

An itibariyle bizi yoğun bir ateş altında tutanların gözünde, ne yaşanmışlıklarımızın ne karakterlerimizin, ne de iyiliğe ve güzelliğe atan kalplerimizin, ne de; en azından benim, siyasal anlamda onlarla aynı safta olmamın bir değeri yoktu. Oysa zamanı geri alabilsek, mesela onlarla bu küçük şehirin bir mekânında karşılaşmış olsak, böyle bir eylem için birileri tarafından örgütlenmemiş olsalar; çok büyük ihtimalle şehirdeki yabancılıklarını, belki de içimizden biriyle aynı şehrin insanı olduğunu fark eder ve onları orduevinde ağırlardık. Bir çok insana yaptığımız gibi. Oysa, onların gözünde biz insan değildik, büyük bir zaferin, sistemle olan meselelerin, eylemsel başarıların malzemesi, potansiyel düşmanın simgesiydik.

*Sandinistaların efsane komutanı

4.bölüm

 

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zeytindağı*

İki, üç kitap okumuştuk ya, her şeyin iyisini biz bilirdik.

Yaşımız o yaştı.

Bir gün, Falih Rıfkı için ağzımdan “amerikanofil” lafını kaçırınca, öfkeye kapılan babam, “Kalbini kırarım. Kalk git, Zeytindağı’nı oku da gel”, diye marş marş çekmiş, arkamdan “Siz hicret mi gördünüz” diye söylenmeye devam etmişti. Sarf ettiğim sözün utancını ömrüm oldukça taşıyacak olmama rağmen, iyi ki babamla aramızda böyle bir olay geçmişti de, Zeytindağı’nı okumakla, Cumhuriyet’in büyük kuramcı ve yazarlarından Falih Rıfkı’yı tanımıştım.

Babamların kuşağı Rus işgalini yaşamış, evlerini barklarını terk edip, kendi deyimiyle hicret yani göç etmiş, daha sonraları, Mütareke’de ve Kurtuluş Savaşı’nda topraklarında yabancı bayrak ve çizme görmüş kuşaktı.

Kurtuluş Savaşı’nı okumaya başlamadan önce, Zeytindağı okunmalı, hatta hepimizin evinde bu kitaptan bir tane bulunmalı, zaman zaman okuyarak, bize tertemiz bırakılan bu ülke topraklarına ödenen bedelin anısı belleğimizde taze tutulmalı, derim.

Bugüne kadar kaç tane hediye ettiğimi bilmiyorum. Kitaplığımda kalmamış. İlk fırsatta bir Zeytindağı edinmeliyim.

Bana kalırsa Zeytindağı ders kitabı olarak da okutulmalı.

Suriye, Filistin, Cephesi’nden dönen bozgun treninin peşinden “Ahmedimi gördünüz mü, Ahmedimi gördünüz mü?” diye koşuşturan kadının “Allahaısmarladık” bölümünü okumak: Süveyş’te, Çanakkale’de, Galiçya’da, Hicaz’da, Sarıkamış’ta bıraktıklarımızın önünde saygı duruşunda bulunmak, ne aziz ruhlarına Fatiha okumak, ne “bu taşındır” diyerek Kabe’yi başlarına dikmek yetmez, dahası… demektir.


Ekmel Denizer

*"İkinoktaüstüste"
kitabından...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Salakça Bir Mutluluk

Daha hayat yolunun çok başındayım, fazla birşey görüp geçirmiş sayılmam...

Ülkenin içinden geçtiği birçok kırılma noktasına, ne bileyim darbelere falan naklen şahitlik etmedim. En basitinden, daha ilk oyumu bile geçen yıl belediye seçimlerinde kullandım.

Politikaya şöyle bir baktığımda, okuduğum bölümün, o bölümün derslerinde her gün gördüğüm konuların ve o konularda sıkça yer alan, genelgeçer bir kuralın kafama çaktığı bir söz var. En kötüsü de siyaset denen mekanizma, neredeyse her şartta, göz göre göre, arsız bir meşruluk içinde bu söze göre işliyor! Yunan filozof Thucydides'e ait:

Güçlüler yapacaklarını yaparlar, zayıflar buna katlanmak zorundadırlar..

Hayatın gözüme hala flu gözüktüğü yıllarda, 2002 seçimlerinde, içgüdüsel bir çocuklukla gidip şu anki iktidar partisinin bayraklarını, posterlerini sokaktaki duvarlardan sökmüştüm. Neyin ne olduğunu, onların iktidara gelmesinin iyi bir şey olup olmadığını, hatta iktidarın bile ne demek olduğunu bilmediğim halde... Ailemin siyaset konusunda hiçbir şekilde partizan bir tutumu olmadığı; politika akşamları yemek masamızda, az bulunan pahalı bir yiyecek gibi çok az konuşlandığı halde..

O günden bu güne çok şey değişti biliyorum. Bayraklarını, posterlerini indirdiğim adamlar iyi işler de yaptılar, kötü işlerde... Bu süre zarfında yavaş yavaş netleşmeye başlayan hayat görüşüm ve yaşam tarzım, onların fikirleriyle genellikle çelişti. Yine de alternatif olmadığından, mevcut düzene tahammül ettim. İstediklerimi tam olarak alamasam da, kendi yaşam alanımın sınırlarını mümkün olduğunca politikadan uzak tutarak, kendimi hayatın başka taraflarına vererek mevcut durumu kafaya takmamaya çalıştım.

Ancak yine de ne olursa olsun, o adamların yaptıkları iyi işlerin de kötü işlerin de hakkını layıkıyla verecek; gerekirse destekleyecek, gerekirse yol gösterici biçimde eleştirecek bir muhalefet hiç görmedim ben. Sürekli kavga-gürültü, bel altı vurmalar, bu sırada bir köşede çözüm bekleyen onca sorun...

Doğal olarak o adamlar güçlendiler. Katlanan zayıfların yanında olmaya gerek duymadılar, yapacaklarını yapan güçlülerden oldular.

Bugün ilk kez, ezilen zayıfların yanında olabilecek bir adam görüyorum. Anlam veremediğim bir şekilde her söylediğine koşulsuzca destek veriyorum, yüzümü kontrolüm dışında salakça bir mutluluk kaplıyor.

Çünkü bu adam, hayatımda bir siyasetçiden ilk defa duyduğum bazı sözler söylüyor. Rahatlıkla: "Ailem benim politikayla uğraşmamı istemiyordu, evden çıkarken eşime aday olacağım dedim, yüzünü astı" diyebiliyor! Bunu yaparken de sizi samimi ve dürüst olduğuna, onun hakkında ne kadar fesat düşünmeye çalışırsanız çalışın yine de inandırıyor. Hatta o kadar inandırıcı ki, "aman, n'olacak; varsın söylediklerini yapmasın" diyecek kadar içinizde ironik bir güven oluşturuyor!

Kılıçdaroğlu babamın oğlu değil... Peki neden televizyonda onun her konuşmasını merakla ve istekle dinliyorum?

Neden son bir haftadır siyaset gündemini bu kadar hevesle takip eder oldum?

Ve neden, bu adam benim bakkalım olsa gidip alışverişimi hep ondan yaparmışım gibi hissediyorum?

Bazı şeyler için yolun daha çok başında olunduğunun, tüm ters tepme ve hevesin kursakta kalma ihtimallerinin, bu konulardaki tecrübesizliğimin farkındayım.

Ancak hem kendi yaşamımın, hem de ülkemin önemli bir eşikte olduğunun da...

Ve birilerinin paçasının tutuştuğunun da!...

Sanırım ilk defa, bir şeylere naklen tanıklık ediyorum...



.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP