9 Nisan 2010 Cuma

Felatun Bey ile Rakım Efendi

"Tanzimat Dönemi romancılarından Ahmet Mithat Efendi’ nin yazdığı, Türel Ezici’ nin tiyatroya uyarladığı, Levent Suner’ in yönettiği müzikli oyunda dönemin batı taklitçiliği, ortaoyununun açık biçim özelliğiyle sahnelenmektedir. Kantolar, şarkılar ve canlı müzik eşliğindeki oyun, seyirciye eğlence ve bol kahkaha vaad ediyor."diye yazıyordu oyunun tanıtım notunda...

Felatun Bey ile Rakım Efendi, bu vaadini tutuyor ve mutlu bir gece yaşatıyor izleyicisine...

Bu tarz gösterilere tiyatro sahnesinde çok sıcak olmayan, tiyatro izlerken, hep çocukluğunun radyo tiyatrolarının tadını arayan biri olarak, yine de çok başarılı bir gösteri olduğunun altını çizebilirim. Türü sevenler daha da memnun kalırlar, ki salondan memnun ayrılmayan izleyici yoktu.

Oyun, güncel dizilerin bazı karakterlerinin sadece adlarını telaffuz ederek de seyirciyi kahkahaya boğuyor.


Anonslarda, "oyunun başlamasına 10 dakika var, oyunun başlamasına 5 dakika var" yerine "provanın başlamasına 10 dakika var, provanın başlamasına 5 dakika var," denmesinin nedenini, salona girdiğinizde anlıyorsunuz. Çünkü, öğretmenler zili çaldıktan sonra öğretmen gelene kadarki boşlukta biraz da tedirgince hareket eden sınıf gibi; sahnede dolaşan, birbirleriyle konuşan, yerine gidip oturduktan sonra kalkıp tekrar dolaşan, aynaların önüne geçip makyajını kontrol eden oyunculara ve sahneye daire şeklinde yerleştirilmiş sandalyelere baktığınızda, oyunun kostümlü prova şeklinde sahnelendiğini anlıyorsunuz.

İzleyiciler, "geç mi kaldık" şaşkınlığıyla bir yandan koltuklarına yerleşirken, oyuncular da sahnede yönetmenin gelmesini bekliyorlar.

Ahmet Mithat Efendi de "hadi başlayalım!" diyerek giriş konuşmasını yaptıktan sonra sahne önündeki masasına geçip, önündeki kağıtlardan provayı takip eden, gerektiğinde müdahaleler yapan bir yönetmen halini alıyor.

Oyun içinde sıklıkla karşınıza çıkan, bazen kaba ama çoğunlukla ince espriler ve durumlara yerleştirilmiş komiklikler, zekice ve hoş...
Bence, kitabın değerinin ötesine taşan bir başarıyla sahnelenmiş ve zenginleştirilmiş bir oyun, Felatun Bey ile Rakım Efendi. Ama derin entellektüel tartışmalar yapmaksa umudunuz, beklentilerinizi düşük tutun. Sadece, bildiğiniz, tartıştığınız, üzerine zaten fikirleriniz olan bir konunun ana fikir olduğu eğlenceli bir (müzikal)oyun olduğunu bilerek, tadını çıkarın. Üstelik orkestra ve oyuncular, özellikle farklı milliyetlerden karakterler canlandıran kadın oyuncular, çok başarılı.

8 Nisan 2010 Perşembe

Bu Seferlik Alkış!

Şikayet etmektense, eleştirilerini açıkca dile getirip çözüm yolunda öneriler ortaya koyarak çaba harcamak gerektiği fikrine sıkı sıkıya inanan biri olarak; sürekli, siyasi duruşundan ve tavrından şikayetçi olduğum, ilk cümledeki görüşümden yola çıkarak üzerine "Yakın Tarihte Bir Ufak Tur...Asıl Suçlu!" başlıklı upuzun bir yazı yazdığım, sıkı bir muhalifi olduğum Sayın Deniz Baykal, nihayet, tüm siyasi yaşamının en doğru hareketini yaptı.

Elbette, bu tavrının altındaki niyetin ne olduğunu, yine kendi burnunun ucunu görmez bakış açısıyla kendince ne türden bir hinlik düşünüp de bu şık ve akılcı eylemi yaptığını bilmiyorum ama her ne olursa olsun, özünde doğru bu tavrından dolayı kendini ilk kez alkışlıyorum. Ve ortaya, şöyle sorular soruyorum: Muhalefet olmak, muhalefette tehdit unsuru olmak, iktidarın alternatifi olarak onun üzerinde baskı ve korku yaratabilmek, toplumun ilgisini kendi partisi üzerine çekebilmek; bu güne kadar izlenen münazara mantıklı, dedikoducu sözcüklerle beslenmiş ve sadece iktidarın cümlelerinin peşine takılıp, sadece onlar üzerine sözler söyleyerek kamuoyu oluşturmaya çalışan siyaset üslubuyla mı daha başarılı olmuştur? Yoksa, son anayasa değişikliği konusundaki "kabul görmeyen maddelerin refaranduma götürülmesi, diğerlerinin kabul gördüğü ve mecliste destek verileceği" örneğinde olduğu gibi; toptancı bir red yerine, çözüm konusunda akılcı bir önerme ortaya koyarak mı daha başarılı olmuştur? Ve hangi eylem biçimi tartışmadaki insiyatifi muhalefete geçirip, onun söylemini gündemin önüne çıkarmış, toplumsal bir ilgiye ve sempatiye yol açarak iktidarı daha zorda bırakmıştır?

Baykal; ilk kez, iktidarın ortaya koyduklarına muhalefet eden kavgacı dil yerine ortaya bir çözüm koyarak, ciddi bir kamuoyu oluşturmuş ve dikkatleri partisinin üzerine çekmeyi başarmıştır. Ha devamı gelir mi derseniz, benim umudum yok. Bilirim ki, her seçim atmosferine girildiği süreçlerde, ya bir yıldız bulur ya toplumun ilgisinin üzerinde olduğu bir partiliyi vitrine sürer, onların rüzgarıyla kendi arkadaşlarını meclise sokar, sonrasında da "one man show"una devam eder. Ben sadece, akıp giden zamana bir not daha düşeyim; hani, güzel bir tavır ortaya koymuşken de alkışımı eksik etmeyeyim dedim. Yoksa, elimde fenerim, hala "partimi" arıyorum.

7 Nisan 2010 Çarşamba

SINIFÇA ATATÜRK’ÜN VEDA FİLMİ

Öğretmenimiz bir hafta önceden sınıfça Atatürk’ün Veda filmine gideceğimizi söylediğinde hepimiz çok heyecanlandık. Ben öğretmenime hangi sinema dediğimde Konak Sineması cevabını aldım.

Sinemaya gideceğimiz gün geldi. Öğretmenimiz bize montlarınızı alın dediğinde hemen montlarımızı aldık. Montlarımız üstümüzde öğretmenimizin bize okulun bahçesine inip sıra olun demesini bekliyoruz. Öğretmenimiz bize bahçeye çıkıp sıra olun dediğinde hemen bahçeye indik. 1-2 dakika sonra öğretmenimiz geldi. Çıktık yola ellerimizde sularımız gidiyoruz. Sinemaya geldik. Oradaki görevli bize filmin olduğu salonu gösterdi. Oturduk yerlerimize benim yanımda sıra arkadaşım ve aynı zamanda en iyi arkadaşım olan Miraç vardı. Sonra görevliler bize patlamış mısır dağıttı.

Film başladı. Atatürk ölüm döşeğindeydi. Atatürk’ün yatağının başında çocukluk arkadaşı Salih Bey vardı.

Salih bey bir mektubun başına oturmuş Atatürk’le geçirdiği zamanı bir mektuba yazıyordu. Salih bey mektupta oğluna Atatürk ölürse bende kendimi öldüreceğim diyordu. Mektupta Atatürk ile geçirdiği günleri, ayları hatta yılları anlatıyordu.

Çocukluktan, gençliğe, gençlikten, büyüklüğe kadar hepsini anlatıyordu. Film çok uzun sürmüştü. Film bittiğinde hepimiz öğlenciler gelmiştir. Sınıftalardır korkusuyla hızlı bir şekilde okula koştuk. Neyse ki öğlenciler gelmemişti sınıfımıza. Bazı arkadaşlarım servisim kaçtı diye korktular. Ama benim evim yakın olduğu için benim korkmama gerek yoktu. Hemen çantalarımızı alıp evlerimize gittik.


Yazan:Tırtıl

5 Nisan 2010 Pazartesi

Satı Kadın’ın Pembe Daktilosu*

Yaşamda, kanıksanan, garipsenmeyen oysa hiç de hoş olmayan durumlar oluyor. Örneğin; her gün önünden geçerken içime ılık bir sevinç bırakan üç katlı o eski ahşap ev artık yok. Galvanizli metal bir çitin ardında çalışmalar çoktan başlamış. Otobüsten okunmuyor, ama çitin üzerindeki tabelada “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazdığını ezberden biliyorum. Kimi zaman tersi de oluyor bunun; yine her gün önünden geçtiğim kurnası çöple dolu, musluksuz, zavallılaşmış bir çeşmenin alınlığında ne yazdığını ve kimin yaptırdığının ayrımında olmuyorum. Ta ki, bir gün yaşlı biri söyleyinceye, ya da bir kitapta; azatlık bir kadının ömrü boyunca biriktirdikleriyle özenle yaptırdığı bu çeşmenin suyunu kurutanın öteki dünyada iki elinin yakasında olacağı ilencini öğreninceye kadar. İşte o zaman gözlerimi patlatarak biri şaşkın, diğeri ayıplayan iki kez “Yapma ya!, diyorum.

Yapma Yaa?..

Bu durum evdeki değişikliklerde de oluyor. Akşam eve gelmişim, koskoca büfe üçlü koltukla yer değiştirmiş. Eşimin gözümün içine bir süre gücenik bakışından da aymıyorum. Neden sonra, “şimdi o bit kadar daktiloyu kaldırmış olaydım, hemen fark ederdin” diye mızıldanmasına hak vermemek elde değil. Ama içimdeki sesin, bir şey yazmadan masadan kalkamazsın dayatmasıyla masamdan kalkmamaya karşı koyarken gözümü ondan alamıyorum. Ve buraya dek yazdıklarım onun; (o pembe renkli daktilonun) öyküsünü yazmanın girişi oluyor.

Adı bende kalsın; eskicilik yapan benden küçük bir dostum var. Günün birinde telefon açıp bana, uğramalısın, dedi. Telefonu kapattıktan çok çok on dakika sonra yanındaydım. Bunu sana sakladım, deyip masanın arkasından daktiloyu çıkardı koydu önüme. Siz hiç pembe renkli daktilo görmüş müydünüz? Ben görmemiştim. Bundan böyle karaları bile müzelerde görülecek zaten. Sorumu ağzıma tıkadı: Bu daktilo meclisin ilk kadın milletvekillerinden birininmiş. Sadece klavyesindeki eski yazılar yeni yazılarla değişmişmiş. Mirasçılara söz vermiş; kim olduklarını sormamamı istedi. Üstelemekle kendime saygısızlık etmiş olurdum. İyi ki de öğrenmemişim; böylece yıllardır dolandı durdu, düşlerimi süsledi kafamın içinde. Doğumumdan sekiz yıl önce; 1934 yılında kadınlara seçme seçilme hakkı tanındıktan sonra meclise önce on dört bayan milletvekili girmiş, sonra ara seçimlerle bu sayının on sekize çıktığını her yerde okumuşumdur. Çoğu öğretmen, ikisi çiftçi bu milletvekillerinden hangisinindi daktilo? Nakiye Elgün’ün mü, Meliha Uras’ın mı?.. Ben Satı Kadın’a yakıştırdım. Ogün bugün Satı Kadın’ın pembe daktilosudur benim için.

Arkadaşım evin diğer eşyalarından oldukça kazançlı çıkmış, para almadı diyebilirim. Yalnız, bu daktiloyla güzel bir öykü yazmamın sözünü aldı benden. Daktilonun pembesine bulaşan coşkuma diyecek yoktu, neşelenmiştim: Ya, bunu sen bizim daüssılacı ünlü yumuşaklara götüreydin inan ki, hem çok para alırdın hem de benimkinin misli misli şiirler, öyküler, romanlar çıkardı ortaya, dedim.
Çıngıraklı bir kahkaha patlatıp,
-Bunu yazma abi tefe koyarlar…
-Olsun; makasa uysun diye odun derim, dedim…
Bir kahkaha daha patlattı…

O gün evde nereye yerleştireceğimize zor karar verdik ve masada oturduğum yeri çaprazdan gören ceviz sandığın üstüne koyduktu. Yıllardır bir mücevher gibi dururdu gözümün önünde. Çalışır olduğu halde yazılarıma iyi bir öyküyü onunla denemek üzere şimdilik kullanmıyor, bizim arapla sürdürüyordum çalışmacıklarımı. Gel gelelim dün yerinde göremeyince, "nerdee?" diye çocuklar gibi dövünesiye bağırdım. Meğer, hanım, torun hırpalıyor diye çok olmuş kaldıralı.

İşte böyle bazen sevdiğimiz bir şeyin yokluğunu geç fark ettiğimiz de oluyor.

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir öyküsüdür.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kuzey Yamacı

Aşk, sadece sözcüklerde anlam bulan bir şey midir? Yani direk ve doğrudan söylenmiş sözcüklerde... Yoksa aşk; aşk sözcüklerinin hiç birini içermeyen cümlelere yüklenen bakışta, seste, sessizlikte, duruşta anlamını katmerleyen bir eylemsellik midir?

Bu iki soruya verilecek yanıta göre değeri anlaşılıp sevilebilecek bir film Kuzey Yamacı...

Benim yanıtım vardı ve bu yüzden çok sevdim filmi.

"Avrupa sinemasının Amerikan sinemasından farklı olarak ele aldığı konuları bir aksiyon ya da kahraman yaratmadan, belgesel tadında ama asla ritmini kaybetmeyen sürükleyicilikte ve derinlikte anlatabilme geleneğinin en güzel örneklerinden biridir bu film" demiştim, Çöküş'e yorum yazarken... Ve eklemiştim; "seyir sürecinde, sanki bir film izlemiyormuşsunuz da olayların içinde biriymişsiniz gibi hissedersiniz sahiciliği..." Bu cümlelerimi Kuzey Yamacı için de tekrar ediyorum.

DVD'si de piyasada olan gözlerden ırak bu film, şu an vizyonda*... Hafta sonu için iyi bir seçim olabilir.

Aslında üzerine çok güzel cümleler kurulabilecek Kuzey Yamacı'nın, aşkı en güzel anlatan filmlerden biri olduğunun ve gerçek bir hikayeye dayandığının altını çiziyor, filmden seçtiğim diyalogları karakter belirtmeksizin sıralıyorum. Çünkü biliyorum ki, bu filmi en güzel yine kendisi anlatacak:

-İnsan dağın en altındayken yukarı baktığında, kendine "kim buraya tımanabilir ki," diye sorar. Neden biri bunu istesin ki? Ama yukarıdayken saatler sonra aşağıya baktığınızda herşeyi unutuverirsiniz. Sadece geri döneceğinize dair söz verdiğiniz o tek kişinin dışında...

-Devlet basın müşavirliği bizden Eiger'e ilk tırmanacaklarla ilgili olarak birinci ağızdan bir hikaye sunmamızı istiyor. Orası senin bölgen, oraya ilk çıkan Alman olmalı, aksi halde sen kendin oraya tırmanacaksın.

-Luise foto muhabiri olmuş.
-Daha stajiyerlik yapıyorum.
-Öyle mi, peki ne iş yapıyorsun?
-Başlangıç olarak çoğunlukla kahve yapıyorum diyebilirim. Editörlere...
-Yine de hiç fena değil!

-Yerel gazete de yayınlanan makaleni okudum, harikaydı! Patronum da okudu... Berlin'de sizden bahsediyorlar.
-Bizden mi?
-Evet! Sizden ve diğer iyi dağcılardan söz ediyorlar.

-Olimpiyatlar yaklaşıyor. Bütün iyi dağcılar Eiger'e çıkmayı deneyecek. İlk tırmanış hakkında hikayeler yayımlamak istiyorlar; hem de tam sayfa. Hikayeyi benim yazmamı istediler. Niye beni seçtiler hiç bilmiyorum ama düşünsene gazetenin ilk sayfasında olacaksınız..
-Eminim çok güzel bir hikaye yazacaksın ve bizim hakkımızda olmayacak. Biz Eiger'e tırmanmayacağız, tamam mı.
....

-Ölüm duvarında bir dakika güneş parlar diğer dakika kar fırtınası olur. Ya çığ düşer ya da bir anda heyelan olur. Bunun dağcılıkla bir ilgisi yok! En iyisi olsan bile işin şansa kalır. O yüzden de oraya tırmanmayacağız.


-Bu tıpkı çocukken dağa tırmanmaya gitmeniz gibi...

-Seni takip ederdim.

-Eğer hikayem basılırsa...

-Bunu anlıyorum, başka iki dağcı bulmak zorundasın.

-Ama yine de hep seni bekledim.

-Daha ne kadar bana kızgın kalacaksın...

-Sen ve ben oraya ilk tırmanan insanlar olabiliriz.

-Tırmanmanın tek anlamı bu değil.

-Neden birden fikrini değiştirdin?

-Sırf kendim için tırmanmıyorum.

-Bence eğer biri sevmişse yaşamış demektir.


*Samsun'da

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP