7 Nisan 2010 Çarşamba

SINIFÇA ATATÜRK’ÜN VEDA FİLMİ

Öğretmenimiz bir hafta önceden sınıfça Atatürk’ün Veda filmine gideceğimizi söylediğinde hepimiz çok heyecanlandık. Ben öğretmenime hangi sinema dediğimde Konak Sineması cevabını aldım.

Sinemaya gideceğimiz gün geldi. Öğretmenimiz bize montlarınızı alın dediğinde hemen montlarımızı aldık. Montlarımız üstümüzde öğretmenimizin bize okulun bahçesine inip sıra olun demesini bekliyoruz. Öğretmenimiz bize bahçeye çıkıp sıra olun dediğinde hemen bahçeye indik. 1-2 dakika sonra öğretmenimiz geldi. Çıktık yola ellerimizde sularımız gidiyoruz. Sinemaya geldik. Oradaki görevli bize filmin olduğu salonu gösterdi. Oturduk yerlerimize benim yanımda sıra arkadaşım ve aynı zamanda en iyi arkadaşım olan Miraç vardı. Sonra görevliler bize patlamış mısır dağıttı.

Film başladı. Atatürk ölüm döşeğindeydi. Atatürk’ün yatağının başında çocukluk arkadaşı Salih Bey vardı.

Salih bey bir mektubun başına oturmuş Atatürk’le geçirdiği zamanı bir mektuba yazıyordu. Salih bey mektupta oğluna Atatürk ölürse bende kendimi öldüreceğim diyordu. Mektupta Atatürk ile geçirdiği günleri, ayları hatta yılları anlatıyordu.

Çocukluktan, gençliğe, gençlikten, büyüklüğe kadar hepsini anlatıyordu. Film çok uzun sürmüştü. Film bittiğinde hepimiz öğlenciler gelmiştir. Sınıftalardır korkusuyla hızlı bir şekilde okula koştuk. Neyse ki öğlenciler gelmemişti sınıfımıza. Bazı arkadaşlarım servisim kaçtı diye korktular. Ama benim evim yakın olduğu için benim korkmama gerek yoktu. Hemen çantalarımızı alıp evlerimize gittik.


Yazan:Tırtıl

5 Nisan 2010 Pazartesi

Satı Kadın’ın Pembe Daktilosu*

Yaşamda, kanıksanan, garipsenmeyen oysa hiç de hoş olmayan durumlar oluyor. Örneğin; her gün önünden geçerken içime ılık bir sevinç bırakan üç katlı o eski ahşap ev artık yok. Galvanizli metal bir çitin ardında çalışmalar çoktan başlamış. Otobüsten okunmuyor, ama çitin üzerindeki tabelada “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazdığını ezberden biliyorum. Kimi zaman tersi de oluyor bunun; yine her gün önünden geçtiğim kurnası çöple dolu, musluksuz, zavallılaşmış bir çeşmenin alınlığında ne yazdığını ve kimin yaptırdığının ayrımında olmuyorum. Ta ki, bir gün yaşlı biri söyleyinceye, ya da bir kitapta; azatlık bir kadının ömrü boyunca biriktirdikleriyle özenle yaptırdığı bu çeşmenin suyunu kurutanın öteki dünyada iki elinin yakasında olacağı ilencini öğreninceye kadar. İşte o zaman gözlerimi patlatarak biri şaşkın, diğeri ayıplayan iki kez “Yapma ya!, diyorum.

Yapma Yaa?..

Bu durum evdeki değişikliklerde de oluyor. Akşam eve gelmişim, koskoca büfe üçlü koltukla yer değiştirmiş. Eşimin gözümün içine bir süre gücenik bakışından da aymıyorum. Neden sonra, “şimdi o bit kadar daktiloyu kaldırmış olaydım, hemen fark ederdin” diye mızıldanmasına hak vermemek elde değil. Ama içimdeki sesin, bir şey yazmadan masadan kalkamazsın dayatmasıyla masamdan kalkmamaya karşı koyarken gözümü ondan alamıyorum. Ve buraya dek yazdıklarım onun; (o pembe renkli daktilonun) öyküsünü yazmanın girişi oluyor.

Adı bende kalsın; eskicilik yapan benden küçük bir dostum var. Günün birinde telefon açıp bana, uğramalısın, dedi. Telefonu kapattıktan çok çok on dakika sonra yanındaydım. Bunu sana sakladım, deyip masanın arkasından daktiloyu çıkardı koydu önüme. Siz hiç pembe renkli daktilo görmüş müydünüz? Ben görmemiştim. Bundan böyle karaları bile müzelerde görülecek zaten. Sorumu ağzıma tıkadı: Bu daktilo meclisin ilk kadın milletvekillerinden birininmiş. Sadece klavyesindeki eski yazılar yeni yazılarla değişmişmiş. Mirasçılara söz vermiş; kim olduklarını sormamamı istedi. Üstelemekle kendime saygısızlık etmiş olurdum. İyi ki de öğrenmemişim; böylece yıllardır dolandı durdu, düşlerimi süsledi kafamın içinde. Doğumumdan sekiz yıl önce; 1934 yılında kadınlara seçme seçilme hakkı tanındıktan sonra meclise önce on dört bayan milletvekili girmiş, sonra ara seçimlerle bu sayının on sekize çıktığını her yerde okumuşumdur. Çoğu öğretmen, ikisi çiftçi bu milletvekillerinden hangisinindi daktilo? Nakiye Elgün’ün mü, Meliha Uras’ın mı?.. Ben Satı Kadın’a yakıştırdım. Ogün bugün Satı Kadın’ın pembe daktilosudur benim için.

Arkadaşım evin diğer eşyalarından oldukça kazançlı çıkmış, para almadı diyebilirim. Yalnız, bu daktiloyla güzel bir öykü yazmamın sözünü aldı benden. Daktilonun pembesine bulaşan coşkuma diyecek yoktu, neşelenmiştim: Ya, bunu sen bizim daüssılacı ünlü yumuşaklara götüreydin inan ki, hem çok para alırdın hem de benimkinin misli misli şiirler, öyküler, romanlar çıkardı ortaya, dedim.
Çıngıraklı bir kahkaha patlatıp,
-Bunu yazma abi tefe koyarlar…
-Olsun; makasa uysun diye odun derim, dedim…
Bir kahkaha daha patlattı…

O gün evde nereye yerleştireceğimize zor karar verdik ve masada oturduğum yeri çaprazdan gören ceviz sandığın üstüne koyduktu. Yıllardır bir mücevher gibi dururdu gözümün önünde. Çalışır olduğu halde yazılarıma iyi bir öyküyü onunla denemek üzere şimdilik kullanmıyor, bizim arapla sürdürüyordum çalışmacıklarımı. Gel gelelim dün yerinde göremeyince, "nerdee?" diye çocuklar gibi dövünesiye bağırdım. Meğer, hanım, torun hırpalıyor diye çok olmuş kaldıralı.

İşte böyle bazen sevdiğimiz bir şeyin yokluğunu geç fark ettiğimiz de oluyor.

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir öyküsüdür.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kuzey Yamacı

Aşk, sadece sözcüklerde anlam bulan bir şey midir? Yani direk ve doğrudan söylenmiş sözcüklerde... Yoksa aşk; aşk sözcüklerinin hiç birini içermeyen cümlelere yüklenen bakışta, seste, sessizlikte, duruşta anlamını katmerleyen bir eylemsellik midir?

Bu iki soruya verilecek yanıta göre değeri anlaşılıp sevilebilecek bir film Kuzey Yamacı...

Benim yanıtım vardı ve bu yüzden çok sevdim filmi.

"Avrupa sinemasının Amerikan sinemasından farklı olarak ele aldığı konuları bir aksiyon ya da kahraman yaratmadan, belgesel tadında ama asla ritmini kaybetmeyen sürükleyicilikte ve derinlikte anlatabilme geleneğinin en güzel örneklerinden biridir bu film" demiştim, Çöküş'e yorum yazarken... Ve eklemiştim; "seyir sürecinde, sanki bir film izlemiyormuşsunuz da olayların içinde biriymişsiniz gibi hissedersiniz sahiciliği..." Bu cümlelerimi Kuzey Yamacı için de tekrar ediyorum.

DVD'si de piyasada olan gözlerden ırak bu film, şu an vizyonda*... Hafta sonu için iyi bir seçim olabilir.

Aslında üzerine çok güzel cümleler kurulabilecek Kuzey Yamacı'nın, aşkı en güzel anlatan filmlerden biri olduğunun ve gerçek bir hikayeye dayandığının altını çiziyor, filmden seçtiğim diyalogları karakter belirtmeksizin sıralıyorum. Çünkü biliyorum ki, bu filmi en güzel yine kendisi anlatacak:

-İnsan dağın en altındayken yukarı baktığında, kendine "kim buraya tımanabilir ki," diye sorar. Neden biri bunu istesin ki? Ama yukarıdayken saatler sonra aşağıya baktığınızda herşeyi unutuverirsiniz. Sadece geri döneceğinize dair söz verdiğiniz o tek kişinin dışında...

-Devlet basın müşavirliği bizden Eiger'e ilk tırmanacaklarla ilgili olarak birinci ağızdan bir hikaye sunmamızı istiyor. Orası senin bölgen, oraya ilk çıkan Alman olmalı, aksi halde sen kendin oraya tırmanacaksın.

-Luise foto muhabiri olmuş.
-Daha stajiyerlik yapıyorum.
-Öyle mi, peki ne iş yapıyorsun?
-Başlangıç olarak çoğunlukla kahve yapıyorum diyebilirim. Editörlere...
-Yine de hiç fena değil!

-Yerel gazete de yayınlanan makaleni okudum, harikaydı! Patronum da okudu... Berlin'de sizden bahsediyorlar.
-Bizden mi?
-Evet! Sizden ve diğer iyi dağcılardan söz ediyorlar.

-Olimpiyatlar yaklaşıyor. Bütün iyi dağcılar Eiger'e çıkmayı deneyecek. İlk tırmanış hakkında hikayeler yayımlamak istiyorlar; hem de tam sayfa. Hikayeyi benim yazmamı istediler. Niye beni seçtiler hiç bilmiyorum ama düşünsene gazetenin ilk sayfasında olacaksınız..
-Eminim çok güzel bir hikaye yazacaksın ve bizim hakkımızda olmayacak. Biz Eiger'e tırmanmayacağız, tamam mı.
....

-Ölüm duvarında bir dakika güneş parlar diğer dakika kar fırtınası olur. Ya çığ düşer ya da bir anda heyelan olur. Bunun dağcılıkla bir ilgisi yok! En iyisi olsan bile işin şansa kalır. O yüzden de oraya tırmanmayacağız.


-Bu tıpkı çocukken dağa tırmanmaya gitmeniz gibi...

-Seni takip ederdim.

-Eğer hikayem basılırsa...

-Bunu anlıyorum, başka iki dağcı bulmak zorundasın.

-Ama yine de hep seni bekledim.

-Daha ne kadar bana kızgın kalacaksın...

-Sen ve ben oraya ilk tırmanan insanlar olabiliriz.

-Tırmanmanın tek anlamı bu değil.

-Neden birden fikrini değiştirdin?

-Sırf kendim için tırmanmıyorum.

-Bence eğer biri sevmişse yaşamış demektir.


*Samsun'da

30 Mart 2010 Salı

Kontes Mariza

Bileti aldığım ilk günden beri heyecanla beklediğim bir akşamdı. Çok keyifli bir gece olacağı konusunda beklentim oldukça yüksekti. Sezon başından beri takipçilerini hiç yanıltmayan, her gösteri sonrasında seyirciyi mutlu mesut salondan uğurlayan Samsun Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına güvenim tamdı. Çok keyifli bir sezon geçiriyorduk. Kontes Mariza konusunda içimi en çok kıpırtadan, bana gün saydıran, çok ama çok beğendiğim afişi olmuştu. Özellikle, bütünüyle bir şölen olan "Mevlana -Çağrı"nın (bence) gösterinin güzelliğine hiç yakıştıramadığım afişinde kullanılan renklerden sonra...

Her zaman; kitapları, plakları ve cd'leri kapaklarına bakarak satın almayı severim deyip, onlar da beni hiç yanıltmazlar diye eklerim ya! İşte Kontes Mariza böyle bir operetti. Özellikle ikinci perde, sonrası ve finalde yaşadığım keyif, süreç boyunca aklımdan geçenler, gösteriden kalan lezzet, bahar yağmurunun ıslattığı gecede yürürken daha da çoğalmıştı. Kontes Mariza, bir kez daha seyredilme arzusu uyandırıyordu insanda... Bence, bu sezonun en güzel gösterisiydi. Buradan, sakın ötekileri daha aşağıda gördüğüm anlaşılmasın. Belki de yazının ilerleyen bölümlerinde sözünü edeceğim nedenlerden oluştu bu hissiyatım. Okuyup görececeğiz...

Yine dolu bir salondu... Dün gece oyunun galası olmasının bunda etkili olmadığının altını çizeyim.

Salon kapıları açılıp da içeri girildiğinde göze çarpan dekorun seyircide yarattığı etki; seçilen renklerin, bir salonu kısa ve öz simgeleyen koltukların, gerekli sahnelerde aynı dekoru başka mekanlara çevirmeyi başarabilen detayların ne kadar doğru düşünülüp uygulandığının kanıtıydı.

Dekorun oturtulduğu platformun dönmesiyle öne gelen iki oda ve o iki oda da yaşananları ışığı kullananarak birbirinden ayırma uygulaması çok güzeldi. Öyle bir dekor uygulamasıydı ki; o an hangi konsept yaratılıyorsa oyunda, dekor da o ana uygun bir mekan halini alıyordu algınızda. Alev Tol'du bu başarının altındaki imza...

Ve Sevtaç Demirer: Sanki bir defiledeydik, ilkbahar-Yaz kolleksiyonu sergileniyordu ve karaeografi bir davet şeklinde düzenlenmişti. Çok güzel bir müzik seçilmiş, danslarla zenginleştirilmiş, merdivenlerden inilen bir salon fon yapılmış, biz de podyumun kenarlarında oturmuş, pastel pembeler, pastel sarılar, morlar, maviler ve ekrularla bezenmiş birbirinden güzel kıyafetleri izliyorduk. Yani olağanüstü kelimesi anlatabilir mi; şık şapkalar ve aksesuarlarla desteklenmiş kostümlerdeki güzelliği ve başarıyı, bilmiyorum. Kontes Mariza'nın, sadece dekor kostüm uyumundaki başarısını alıp bir kenara koysanız, onu öne çıkarıp sadece oradan baksanız, sadece o bakış açısıyla izleseniz oyunu, diğer kısımları sizi ilgilendirmiyorsa bile memnun ayrılırsınız salondan.

Ve Neslihan Öztürk: Bale, modern dans, kankan... Hepsi, çok güzel harmanlanmıştı tüm güzelliklerin içine; asla kasmayan ve kasılmayan, son derece yumuşak ve naif, ritmik jimnastik ya da asker düzeni bir disiplin ve kusursuzluk kaygısı taşımayan kareografisiyle muhteşem bir katkı sunuyordu oyuna. Oyuncuların danslarındaki ufak senkronsuzluklar, kanımca bilinçli bir seçimdi ve böyle de olmalıydı. Oyunun genel doğallığını, seyirciyi hiç kasmayan samimiyetini ve sıcaklığını öne çıkaran ögelerden biri de bu nüansdı... Romantizmin bütün simgeleri, şirin bir anlatımla yedirilmişti ikili dans sahnelerine... Hüzünün, neşenin, aşkın dansları o kadar başarılı geçişlerle yerleştirilmişti ki kareografinin bütünlüğüne, bu başarı, oyunun genel akışkanlığına olağanüstü bir destek veriyordu.

Hikaye güzeldi, mizahı yerindeydi, neşeliydi ve müzikleri muhteşemdi. Macar topraklarından çıkarda içinde çigan olmaz mıydı? Hepsi vardı. Budapeşte'den başlayıp Viyana üzerinden Paris'e uzanmış Emmerich Kalman'ın(1892-1953), tüm bu yörelerin tınılarını kullandığı muhteşem bir müzik üzerinde oynanıyordu Kontes Mariza. Bazen gözlerimi kapatıp sadece bu keyifli müziği dinledim. Yazı ilerledikçe farkediyorum ki Kontes Mariza, onu bütünleyen her ögenin kendi başına başarılarının çok güzel harmanlanmasından ortaya çıkan çok başarılı, çok samimi, hiç kasılmayan şahane bir gösteri. Tüm bu güzellikleri derleyip toparlayıp bir araya getiren, bu mükemmel uyumu yaratan Rejisör Kenan Korbek için de; lütfen ayağa kalkarak bir alkış...

Ve... ve... ve... Eda Bingöl. Nam-ı diğer Kontes Mariza: Bu ne alım, bu ne fettanlık, bu ne sempatiklik, bu ne romantizm! Bu ne neşe, bu ne zarafet! Bu ne.. bu ne.. bu ne sayılarını çoğaltarak, "bir sürü kadın halini bir bedene sığdırmak nasıl bir yetenek Eda Bingöl ?" diye sorası geliyor insanın. Bütün bu hallerin seslerini yaratarak bir birinden güzel şarkılara hayat vermek, bütün o halleri danslara katmak, yine bütün o hallere oyunculuk eklemek ve hep sevimli olmak... Bu adı not alın ve yakaladığınız yerde izleyin! İleride bir gün, "ben bu sopranoyu izlemiştim" demek için.

Ve Tassilo- Onur Polat: Orkestranın sesinin sanatçıların sesinden bir miktar yukarıda kalarak baskın çıktığı ilk perdede bile (belkide kadın sanatçılara göre daha önde söylediği için şarkısını) sesini duyurmayı başarıp kelimeleri anlaşılır kılan muhteşem tenor. İlk perdenin bu küçük aksaklığı dolayısıyla karakterleri, algısında bir yerlere oturtmakta güçlük çeken izleyiciyi ilk ele geçiren performansın sahibi. Özellikle, kalabalığa katılmayarak bahçede kaldığı bölümde olduğu gibi; her hüzünlü anında, kemana teslim olarak söylediği şarkılarda doruk yapan güzel sesli kişi.

Lisa da Esra Çetiner, Popelescu da Şahan Gürkan, Zsupan da Bilal Doğan, Stephan da O. Onur Özcan, Tschekko da Özgün Şengül, Prenses Bozena da Tuba Akın, Penizek de Mehmet Erkoç ve Manja da Seda Ortaç muhteşemdiler.

Aslında, ilk perdede açıkcası karamsarlığa kapılmıştım. Orkestranın baskın hali, şarkıların sözcüklerini seçmekte zorluk yaratıyordu. Bir an, acaba bende mi sorun var diye düşündüm. Sonra, arka tarafımdan gelen konuşmadan yansıyan sözcüklerden kusurun bende olmadığını anladım. Birinci perdenin sonunda düşüncemi yanımda oturan genç kızla paylaştığımda, onun da aynı dertten muzdarip olduğunu fark ettim. Kontes Mariza'nın dekor, kostümler, renkler, şarkılar, oyunculuklarla yarattığı başarılı atmosferinde, bir ufak baharat eksik kalmıştı sanki. İçimde, şikayet eden biri türemişti, eksik kalan bir şeyi tamamlamaya gayret ediyordum sürekli. Yoksa, beklentilerimi yüksek tutmamın bedelini mi ödüyordum? Bu umutsuzlukla ilk kez kendimi bir oyun arasında, 1. perdenin sonunda fuayeye attım.

İkinci perdenin başında ısınırken ve şefi beklerken orkestra, çıkan seslerden bir şeylerin değiştiği anlaşılıyordu. İkinci perdenin ilk saniyesinden itibaren, öylesine kusursuz, öylesine dinamik, öylesine lezzetli bir gösteri vardı ki; kelimenin tam anlamıyla nefessiz kaldık. İzleyici olmaktan çıkıp oyunu yaşadık. Sürekli artan bir hayranlık, bir memnuniyet hakimdi salona... İlk perdedeki, ilgisi yer yer sahneden uzaklaşan izleyici gitmiş, kovsanız koltuğunu terk etmeyecek bir izleyici gelmişti yerine. 3 gün 3 gece sürse oyun, kimsenin şikayeti olmazdı. Öylesine bir taddı. İlk perdedeki serzenişlerinden, şımarıklığından utandı izleyici. Bütün salon, aynı ruh halinde nefes alıp veriyordu. İçten bir saygıyla kopup gelen alkışlarıyla gösteriyordu memnuniyetini. Burada bir küçük parantez açmam gerek, seslenmezsem çatlarım çünkü. Ön parterde oturan ve gece dolayısıyla muhtemelen protokolden olan ahali; bir dahakine nazik popolarınızı kaldırıp da ayakta alkışlayın lütfen...

Ve ışık... Sanki bir oyun listesinin en normal insanıymış gibi görünür hep. Tüm emeklere alkış kıyamet koparken, onların değeri ve önemi anlaşılmaz sanki... Oysa, bir insanı överken, onun güzelliğini vurgularken, en çok kullandığımız cümle şu değil midir? Öyle bir ışığı var ki!
O zaman, O. Murat Yılmaz'a kocaman bir alkış, bu güzel gecedeki bütün güzellikleri ışığıyla anlamlandırdığı için...

Marcus Baisch, yine en çok alkışı alan ve izleyicinin kopmasına neden olan kişiydi. Orkestra her zamanki gibi muhteşemdi. İlk perdedeki durumla ilgili eleştiri kötü çaldıkları anlamına gelmesin sakın. Çünkü gece, gerçekten muhteşem bitti.


*Cast'da varsa bir eksik ya da yanlışlık, tüm sorumluluk; günlük cast listesi yayınlamayıp, sadece fotoğraflarla yetinen ve izleyiciyi uğraştıran SDOB'a aittir, duyurulur:))

29 Mart 2010 Pazartesi

Silivri’nin Kaymaklı Yoğurdu*

Gazetede yazılana göre tam bir tilki divanı kurulmuş; adamın toprağını üç milyon dolara kapatmışlar, araya bir milletvekilini sokup anakent belediyesinde imar değişikliği yapıp değerini arttırdıktan sonra on dokuz milyon dolara satmışlar. Her şey tıkırında gidiyor gibiyken içlerinden hakkı yenilen biri de kızgınlığıyla elindeki belgeleri karşı taraftakilere verivermiş…

Durur muyum?..

“Mahkeme Kapısı”ndaki hikayeleri daha ilk okuduğumda karar vermiştim; büyüyünce ben de adliye muhabiri olacağım, diyordum ya, işte şimdi kağıt önümde kalem elimdeydi ve ben bugüne bugün çiçeği burnunda bir adliye muhabiriydim. Bugün dediğim; savcılara müddeiumumi dendiği zamanların bugünüydü. Hatta güneşli güzel bir teşrinevvel günü….

Nasıl ki Cervantes’in kalemi,”Yalnız benim için doğdu Don Kişot, ben de onun için; o yapmayı bildi, ben de yazmayı” demiş, ben de yaz kalemim yaz, dedim…

Otuz beş yaşlarında, sarı saçlı, mavi gözlü, yanakları al al, biraz dişlek, kasketi elinde, baştan ayağa bir Trakyalıydı. Hakim, gözlüklerinin üzerinden bakıp, olayı bir daha baştan anlat bakayım oğlum, deyince, efendim, diye söze tekrar başladı. Benim bu işte bir suçum yok, ben şoförüm. Aslında bacanağın kaynatası vefat edince Edincik’e gitti. Bir haftalığına muvakkaten onun yerine çalışıyorum. O sabah patronu evinden almaya gittim ama yazıhane yerine, arabayı tarif ettiğince sürüp, İnhisarların arkasındaki sokakta, dur, dediği yerde durdum, kendisi inip bir yazıhaneden içeri girdi. Yarım saat kadar sonra elinde büyük bir bavulla çıktı. O güne kadar öyle bir bavul görmedim; deve hamutu gibi; daha çok çuvala benzeyen bir bavul… koştum elinden alıp bagaja koydum. Kapıyı açtım arka koltuğa oturdu, Londra asfaltından yola devamla üç saatte Şehremanetine geldik. Al bavulu benimle gel, dedi. O önde ben arkasında binadan içeri girdik. Şehreminin odasının kapısında bavulu benden aldı, git arabada bekle, dedi bana. Ben de dediğini yaptım. Bir zaman sonra geldi ve Mahmutpaşa’dan, Sirkeci’den, Eminönü’nden epeyce bir alışveriş yaptı, Mısır Çarşısı’ndan bana da bir nevale düzdü, yemek ısmarladıktan sonra dönüşe geçtik. Çok keyifliydi. Hep aynı türküyü mırıldanıyordu. Hakim, hangi türküydü hatırlıyor musun, diye sordu. Şoför biraz düşündükten sonra “seni kimler duurdu” diye yuurtlu bir türkü var ya onu efendim, deyince, (burada hakim, günümüz Türkçesiyle koptu) ben de korktum, hakimi de, şoför Sefer Devran’ı da kalemi de bir tarafa bıraktım, içine edilirse edilsin hikayenin deyip bastım sansürü. Recep, şaban, ramazan…Şunun şurasında üç ayların sonuncusu bitiyor, oruçluyuz, üstelik mübarek kadir gecesi kimsenin günahını, almayalım dedim. Aslında hikayeyi Hollandalıların, “Hırsızlar kavga eder, çiftlik ineğine kavuşur” atasözüyle bitirecektim ama aklıma nerden geldiyse Neyzen babanın hani, “partiye ettim telefon / o şimdi mebus dediler” dizeleriyle biten ünlü hicvi geldi. Çıktım evden yürüdüm Kavaklıpark’a kadar, girdim çay içilen bölümden içeri oturdum bir masaya. Zaten adliye koridorlarını aşındırmadan, oturduğun yerden muhabirlikmiş mi olurmuş? Benim yapacağım; haberi öyküleştirmekti. Ama beceremedim. Böylece canım sıkkın düşünüyor, güme gitti-gitmedi bizim öykü derken, Vayni’de, merhaba, deyip karşıma oturmaz mı?.. Niyetliymiş çayımı içmedi. Kiremitlerin altında neler var biliyor musun, dedim. Bilmiyorum hocam, deyince başladım anlatmaya. Nerede okuduğumu, kişilerin adları neydi unutmuşum. Lakedomanya kralı Atinalıları yenince kazandığı paraları torbalara doldurup generalin birine verip ülkesine yollamış. Kral seferine devam ededursun, ülkesine dönen general çuvalların altını söküp epeyce bir miktar parayı tırtıklayıp çatısındaki kiremitlerin altına saklamış. Torbaların içindekileri teslim alan yetkililer, her torbada ne kadar para olduğunu yazan notlar bulunduğu için eksikliği görmüşler. Hırsızlığın meydana çıktığı bu sırada generale bir nedenle gıcığı olan hizmetçisi de, (o zamanlar Atina paralarının bir yüzünde baykuş resmi varmış ya) “kiremitlerin altında daha çok baykuş var” diye bas bas bağırırmış.

Derin bir soluk alıp, öğrendin mi şimdi kiremitlerin altında ne olduğunu, dedim. Doğrusu çok kitap devirmiş, kibar adamdır Vayni, bilmiyormuş gibi sonuna kadar beni sabırla dinlediğini biliyorum.

*Sayın Ekmel Denizer'in 2009 yılında Silivri Aktüel'de yayımlanmış yazısıdır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP