11 Ocak 2010 Pazartesi

Senle Bir Hatıra Fotoğrafımız Olsaydı Keşke! Çok Pişmanım

Yani, kendime kızmadım değil açıkcası... Sen hayatının en aksiyon günlerinin içinde barındığı bir dönemde önüne gelenle bir araba fotoğraf çektir ve o fotoğraflarda yer alanlar toplumun üzerine konuştuğu, en merak ettiği, dönemsel de olsa ülkenin en popüleri olma mertebesine bir türlü erişemeyenler olsun. Ama birlikte tek bir kare fotoğrafın olmayan da gün gelsin alemin en gizemlisi ve en şöhretlisi olarak gündemde kendine yer tutsun.

Ve sen; şöyle gerine gerine dostluğunuzu, yarenliğinizi simgeleyen bir fotoğrafı yayınlayama -üstelik de onca günü birlikte geçirmenize, enseye tokat ilişkinize, onca yakınlığınıza rağmen dünya aleme hava atıp böylesine güncel ve yoğun bir olgu üzerinden 'ben biliyom'un tadını çıkarama deyip; kahve kokusundan mahrum bıraktım uzun süre elimi.

Aslında onunla çok eskiye dayanan tanışıklığımızı ülkemizin gündemine düştüğü ilk gün yazmak istemiştim. Sonra bir baktım ki; hayatlarında ilk kez duyup tanıdıkları bu esrarengiz şeyle ilgili o kadar çok şey konuşuyor ki önüne gelen, o kadar bilmiş bilmiş anlatıyor ki herkes bu gizemli ad üzerinden olan biteni... Ülke tarihi hergün yeniden yeniden yazılıp öyle bir hesaplaşıyor ki ideolojiler... Ben bari bekleteyim dedim sözümü; toz duman dağılana kadar.

Onunla hikayemiz soğuk bir kış günü başladı. Günün geceye döndüğü bir vakitte yüksek dağların arasından kıvrılan yol ışıl ışıl bir kapıya gelince arabadan inip, beni getirenlerle vedalaşıp, o kapıdan kocaman bir binalar ve alanlar topluğunun olduğu ama herkesin birbirinin aynı giyindiği, düzenli ve güzel bir kasaba ölçeğindeki yeni yerleşim yerim ve yaşam alanıma doğru oldukça iyi eğitilmiş olmanın verdiği güven ve merakla süzülmüştüm. Aslında kapıdan bu ilk girişin ardındaki dakikalar, onun ertesindeki bir iki gün, başlıbaşına ve oldukça aksiyonel bir hikaye olmasına rağmen, bir gün üzerine yazılmak üzere şimdilik notu düşüp sadede geliyorum.

Bahsetmek istediğim: Adı ve varlığı üzerinden ülkenin günlerdir sallandığı, birilerinin kendilerine yönelik olmasının mağduriyeti üzerinden kendini parlatıp tadını çıkardığı... Bunu yaparken de en devlet adamlığı ve en nüktedan insan pozlarını takınıp bilgemsi(!) laflar ettiği... Ülkenin en bilenlerinin televizyon ekranlarından kendini parıl parıl parlattığı... Gündemin tamamını işgal etmesi yüzünden ülkenin gerçek gündemini unuttuğumuz... Dolayısıyla hak arama mücadelesinde olanları da telef ettiğimiz şeydir!

Bahse konu ve benim için 'şey' olmaktan öte anlamı olmayan şey: Üzerinde kopan tartışmaların ve uygulamaların -bir milat olması kasıtlarına rağmen- fare doğurmaktan öte bir işlevsellik taşımayacağı 'bir popüler kültür ikonudur' an itibariyle...

'Şey' dediğim şey; ilk karşılaştığımda, adına bakıp, o güne kadar okuduklarımdan zihnimde birikmiş uzay sırlarıyla ilgili bağlar kurduğum... Uzun gecelerde, içindeki olası belgelerden yola çıkarak aklımda uzay hikayeleri canlandırdığım... 'Lan demek ki uzaylıların olduğunun aslında bilindiği ama insanlardan saklandığı konusundaki haberler doğruymuş' diye düşündüğüm... Binasının ve bulunduğu katın önemi dolayısıyla -aslında doğru bir mantıkla- daha tecrübeli askerlerin nöbet tutmasının istendiği... Askerlerin bunu; teskereye yaklaşmış askere, soğuk kış günlerinde sıcak mekan kıyağı diye yorumladığı ve çoğunun da bir sandalyeye sığışıp uyuduğu 'konforlu nöbet alanı'nın olduğu komutanlık katındaki Kozmik Oda'dır.

Bir çok tugay ve üstü birlikte varolan bu odalar; başta oraya bağlı birliklerin savaş planlarının, daha açıkcası olası bir düşman saldırısı karşısında bağlı birliklerin konuşlanacağı yerlerle harekat tarzlarının planlarının -tam da bir futbol takımının analizini yaptığı rakibe göre oluşturduğu taktiksel ve stratejik öngörülerinin kağıda geçirilmiş halleri gibi- saklandığı yerlerdir. Her plan tatbikat döneminde güncellenirler ve her biri o odalarda saklanır.

Olayın saferberlik kısmına gelirsek; araçlarını trafiğe kendi kaydettirenler bilirler ki o kayıt esnasında askerlik şubelerine de bir belge bırakılır. Cinslerine ve plaka kayıtlarına göre tasnif edilen araçlar, o şehrin savunmasını da üstlenen karargahın emrinde olası bir savaşta nakil için görevlendirilirler ve onların kayıtları da kozmik odalardadır. Bir savaş esnasında fırınlar, yedek parçacılar, eczaneler gibi değişik türden işyerlerinden bazıları ihtiyaca göre; sivil savunma örgütlerinin emrinde, insanların yararı için kullanılmak üzere planların içinde yer alırlar. (Ne rastlantıdır ki Amerika'nın 1. körfez çıkarması sırasında olası bir durum halinde bizim dükkanın görevlendirildiğine dair bir yazı almış ve üzerinden kendi aramızda ne geyikler yapmıştık)

İşin kısası, şu anda gündemde olan bahse konu kozmik odalarda, varsayılan kontr-örgütlenmelerin belgeleri bulunmaz, bulunamazda... Onlar doğaları gereği tıpkı bahse konu ve açığa çıkarılamamış illegal yapıları gibi başka illegal odalarda olurlar. Şu an aranan yerlerde değil.

Üzerine çok detay yazılabilecek bu güncel konuyu hazır bu kadar uzatmışken bir ufak yanılgıyı da ortadan kaldırmak adına -bir erin babasıyla yaptığı telefon konuşmasının dinlenmesi sonucu ulaşılan- evrak yaktık bilgisiyle ilgili olarak şöyle bir bilgi vereyim: Tüm sivil ofislerde, işyerlerinde gün içinde kullanılan bazı çalışmaların taslak kağıtları akşam nasıl çöpe gider ya da yakılırsa, askeri birliklerde de öyle yakılır ve bu işlem rutindir. Kayıt altına girmiş herhangi bir sonuç belgesinin yakılması uzun bir prosedür gerektirir. Dönemseldir ve bir erin telefonla babasını arayıp haberdar edebileceği bir durum değildir. Eğer Kozmik Odalar askerlik yapan herkesin görebileceği ya da bilebileceği bir şey olsaydı; şu an ki gibi bir dezenformasyon ortamı yaratmak ve durumu siyasal olarak kullanmak mümkün olmazdı! Anti militarist olalım ama sapla samanı da karıştırmayalım!

Şahane bir 'Kozmik Oda' nöbetçisini uykuda yakalama anını da bir başka yazıya bırakalım.

7 Ocak 2010 Perşembe

Yaban Koyununun İzinde

Yeni yıl hediyesi olarak oyuncak bekleyen küçük bir çocukken, bir yılbaşında babamın aldığı Jules Verne'in Michel Strogoff adlı kitabına ne kadar çemkirdiğimi, ne kadar naz yaptığımı hatırlıyorum...

Aradan bir-iki yıl geçtikten sonra ise, yine bir yılbaşında hediye ettiği Harry Potter ve Büyülü Taş kitabının ilk sayfasına şuna yakın şeyler yazmıştı babam: "İyi seneler mussano... Umarım yeni yılda da kitap kurdu olmayı sürdürürsün"...



Zamanla beni en çok sevindiren yılbaşı armağanı, oyuncaktan kitaba dönüştü. Bu yılbaşındaki hediyem de Japon yazar Haruki Murakami'nin "Yaban Koyununun İzinde" isimli romanı oldu...

Bir kere arka kapağında "Japonya hakkında tüm bildiklerinizi unutun!" cümlesiyle başlayan tanıtım yazısını ve açılış sayfasındaki -genelde Amerikan ağırlıklı- önemli dergi ve gazetelerin şaşalı övgü cümlelerini okuduktan sonra insanın kitapla ilgili beklentileri ister istemez artıyor. Reklam endişesi de tabi ki...

Murakami galiba kendini öncelikle bir dünya vatandaşı olarak görüyor. Çünkü romanın adını bilmediğimiz başkişisi Heineken bira içiyor, Levi's kot giyiyor ve araba olarak Volkswagen'i tercih ediyor. Hatta suşi yemek yerine Fransız restaurantına gidiyor. Sayfalar ilerledikçe aslında Japonlarla aramızda çekik gözlerden başka bir fark olmadığını hissediyorsunuz. Japonya, gelişen olaylara yalnızca fon olarak katkı sunuyor.

Kitabın ismine ilham veren "ünlü" koyunumuzun romana müdahil olması biraz zaman alıyor. Çünkü kitabın ana kahramanı olan beyimizin öncelikle aşması gereken bazı kişisel sorunları var. Aile meselelerini halletmesi, geçmişiyle yüzleşmesi ve günde birkaç bira yuvarlaması gerekli...

Murakami'nin başarısı bence işte burada yatıyor. Çünkü siz merakla koyunun olaya nasıl müdahil olacağını beklerken, yazar başarılı bir ön yemekle kitaba böylece bir-iki boyut daha kazandırıyor. Koyunun peşine düşene kadar biraz post-modern ve biraz da varoluşçu çizgide ilerleyen kitap, koyun işin içine girince kendini bir de artık elinizden bırakamadan okuyacağınız bir dedektif romanına dönüştürüyor. Bana göre biraz muğlakta kalan son bölümünde ise kafkaesk esintilere rastlamak mümkün...

Japonya ve Amerika'da çok tutulan bir yazar olduğunu sonradan öğrendiğim Murakami'nin okuduğum ilk romanı olan Yaban Koyununun İzinde, az bir farkla da olsa, içimde onun başka kitaplarını da okuma isteği uyandırdı diyebilirim. Hatta dedim bile!

6 Ocak 2010 Çarşamba

Red Kit Batıya Hücum

Batıya Hücum; zevkle izlenen, hoş esprilerle bezenmiş durum komedisi tadında bir film.

Kızılderililer'i, Daltonlar'ı, Düldül'ü, Rintintin'i, çölleri, arabaların çember olup konakladığı geceleri ile bütün Red Kit klişelerine yer veren...

Barış çubuğu içmeyi bırakmış Büyük Reisi, sigaradan vazgeçip arada bir ağzımda dal bulunduruyorum diyen kahramanıyla sigara karşıtı tavrı da güzel ve güncel bir espri olarak içinde barındıran...

Süresi boyunca çağa, modern kent yaşamına, onun kurallarına göndermeler de yapan...

Red Kit hayranı yetişkinlerin; şimdiki zaman halleriyle harmanlanmış yeni nesil bu filmi anılarındaki Red Kit kitapları ve filmlerinden yola çıkarak belki biraz eleştirebilecekleri...

Coşkulu, komik, heyecanlı, lunaparkta geçirilmiş pazar günü lezzetinde ve evde sinema keyfine fazlasıyla yakışır bir eğlencelik de aynı zamanda Batıya Hücum.

Bütün animasyonları ısrarla takip eden Tırtıl'la gitmiştik filme... Daha sonraki günlerde listesindeki sıralamalar değişse de o gün, izlediği animasyonlar içinde bir numaraya yerleştirmişti filmi... Ben de onun peşinden her animasyona giden bir yetişkin olarak en çok bu filmde eğlenmiştim. Üstelik, modern animasyonların yapay hallerini pek sevmeyen biri olarak bu filmi, çizgi film ruhuna pek de yakın bulup, o halin lezzetini tümüyle almıştım.

Yetişkin bir macera filminin bütün ögelerini hoş bir dil, espri ve renkle içinde barındıran, klasik western müziklerinin bir adım ötesine taşınmış güncel tınıları ve şarkılarıyla çok hoş, gerçek bir durum komedisi tadında güzel bir seyirlik. Keyifli bir gün için izleyin.

yazının ilk yayın tarihi: 16.Ağustos.2009

İcradan Satılık!

Gazetede; Zonguldak'da icra yoluyla satılacak bir genelevin, Zonguldak 3. icrası tarafından verilen satış ilanını ve mahalle halkının da bu işyerleriyle ilgili daha önceki şikayetleri, gerekçeleri ve bunların kaldırılması yolundaki çabalarını okuyunca; uzun zaman önce, bir arkadaşımın e-posta yoluyla gönderdiği fıkra geldi aklıma ve olayın güncelliğini de göz önüne alarak paylaşmak istedim.



Mahallenin birinde bir arsa sahibi, tam da caminin yanında bir inşaata başlar. Kısa bir zaman sonra arsa sahibinin işyeri adıyla giriştiği binanın genelev olacağı öğrenilir mahalleli tarafından. Doğal olarak, başta imam olmak üzere tüm mahalleli şiddetli karşı çıkarlar. Tıpkı bu haberdeki insanlar gibi; oluşumu engelleyebilmek için, ellerinden gelen çabayı ortaya koysalar da, adamın inşaatı yasal olduğu için her şikayet başvurularından elleri boş dönerler.

Yasal başvurularından, inşaat yasal olduğu için bir sonuç alamayacaklarını anlayan mahalle sakinleri imamın önderliğinde, bu inşaatın sonuca ulaşamaması doğrultusunda allaha yakarıp, dualar ve beddualar ederek sürdürürler mücadelelerini.

İşyerinin açılışına kısa bir süre kala da, şiddetli bir yağmur gecesinde, inşaat bir yıldırım düşmesi sonucu yerle bir olur. Elbette ki başta caminin imamı olmak üzere tüm mahalleli, inançlı ve imanlı dualarının karşılığını almış olmaktan memnun olurlar ve bu memnuniyetlerini de kimseden saklamazlar.

Bu durum üzerine inşaatın sahibi, doğrudan ve dolaylı olarak- dua ve beddualarından dolayı- meydana gelen hasarlardan mahallelinin sorumlu olduğunu belirten bir şikayet dilekçesiyle birlikte mahkemeye başvurur. Bu başvurusunda aynı zamanda, imam başta olmak üzere cami yönetiminden ve halktan yüklü bir tazminat talep eder. Olay resmiyet ve ciddiyet kazanınca; suçlananlar, olaydan sorumlu oldukları konusundaki şikayetlere şidettle itiraz ederler ve duruşmalar esnasında, tüm bu olanların kendi dualarından olabileceğini hiç bir şekilde ve kesinlikle kabul etmezler.

Bütün bu sürecin sonucunda duruşma gününde karar verme anına gelinince, hakim, bütün olan biteni ve dosyayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra taraflara döner ve şunları söyler: "Açıkçası bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum. Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var. Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!"


Haberin Kaynağı
Görsel: John White- widelec.org

5 Ocak 2010 Salı

Bu Gece Kanal D'de Güz Sancısı.


İzlemeye niyetiniz varsa eğer... İsterseniz şu yazıya bir göz atın ve beklentilerinizi sakın yüksek tutmayın.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP