9 Aralık 2009 Çarşamba

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Bir Bölüm: Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 5

...
Tugaydan çıkıp binbaşıyı eve bıraktıktan sonra cipi park edip yukarı gazinoya doğru çıkmaya başladı. Arkadaşlarının bir kısmı izinde oldukları için, garson çocuklarla sohbet eder oradan da sinemaya giderim, diye düşünüyordu. İlişkisini onlara söylememişti. Racona ters düşerdi. Aslında saygı duyarlardı da derinliğini, nedenlerini ve farklılığını gözetmez, o yaşın duyguları ve davranış biçimleri üzerinden bakarak çeşit çeşit geyiklerle dalgalarını geçerlerdi. Belki de gizemi, onun romantik ve yakışıklı roller biçen hallerini sevdi. Yukarı, orduevine çıktığında hummalı bir telaş vardı. Bir hafta evvel üst binanın 12 Eylül paşalarına ayrılmış odasında müthiş bir doğum günü yapmışlardı ona. Bütün bir gün boyunca uyanamadığı bir gizlilikle hazırlanmışlardı geceye ve muhteşemdi her şey... Salona girdiğinde askerlerden oluşan orkestra prova tadında, aynı şarkının bazı bölümlerinde durup, sonra üzerine başka tınılar ekleyerek baştan alıp, aynı şarkıları farklı tatlarla çalıyorlardı. Prova yaptıklarını düşünerek; ''Hayrola çocuklar düğün mü var bu akşam?'' diye sordu. Düğün ya da başka bir etkinlik varsa sinemaya gitme fikrinden vazgeçebileceği ihtimalini düşünmüştü o anda. Saat; güneşin yüksek dağların arkasına çekilmeye başladığı, günün ışıklarını gecenin yakışıklı laciverdine terk etmeye hazırlandığı vakitteydi. ''Yok, hafta sonu kolordu komutanı toplantıya gelecekmiş, dolayısıyla akşamına protokolün de dahil olacağı büyük bir yemek var, ona prova yapıyoruz,'' yanıtı geldi ortaya sorulmuş soruya. Küçük bir şehir olduğu için, eğer bir etkinlik yoksa subaylar, aileleri hafta içlerinde pek yemeğe gelmezlerdi orduevine. Yalnızca, iyi içen daha doğrusu içmeyi ve yaşamayı bilen, çok da çekici bir karısı olan ordonatçı bir binbaşı zaman zaman karısıyla gelir, askerlerden oluşan orkestra da provaları varsa, ya da o isterse, onlara özel ve onların sevdiği şarkıları çalarlardı. Camın kenarında, eski kente bakan bir masaları vardı hikayenin O'sunun ve arkadaşlarının; eğer herhangi bir etkinlik için bir hazırlık yoksa o salonda, genellikle yemeklerini orada yer, yirmi yaşın tadında sohbetlerini, heyecanlarını, anılarını, hayallerini katarlardı içkilerinin yanına.

Salona girdiğinde kendi masalarının hazırlanmış olduğunu görünce, ’’Hayrola, çete izinde diye bizi satıp, masamızı başkasına mı açtınız köleler!’’ diye yüksekten bir sesle takıldı. Yanıt, sanki daha önceden hazırlanıp, derin dondurucuya gerektiğinde kullanılmak için atılmış gibi tez elden geldi: ''Yok sahip, 'E' binbaşı ve eşi yemeğe gelecekmiş, hazırlık ona...’’ Özellikle tugay komutanın muhafızı olan çete elemanı arkadaşı o gün orada olsa binbaşı falan dinlemez, şakadan da olsa ortalığı katardı birbirine ya, neyse!.. Tüm bu şakalaşmaların arasında, kendi kölesi yanaştı en şakadan hali ve en sevimli esprilerle bezenmiş en yalakalığıyla; ''Sahip iyi ve keyifli gördüm seni, bir şey yiyecek misin?'' Sonra, gaz veren bir edayla sırnaşarak ekledi; ''İbo gelirken Diren'in şaraplarından getirmiş açıyorum sana.'' O da, pusuya düşürüldüğünü henüz fark edemeyen av hayvanı salaklığıyla ve usulca bir saflıkla kafasına kaldırıp kölesine bakarak, ''Hadi ya! Hangisinden?'' diye sordu. ''Vadi... Keser mi abisi'' diye yanıtladı ötekisi ve ekledi, ''Sahip, binbaşı gelmeyecekmiş sen masanıza oturabilirsin.'' Sırıtkan köle, sırıtmaya devam ederek, genelde üzerine yapışmış ve olağanlık arz eden en fırlama haliyle ve şehrinin yerel ağzıyla geyikler yaparak devam etti; ''Karavanadan artan makarna var. Isıttırayım?''

Yüzü sahneye dönüktü ve bir yandan sahnedeki çocuklarla laflıyordu, bu yüzden ona yanıtsız kaldı. Orkestranın solisti, şehrin kızlarının gözdelerinden İbo'ya seslendi, "Şarap getirmişsin. Sağol! İbo'nun, sanki kurulmuş pusunun hiç ayrıdında değilmişçesine bir ifadeyle ve duraksayarak kurduğu, ''Lafımı olur tertip, afiyet olsun,'' cümlesine: elini kalbine götürerek, oldukça külhan bir "Eyvallah," çektiği anda, sol omuz başında biraz da karikatürize ederek sol koluna yerleştirdiği kıvamında bir peçete eşliğinde seremoni yapan kölesini fark etti. Oldukça iyi restoranlarda çalışmış, raconu çok iyi bilen köle önce şişeyi ve etiketini gösterdi. Sonra, son derece estetik hareketlerle -ve özellikle abartarak- esprilerini de ellerine ve yüzüne yükleyip durumu iyice anlamlandırarak şişeyi açıp, şişenin ağzını temizlemek için şarabın bir kısmını önce boş bir kadehe döktükten sonra tadım için, bir miktar şarabı da onun önündeki kadehe döktü. O da, onca espriye donuk bir şakayla ve sessiz kalarak cevap verip, hiç uzatmadan şarabından bir yudum aldı ve devamı için başıyla onayını verdi. Bütün itliği ile ''Önce hanımlara di mi sahip?'' diye sordu köle(!). Onun şakacı bir kızgınlıkla elini, ona vurmak için kaldırıp omuz başında duran kölesine döndüğündeki cümlesi sadece, ''Aman tanrım!'' olabildi. "Doğum günün kutlu olsun," diyen iki dudak yanağına, salondaki herkesin içini ısıtacak sıcaklıkta bir öpücük kondurdu. Öpücüğün sahibi karşısına oturdu, şaraplar dolduruldu. Orkestra, akşamları içmekten yorgun düştükleri anlarda, teybe koyup üst üste başa sararak dinlettiği; Çocukların, sevgililerinin, eşlerinin fotoğraflarını önlerine koyup onlarla sivilleşirken, özlemin göz yaşlarını o anda kurdukları iptidai siperlerine saklamaya çalıştıkları Tapılacak Kadınsın'ı çalıyordu. Onunsa, göz yaşları orduevinin camlarından taşıyor, her bir kayaya çarptıkça daha fazla çağlayarak aşağıda sakin sakin akan Kızılırmağa karışıyordu. Uzanıp ona dokunmak istiyor. Gücü kolunu kaldırmaya yetmiyordu. O, dokunduğunu biliyordu....6.Bölüm

Görsel: widelec.org

8 Aralık 2009 Salı

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Bir Bölüm: Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 6

...

''Aşk bazen talepkardır, Ferhat’a dağları deldirecek kadar demiştik o gün di mi Cankuşum!''

O gün, Fuzuli'nin hiç bir karşı tavır, ego barındırmayan, hiçbir kazaya uğramayacak hayali aşkını sevmişlerdi. Cankuş! Ne garip, daha sonra başka bir sevgilinin ona kullandığı ifadeyi bir gün ona kullanacağından hiç söz etmemişlerdi. Zaman sonsuz bir deniz gibi uzanıyordu, sanki karşı kıyısı yokmuş gibi... Çok şey yaşamış insanların edasıyla konuşurlardı. Oysa ne kadar çok şey daha yaşadılar kendi hayatlarında... Ne güzel demişti, "Birine âşıksın o bunu bilmiyor. Sen, yalın ve saf hayallerinle dilediğince seviyorsun; hiç kavgasız gürültüsüz... Bazen bir deniz esintisi yüzlerinizi okşarken çıplak ayak kumlara oturmuş, kalbinizde ter basmış bir sevda, ateşli bir sevişmeye giden yolda yıldızlar mum olmuş, deniz en güzel bestesini size çalarken, mahrem şeylerin titrek ve sessiz tonunda, tüm kıvrımlarınıza dokunarak konuşuyorsunuz. Bazen bir sinema salonunda birbirinizin sıcağına sarılıp bir aşk filminin her karesinin ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay ediyorsunuz. Sinemadan çıkıp, soğuğun sizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusunda sokaklarda sevdalı sevdalı yürüyerek eve gidiyorsunuz. Gecenin sessiz aydınlığında, birbirinizin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürüyorsunuz.'... 7.Bölüm

Görsel: Neslihan Öncel'in Broken Time adlı fotoğrafıdır.
http://neslihanoncel.blogspot.com/

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Bir Bölüm: Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 7

Şans yoktur, ihtimal var demişlerdi; dar sokaklarda ellerinde dondurmalar, o çantasını, o da kendini sallaya sallaya yürürken... Trenlere ve mekânlarına tutkulu olan, ötekini ayartmış, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkarmış, ağız tarafından ayaklarını sarkıtarak, altlarında uzanan rayların uzaklara taşımasına sevdalı, yaramaz çocukların evden izinsiz telaşıyla ama yine de zamana kayıtsız bir neşeyle, yüzlerine bulaştıra bulaştıra yemişlerdi dondurmalarını... Evet şans yoktu, ne aradığını bilmek vardı. Eğer ondaki hayata merak, hayata tutku olmasaydı o gün, farklı gözlerle dolaşıyor olacaktı orada. Oysa o ne aradığını bilerek dolaşıyordu hayatın içinde. Ötekindeki insan sıcağı olmasa, karşısında en asker haliyle, dudak ucunda asılı duran, görmesini bilene ben iyi birisiyim aşkı bilirim, tutkuluyum diyen; bütünüyle güven dolu, sanki çok önceden tanışıyormuş hissi veren gülüşü yakalayabilir miydi? Öteki yakalamıştı ondaki zaafları… Zaaf? Aslında durumu tanımlamakta oldukça ağır kalmadı mı? O aradığını bulmuştu gelecekte bir zamanda... Gerçekten bulmuş muydu? Yoksa aklın hayat boyunca oynadığı oyunlardan biri olan yanılsama mıydı tüm yaşanacaklar. Tıpkı bütünlemeye kalmış, sonucu aslında bilen öğrencinin okul camına asılmış listede adının karşısındaki notla yüzleşene kadar sürekli kendini rahatlattığı, ruhunda iyimser rüzgârlar estiren, insan ruhunun en çok hoşuna giden, gevşeten, bulutlara taşıyacak kadar hafifleten bir yalan şırıngası mıydı her şey?

Görsel: Neslihan Öncel'in Karmaşa adlı fotoğrafıdır.
http://neslihanoncel.blogspot.com/

6 Aralık 2009 Pazar

Karpuz Kabuğundan Gemi Yapanlara...

Ahmet Uluçay'ın anısına...








Işıklar sönüyor, iki film birbirine karışıyor.

Sıcağın sessizliğinde bir kasabadayız; kavurucu yazın iş saatleri yalnızlığında sokaklarda... Köşe başında; esnaf bezginliğinde karpuzcuyla, karpuz kabuğundan gemi yapma hevesinde çırağı... Siyah saçları zülfünde bir kız: henüz görmedik... Berbere teslim edilmiş, kendini beğendirme saçlarının telaşında çocuk; cebinde sevgiliye aynası ve tarağı ile...

Şimdi; akıp giden ağaçlara ve zamana yolcu bir tren kompartımanında, eski kenti kaydedecek bir kamera dağlardan yol bulup akan kışın ırmaklarını izliyor.

Çocuk, karpuz kabuğunda yürüyor, hapsolmuş aşkın ilan edilmemiş yüküyle; uzak fotoğraf kareleri gibi sessiz!.. Bir arkadaş; söylenmemişi, söylenemeyeni kusma niyetine telaşlı; gemileri ortak!..


Ön kompartımanda; meraklı yanakları al al, utangaç gülüşlü çocuklar...

Saçları kırık aynada ıslanıp siyah saçlı kıza şekillenmiş çocuk, ortağı ve diğer ortağı -ki sevdasını göremedi diye karpuz kabuğundan perdede, hayallerine kıyamayıp hayallere kıydı, deliydi! Gizlerinin telaşında, yalanların siperindeler...
Bir istasyondayız... Bir kadın bindi; badem gözlü, elinde pazar yeri gofretleri...

Çocuk: Sıcağın duvar dibinde,elinde çay... Siyah saçlı kız göz ucunda... Kızsa, derinlerin kabulünde bir reddedişle beğenmezlikte... Pencereye saklanmış bir bakışın tülünde teneke saksıda pembe çiçekler...


Şiirin hareket memuru: Ki az önce gişede biletçiydi, ondan önce müdür odasında istasyon müdürü... Şimdi, kırmızı yeşil tabelasıyla başında lacivert şapkası, uğurlar olsuna çalacak düdüğü ve yalnızlaşacak az sonraya... Oysa, akşam memurlarını çağırmıştı yalnızlığa!.. Geç vakitte sığıvermişlerdi bir odaya tek kişilik bir kalabalıkla...

'Yürüsene be adam, hadi yürü' öfkesinde saniyede yirmidört kareye dönüyor kollarımız...

Dışarıda esen rüzgara uzatamadan kafamızı, o treni yalayıp geçiyor sürekli; serinini camlardan koridora bırakarak... Karşı yamaçta bir adam takılıyor kayıda, belli ki telaşları çocuklarına... İstasyonda binen kadının çantasında çarşının ekmek kokusu... Karanlığın mumunda makinenin hayali... Dışarıda mayıs dirilişi, rayların kenarında öbekler, beyaz yakalı köy yüzlü maviler... Senaryolar yazıyoruz karpuz kabuğuna !..

Ön gruptan bir çocuk çekingen bir hevesle soruyor, ''TRT'den misiniz?'' Bir ön yargının anlık ele geçirmesi sonraya pişman bir cevap veriyor; ardında utanmanın sevecenliğini yeşerterek...

Siyah saçlı kız, derinlerin öfkesinde koyuyor mektubu yüreğinin derinine; ve kendi izbesinde, çarpan bir nefesle okuyor sığınmış her satırın yalnızlığını...


Gelecek bir zamanda, bir filmin jeneriğinde adı okunacak(ön kompartımandan gelen)çocuk, ''senaryolar yazıyorum, kasaba gazetesinde yazılar,'' diyor!.. Sohbet koyu ve bir kamera dokunulacak kadar yakın şimdi. Genç adam çocuğa dokundu! Hayalleri hayal olmaktan çıksın diye...

Siyah saçlı kızdan ses yok. Yürekte merakın kaygısı... 'Üstünü ört' diyor, suratındaki tokatın kızarıklığını örten çocuk: ''Sen ünlü bir yönetmen olduğunda kızlar gani'' Kaç gani o yüreğe örtü ki?
Meraklı yanakları al çocuk, yeni senaryolara iniyor sıcak simit kokulu istasyonda... Filmde kan ter içinde bir öfkedeyiz; anasını sattığımın adamı yürüsün ışığın vurduğu perdede diye!

Kampanalarda istasyon sesi... Badem gözlü kadın iniyor; gofretlerle ve çarşı kokan ekmeklerle... Yamaçtaki adam uzanıyor güleç bir minnetle, elindeki torbalarla pazara satılmış süt bidonlarına; bir de çocuklarının anasına... Düdük duyuluyor! Ağır bir gıcırtıyla hareket eden tren yalnızlığı bırakırken arkasında, kadınla adama köy yüzlü bir kurbağa katılıyor; terli önlüğünün oyuna karışmış tozuyla... Tren uzaklaştıkça hızlanıyor. Onlar; tren uzaklaştıkça yaklaşıyorlar.

Kumlara uzanalım diyor, arkadaşının aşkına ulak olan çocuk... Karpuz kabuğundan bir deniz, sıvanmış paçalara yan gelip yatılmış bir kumsal...


Kapıdan giren ışık hüzmesinde bir genç adam, hediye paketinde çikolata... 'Karpuz kabuğundan gemi yaptım' der gibi... Dedi!

Bir anne, bir baba, bir çocuk evlerinin huzuruna yürüyorlar sırtlarında e(K)mekleri... Size diyor, teşekkür diyor, o trende diyor, karşılaşmasaydık diyor... diyor... diyor... diyor. İki damla yaş yerinde duramıyor. Eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor. Bir hayat hayata akıyor, on evvel zaman önce...


Yazıda kastedilen ve uyarlanan şiir, Ö.Asaf'ın -kalın istasyonu-adlı şiiridir.

İlk Yayın Tarihi: 09.08.2008

4 Aralık 2009 Cuma

Hissesi Olan Küçük Bir Öykü Bu..

İlkokul üçteyken:

Bir sabah arkamdaki sıraya iki çocuk geliyor: Sessiz, sınıfın kalabalığından uzak, diğer çocuklara benzemeyen iki çocuk.

İlgimi çekiyorlar. Farklı, yalnız, kendilerine yabancı bir kalabalıkta birbirlerinden güç alan iki arkadaş. Koca bir sınıfın içinde iki kişilik gettolarına sığınmış, ötekilerden soyutlanmış iki çocuk.

Günlerden bir gün bir beslenme saati:

Bütün sınıfta hummalı bir telaş, herkes beslenme çantalarına yerleştirdiklerini sıraların üzerine çıkardıkları örtülere yayıyor. Bizim 6 kişiden oluşan kümemiz hemen onların gettosunun önünde. Onların sırası, benim arkamda ve sınıfın arka duvarının hemen önünde. Bir gün önce en amcam, sadece pastanelerde görebildiğimiz portakal sıkacaklarından almış bize, ve bir de tost makinesi; okul kantininde ve bir kaç kafeteryada gördüğüm, arada bir alabildiğim tostları yapan makinenin aynı markasının en küçüğünden: Ce-Zi-Ne... Markanın açılımını öğrenmişim amcamdan ve çok keyifle paylaşıyorum bu bilgimi...

O gecenin sabahında okula gitmeden önce, koca bir şişe portakal suyu sıktırıyorum ve 6 tane tost yaptırıyorum bizim küme için.

Hırçınlığını, farklılığını ve dik duruşunu sevdiğim şehrin zenginlerinden bir kuyumcunun kızı; sadece çizgi romanlarda koşturan köpeklerin ağzında görebildiğimiz, şehrin en sosyete kasabında satılan, henüz, seçkin ve sosyete yiyeceği olarak çok dar bir kesimin dışındaki mutfaklara girmemiş olan sosis dolu tabağını çıkarıyor. Sonra, kendinin bir şey yemeyeceğini söyleyerek sakın almayın der bir edayla sosisleri uzatıyor -ya da biz öyle anlıyoruz- tadı nasıldır acaba diye merakla bakıyoruz. Yutkunuyoruz ama istemiyoruz. Ve o, çıkardığı hızla sıranın gözüne koyuyor sosis dolu tabağı. Hepimizin aklı, 'sosis nasıl bir şey ki acaba' da kalıyor.

Bütün bir sınıf, her bir kümedeki şen lakırtılar eşliğinde keyifle yerken yiyeceklerini, bir an arkamdaki yalnızlığı fark ediyor ve onlara dönüyorum. Kendi tostumu ve sosislerini paylaşmamak için hiç bir şey yemeyeceğini söyleyen kızın tostunu onlara uzatıyorum. İkisi de ağız birliği etmişçesine kabul etmiyorlar ve belli ki bu konularda tembihliler.

Yıllar sonra:

Mağazanın kapısından uzun boylu kumral bir genç adam giriyor. Ben yaşlarda. Bir araba için vitrinde gördüğü karbüratörü soruyor. Fiyatını söylüyorum. Sonra tanışıklık vererek adını söylüyor. Sarılıp öpüşüyoruz; o iki çocuktan Hicabi bu. Hurdacılık yaptığından söz ediyor. Diğer arkadaşı soruyorum. Onun da kendiyle aynı işi yaptığından, sıklıkla görüştüklerinden, hatta birlikte olduklarından söz ediyor. Selam yolluyorum. Aradan bir kaç gün geçmişken diğeri de geliyor mağazaya... İkisinin arabaları da aynı marka bir kamyonet. Bir süre müşteri, arkadaş, dost olarak devam ediyor ilişkimiz. Sonra kopuyoruz ve uzun süre göremiyorum onları.

Yıllardan bir kaç yıl sonra:

Alacak tahsili için Belediyedeyim. Koridorda ilerken bu iki çocuktan adı Murat olana rastlıyorum. Sarılıp öpüşme faslından sonra, artık belediyede çalıştığını, hurdacılığı bıraktığını öğreniyorum. Hurdacılık işinde çektiği sıkıntılarını, sosyal güvencesizliğini, bizden arabası için aldığı yedek parçaların paralarını ödeme konusundaki zorluklarını bildiğim için seviniyorum onun adına.

Bir kaç yıl daha sonra :

Tarihi sebze hali ve şehrin nikah salonuyla birlikte bir sürü dükkanın olduğu bina, yerine daha modern bir alışveriş merkezi yapılmak üzere yıkılıyor. Önünden geçerken fark ediyorum ki üstlenici firmanın proje yöneticisi liseden beri arkadaşım olan, beraber eğlenip güldüğümüz, her türlü pervasızlığı yakıştıra yakıştıra yaptığımız C. Şehrin en zengin mütehaitlerinden birinin oğlu ve işin yüklenici firma adına taşeronluğunu yapıyorlar. Oralarda işim olduğunda sıklıkla yanına uğruyorum. Günlerden bir gün, onların inşaatın hemen yanına kurulu ofislerinde laflarken Murat'ı görüyorum. C. tanıştırmaya yelteniyor, biz sarılıp öpüşüyoruz. Öğreniyorum ki Murat belediye adına inşaatın kontrolünden sorumlu...

Bir kaç yıl daha sonradan bir kaç hafta sonra:

Yine o bölgede halletmem gereken işlerin arasında, arabayı onların inşaata park ettiğim için uğruyorum şantiyeye. Çaylar söyleniyor. Üç beş laftan sonra Murat izin isteyip bir iş için dışarı çıkıyor. C, Muratı insan olarak çok seviyor. Ama son bir kaç gün içinde yaşanan bir olaydan dolayı da gülerek ve birazda fırlamaca serzenişlerde bulunuyor.

Olay:

Binanın kazısı sırasında toprakları taşıyan kamyonlardan biri yükünü dolgu yapılan boş bir bölgeye boşaltırken aracın şoförü, boşalttığı toprağın içinden eski paraların ve altınların çıktığını fark ediyor. Niyetlerde bunları pay etmek varken, Murat durumdan bir şekilde haberdar oluyor. Onun tavrını sezdikleri için yoğun bir ikna çabası içine giriyorlar, çıkanları iç etmeyi düşünenler. En azından, kendi pay almasa bile görmezden gelmesini öneriyorlar. Murat bunların hepsini kulak arkası edip doğru müzenin yolunu tutuyor ve onları haberdar ediyor durumdan. Bugün şehrin müzesindeki önemli eserlerin bir kısmı onlardır.

Geçen gün yine yolda karşılaştık Murat'la, çocuklardan konuştuk. En çok onun çocuklarından... Karısından, çocuklarından, yuvasından söz ederken ki ifadeleri, yüzündeki mutluluk müthişti. Sonra ondan ayrılıp yürürken, onun üzerine upuzun bir yazı yazmayı düşledim. En çok okula geç kaldıkları sabahlarda mazeret olarak beyan ettiklerine takılı kalmıştım hep. Hazırlanamamak? Sormuştum kim hazırlıyor sabah okula sizi diye... Ablalar demişlerdi... O ablaları, onların yüreklerindeki paylaşma ve yardım duygusunu, dayanak olma hallerini hep merak etmiştim. Sonra ayağım hiç kesilmedi çocuk yuvalarından...

Murat, sadece bir tek kararıyla bile ve üstelik yoksul, kimsesiz bir çocuk olarak büyümüş olmasına rağmen insanlığını ortaya koydu. Emin olun C. onca zenginliğe ve varlık içinde büyümüşlüğe rağmen, eğer Murat gibi biri olmasa iç ederdi çıkan hazineyi. (En azından bir kısmını)

Hikayenin kıssadan hissesi ve önermesi şudur: Eğer çocuklarınız varsa, bir çocuğunuz daha olsun. Eğer çocuklarınız yoksa, bir kaç çocuğunuz birden olsun. Yolunuz arada bir de olsa kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların olduğu yollara çıksın. Aşağıdaki logoyu tıkladığınızda gittiğiniz yer de başlangıcınız olsun.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP