30 Ağustos 2009 Pazar

Sekssiz Aşk Aşksız Seks


Kadın demiştir sanırız: Sabah serinliğinde oynaşsam seninle. Öpsen koklasan... Dişlesem tenini...

Yazı; Ayşe Arman Hıncal Uluç röportajından yola çıkılarak 'bakalım sokaktaki vatandaş ne diyor' düşüncesiyle yan resimdeki mutlu çiftten adama uzatılan mikrofona onun söylediği herşeyin onun ağzından kaleme alınmış halidir.

Objektif habercilik anlayışımız nedeniyle ve sansüre hayır dediğimiz için; küçüklerden özür dileriz. Hatta 18+ diye bir ibare de koyarız!

Aslında kelimeyi, adamın yüklediği anlamdan bakarak çok da severiz. Arabadaki halin
mutluluğuna bakılırsa kadın da sevmiştir sanırız. Olmadı ona da sorarız. Söz dahil her hakkı saklıdır.

La Paragas Magazin Servisi


ben çok mutluyum...

yaa! yaşadığım o kaddar güzel ve farklı bir şey ki, o kaddar yani...

yaa! bu dünyada çok nadir bulunabilecek sipper bir kadın var ve o benim sevgili...

ben ondan uzak olduğum zamanlarda bile, onu düşünürek uyanıyorum...

ve her günümün içinde onunla dolu bir sürü şey var...

mesela, diyelim ki o yok hayatımda ve ben dün gece bir kadınla düzüştüm, yani seks yaptım...

akşam onu yollardım kesin...

ve bu sabah; lan niye seveceğim ve bütün gün onu düşüneceğim bir kadın yok hayatımda
derdim ve inanın geceden tek bir iz bile kalmazdı aklımda.. üstelik geceyi geçirdiğim kadın diyelim ki Monicca Belluci'ydi ...

benim hissedeceğim, güzel bir masturbasyon tadı olacaktı, bir de Monicayı becerdim duygusu ve onun egoma yansıması olacaktı, bir de skor tabelamda bir çentik daha... arkadaş muhabbetlerine meze bir de...

sevgiyle ondan söz etme, aklımda tutma, onu(!) özleme hali olmayacaktı...

bir tek hüzünlü kelimesinde, ufacık içine kaçmalarında, sevilen kadına sarılıp şefkatle öpme duygusunun tadını hissedemeyecektim...

ama onun! sadece kelimeleriyle bile sevişmek acaip keyifli. O anların içinde sevgi var, ben varım; onun kokusu, sıcağı, teni var...


O, sipper bir orospu(!)

benim şapşahane, şipşirin, yüreği kocaman orospum.

Onu çok seviom... valla bakın...

öperins

Kadın demiştir dedik: Istedim seni... Nefesini... Yetmiyor sevişmek, sarılıp uyumak gerek. Gülümseyerek uyanmak.


Görsel: 1964 doğumlu ve Moskova'lı sanatçı Anton Arkhipov'un bir eseridir.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Sanchez'in Çocukları... (The Children of Sanchez)

Sırtını Anthony Quinn' in büyük oyunculuğuna dayamış gibi durmakla birlikte... Ülkemiz insanlarına hiç de uzak gelmeyecek bir konuyu, yani az gelişmişliğin evrensel sorunlarını Meksika üzerinden anlatan ve bunları bütün çıplaklığı ile ortaya koyan, gözlerden biraz da ırak kalmış eski ve güzel bir filmdir.

Bütün amacı, bir ev ve toprak sahibi olup ailesini bir arada tutmak olan bir adamın iç dünyasını, günahları ve sevaplarıyla odak yaparken; tüm gelişmekte olan ülkelerin, birbirinin benzeri yoksulluğunun hayatlarda yarattığı sıkıntı, karmaşa ve politik sorunlarını da Sanchez karakterinin etrafından anlatır.

Filmin, Chuck Mongione tarafından yapılmış ve Gramyy ödüllü müzikleri, sinema tarihinin en karizmatik, en vurucu eserlerindendir.

...


Bugün kelebek olmak istiyorum, sabahı yalnız düşüncelerle beklerken.
Uyandığımda kelebek doğmak, uyuduğumda kelebek ölmek...
Gün kanatlarına sarmalansın, her haliyle ışıldasın kelebek.

Yüzünde; hiç bir zaman kırıntısı, görmeye alışık olduğum çizgileri bırakmasın.
Ömrü yalnızca bir gün olsun fazla değil...
O yaşarken her yer ıhlamur koksun, o yaşadığı için.
Sonra sussun suskunluk, bir ölme biçimi olduğu için...

Bugün bana kelebek olduğumu söyler misin?

28 Ağustos 2009 Cuma

Alt Yazı... Hey Dostum!



Aslında kalabalık içinde yaşamakta mümkündür özgürlüğü... Özgürleşmenin kazandırdığı minnetsiz bir dik duruşun vardır artık... Cephanen yeteri kadar birikmiştir. Bunların tümü, zaten seni her türden kalabalığı ele geçirecek düzeyde özgürleştirmiştir, kendi türkülerini söyler ve dinletirsin. Bu bir sorumluluktur da, özgürleşmeyi öğretmek için...

Senin düşüncelerine bakınca, felsefenin sahibini de doğru algılayınca, kuramsal olarak katılmakla birlikte; başka felsefelerden de beslenerek, kendini koruyarak direnmenin mümkün olduğunu da düşünürüm. Yani insan kaçmadan da, bedelini göze alıp özgür kalabilir. Zaman öğretiyor sanırım, fark etmeyi ve direnmeyi yaşatarak.

Aslında prangayı; -ama tüm düşüncelerimi (söyleyecek) yazacak olursam, yazımı okuyacak olan çoğunluk tarafından "isyankar, aşağılık, toplumdan sürülmeye layık, rezil..." olarak nitelendirilme olasılığım bir hayli fazla -diyerek, kendine vuruyorsun zaten;)

Kendi türkülerimizi söyleyecek kadar bedel ödedik. Artık söyleme zamanı...

Prangalar vurmadan!

Into The Wıld üzerine konuşmalardan


Görsel:Videlec.org

Bir Gün Saçmalama Hakkımı Kullanmışım.


Sanırım bir filmin hangi ülkeye ait olduğunu anlayabilir misiniz ya da nasıl anlarsınız diye bir soru sorulmuş ki bir forum ya da bir sohbet esnasında, ben de ''o'' hakkımı kullanmış ve şunları sıralamışım:

...Örneğin, filmin aşağı yukarı her mekanında ve her anında, karakterlerin elinde yiyecek içecek bir şeyler olması mutlaksa!.. Film bana bağırırır, ben Amerikalıyım diye... Eldeki bardak ya da tabakımsı, karton dışı bir şeyse! Film Avrupalı da olabilir. Bir de, Avrupa sinemasının derdini illa da bir aksiyona yüklemek yerine, insanın derinlikleri üzerinden anlatmasından dolayı Avrupa Amerika ayrımını da yapabilirim sanırım.

Eğer filmde sancılı ve olağan dışı bir aşk(ilişki) anlatılıyorsa... Genelde düzgün kesilmiş parke taşlı ıslak sokaklarda yürünüyorsa... Ya da, kır yollarda arabanın silecekleri yağmura yetişemez bir hızda çalışıyorsa... Bazı sahnelerde trençkotunun yakalarına sığınmış bir adam; gözleri uzaklara sabit, kafasındaki acabalarla endişeli bir bekleyiş içindeyse... O esnada bir kısım seyirciyi sıkıntı da bastıysa... Hele bir de, arkada uzak açıda Eyfel Kulesi görünüyorsa, bu kesin Fransız filmidir derim.

Eğer film siyah beyaz ya da kendine özel mat bir renklendirmeye sahipse... Büyük bir estetik kaygıyla fotoğraf tadında kareler veriyorsa... İnsanlar, sokaklar ve binalar tüm gördüklerimizden ve normallerimizden biraz daha farklı ise... Ve bir nehir de varsa filmin kıyısında köşesinde bir yerde... Bolca kır bayır görüyorsam... Kış şartları çetin ve şapkaların kulakları kapalı ise... Hele bir de caddelerdeki araçlar her gün gördüklerimizden farklıysa... Oyunculuklar derin, sanatsal, ekol, hatta teatral bir estetiğe sahipse... Az konuşulup çok şey anlatılıyorsa ve siz de sabredebildiyseniz! Bu kesin Rus filmi derim.

Eğer bir kişi bin atlıyı hallediyorsa... Bir burçtan öbür burca uçuyorsa... O esnada ''bir şehir efsanesi'' olarak kolunda saati gözüküyorsa... Bir de tarifeli uçaklardan biri geçiyorsa gökyüzünden... Bu da kesin Türk filmidir derim. Sanırım... Ve o filmi daha özel severim.


Her karede insanlar önüme öbek öbek yığılmış ve onların kalabalığından ne olduğunu görüp anlayamıyorsam... Film bittiğinde de bu neydi ya dediysem! O da, Çin filmidir.


Olur olmaz yerde biri şarkı söylüyorsa ve gözleri bir süre sonra açılacak bir mazlumsa... O Hint filmi olmayabilir de! Buradaki ayrımı iyi yapabilmek gerekir sanırım...
Bugün ''home office''çalışıyorum da, tenefüse çıkınca koptum biraz... Çocuk heyecanıma verin.

Demişim ve yazıyı bir kenara fırlatıp atmışım evvel zaman önce. Elime geçti de bugün... Birde gündem üzerine zehir zemberek şeyler yazacağıma, bu da bir önceki postun devamı olacağından... Boşver onları, bırak bunları dedim akıp giden zamana...

Görsel:Videlec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP