7 Ağustos 2009 Cuma

Janjan' ı İzlerken Ne Çok Şey Düşünmüş, Masumiyeti Ne Kadar Çok Sevmiştim...


''Aşk her zaman masumdur!''
tanıtım yazısından


Filmin; üzerinde çok tartışılan, ucu açık ve anlaşılamaz olarak nitelenen finali bence: Aşk karşısındaki toplumsal iki yüzlülüğün ve bireysel bastırılmışlığın sonucunda oluşmuş bir karşı koyuş ve yargılamayla, vicdan arasında sıkışmışlığın ahlakını ortaya koyan bir resimdi...

Benzer bir duyguyu, Türkçe adı Yasak İlişki olan The Bridges Of Madison County' yi izlerken izleyicide hissetmiş ve üzerine düşünmüştüm. Emindim ki, oradaki ''yasak'' aşka tüm salondakiler sempatiyle ve şefkatle bakıyorlardı. Ama şundan da emindim ki, sinemadan çıkınca izleyicilerin çoğu ''kurt'' adam ve kadın olarak, gerçek hayatta aynı olayın celladı olmaya hazırlardı. O gün, hayatın aslında gönülden geçenle, toplumsal ahlakın paradoksu üzerine kurulu olduğuna bir kez daha gülmüştüm.

Janjan' ı izlerken de, o filmde izleyici olan kültürün gerçek hayattadaki karşılığını gördüğümü düşündüm...

İnsan olarak duyguların samimiyetini anlama gerçekliğini öğrendiğimiz, bireysel anlamda kendimizi özgürleştirdiğimiz, kendi yaşayamadıklarımızı başkalarına yaşatmama duygusundan vazgeçmeyi becerdiğimiz günden itibaren; kendi yok ettiğimiz insanlardan türbesel efsaneler yaratıp, hayat boyu günahlarımızın affı ya da isteklerimizin gerçekleşmesi adına duaların arkasına sığınıp, genetik ve suni bir vicdan rahatlatmaktan vazgeçeceğiz sanırım.

Oysa, hayat ne kadar basit!.. Biraz hoş görü ve biraz da sevgi, sadece bu...

Sinemasal anlamda bir ilk film olarak iyi niyetli, ışığı ve mekanları güzel kullanan, sempatik, ama bende hep kısa film olsaydı duygusu yaratan, yönetmeni açısından umut vadeden, heyecanla ve samimiyetle çekildiği ve oynandığı her halinden belli olan, bu yüzden de olumsuz eleştiri yapmak noktasında kıyamadığım hoş ve masum bir filmdir benim için, Janjan.

Yine de; sanki kısa film olsa, derdini daha mı dinamik anlatırdı demekten de kendimi alamıyorum bir türlü... İzlemekte yarar var!

6 Ağustos 2009 Perşembe

Cümleyi Çaldım, Hırsızlığımı Sevdim;)



izin ver.. susuyum sözlerimde.. gözlerim anlatsın kalbimi; veya gözlerime bak, göz kalbimi; ben anlatamıyorum..


Cümleler vardır, okuduğunuz anda çarpar sizi... Ve hatta içinden iki kelime dağları taşları aşırtır... Bugün, blogları dolaşırken, en sevdiklerimden Pesimist Rapci'deki yazının içinde vurdu cümle beni... Ve sevmek olgusunu bu kadar yalın ve içten anlatan kaç cümleyle karşılaştığımı düşündürttü bana... O kadar hoştu ki; dayanamadım ve izinsiz yayınladım. En çok da sizi mahrum kılmak istemedim bu şahane yazıdan.

Şahanesin Enes; her zamanki gibi...

Yazının tamamı için, buradan lütfen

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Yanı Hep O Küçük Kız Çocuğuydu...

Sen de ne aradığını bilerek yürüyordun aslında; daha yolun başındayken firen vardı senin; bütün hayatın boyunca en çok ihtiyaç duyduğun yoktu...

Kırıldığında kalbini onarsın istedin, hasta olduğunda başucunda... Hata yaptığında dozunda bir sertlikte, ama yine de sımsıcak bir kalple yanında olsun istedin...

Başardığında aferin kızım desin, saçını okşasın, seninle gurur duysun; başaramadığında, olur böyle şeyler kızım deyip yanağına eli değsin istedin...

Gerekirse bağırsın, hatta tokat atsın, razıydın.

Biri sana yanlış yaptığında, karşısına dikilsin istedin; ya da varlığı sana zarar verilmesine engel olmaya yetsindi.

Okul çıkışında elinden tutup seni eve götürsün; giderken belki de sana çikolata alsın istedin...

Sen sıcacık evinizde beklerken; o elinde ekmekle kapıdan içeri girsin, sen koşup hoş geldin diyesin, o seni kucaklayıp öpsün istedin...

Sofranızda ne olursa olsun önemi yoktu; yeter ki o olsundu... Ama yoktu.

Kimseler yerini dolduramadı. Kimseler senin o küçücük yüreğini, o yürekteki kocaman yangını göremedi...

Üstelikte yarana tuzlar döktüler.



Çoğu zaman, sen serpilmiş ve uyurken, tanrıya dua ederdi belki biri; sen hiç büyüme diye...

Yüzündeki huzura bakıp, basit yanlış anlatmalar yüzünden çektiğin acılara ağlardı belki bir diğeri.

Ufacık meselelerin yarattığı büyük sonuçlara nasıl yanardı belki öteki...

Sanırdın ki o olsa, başına gelenler gelmez.

Sen belki birinden, diğerinden, ötekinden her şey olmasını bekledin.

Derin öfkelerle yarattığın yel değirmenleriyle savaşan şövalyeler olmasını bekledin.

Onlar belki şövalyelerdi. Oysa, belki hayat gerçekti; onunla uzlaşan bir çatışma içinde olmak gerekti.

Asla teslim olmadan!


Zaten gerçek gözlerle bakabildiğinde, kendine güvendiğinde; cennetleri yaratan sen değil miydin?



Bir yaz ayazının taşlarına çarpan bedenden sızan kankarası harfleri bir araya getirdiğimde, yukarıdaki öykü çıkmıştı ortaya... Olay yeri inceleme yaralı bedeni ambulansa yüklerken, son nefesindeki kalbin isyan etmiş kelimelerini duyabilmiştim son kertede; usul ve dingin tiktaklarla şunu haykırıyordu : '' Siz üzerinizdeki elbiseler olmadan insan değil misiniz ?'' ...

Bedenin tebeşirle betona çizilmiş silüetiyle başbaşa kaldığımda: Her türden ahlaksızlıkları ceset torbalarında taşınan ''enkır''ların haber bültenlerine malzeme olan; ve üniversite sınavlarına girdiği yılki başarı derecesiyle değil de; genç, özgür ve kadın olmanın dik duruşuyla değil de... Bir tavrın, bir haykırışın içinden en malzeme, en magazin yanın öne çıkarılması halinin, kartviziti yapılmış çıplaklık haberlerine kustum.

Usul ve sessiz bir özürle...

4 Ağustos 2009 Salı

Polonya ve Türkiye...


Yıllarca, aramızda hiç bir bağın olamayacağını düşündüğüm ülkelerden biriydi Polonya. Lise boyunca, arkadaşlarla kafamızda kurduğumuz gezi planlarında adı bile geçmezdi örneğin. En basitinden gezmek için yurtdışına gidecek olsak, o ülke Polonya olmazdı muhtemelen...


Hayat en büyük üniversiteymiş gerçekten. Sadece üniversite okumak ayrıcalığına!! kavuşamayan kişiler anlamlandırmıyormuş bu klişeyi. Yaklaşık iki hafta önce bir kaç günlüğüne bizde kalan Polonya'lı bir misafirimiz olmasa, ya da organizasyon kapsamında örneğin Amerikalı biri bizim eve düşse, Polonya benim için çok uzak bir yer olarak kalmaya devam edecekti. Üstüne üstlük, okuduğum bölüm icabı Amerika'nın kuruluşunu ezbere bilirken (aramızda bize dayatılanlar dışında hiç bir kültürel bağ olmamasına karşın) , ayrı bir ders olarak okutulabilecek zenginlikteki Polonya-Türkiye ilişkilerinden haberim bile olmayacaktı. Obama aslında Türk vs. gibi saçmalıklara bile, Polonya'yla aramızda ufacık bir yakınlık bulanabileceğinden daha fazla ihtimal verecektim belki de.


Yabancı bir misafiriniz olduğunda, onun ülkesi ile sizinki arasındaki benzerlikler hakkında araştırma yapmak gereği doğar ev sahibi aile için. Bizde de bu iş için en uygun aday ben olduğumdan ve Lehistan'la Osmanlı'nın bir kaç münasebetinden başka bir şey bilmediğimden; ortaya çıkan "Off şimdi bütün Ana Britannica'ları, Meydan Larousse'ları dökmek gerekecek" sıkıntısıyla başladım sağı solu kurcalamaya. Daha doğrusu kurcalayacaktım, eğer ilk elimi attığım yer olan internette anında bir ton bilgi bulmasaydım! Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp gerçekten...

***Osmanlı-Haçlı savaşlarında çok sayıda Polonya'lı asker bulunurmuş, yani aramızdaki ilk ciddi ilişkiler 14.yy'da başlamış.

***2. Viyana Kuşatması'nda; lise boyunca bize bir çok kez anlatılan Kırım Hanı'nın, savaşmaktan kaçarak açtığı boşluktan girerek Viyana'yı kurtaran kişi, bize hiç anlatılmayan Lehistan kralı 3.Jan Sobieski ve ordusuymuş.

***Polonya 18.yy'da Alman-Rus ve Avusturya'lılar tarafında haritadan silinince, göçmenlere yardım eden ülke Osmanlı olmuş ve onlar için İstanbul'daki ünlü Polonezköy (Adampol) kurulmuş. Bu köyü zamanında fransız yazar Gustave Flaubert gibi isimler ziyaret etmiş, Leyla Gencer burada doğmuş ve bir çok Polonyalı devlet adamı yakın tarih boyunca burayı ziyaret etmiş.

***Polonya Cumhuriyeti de Türkiye gibi 1.Dünya Savaşı'ndan sonra (1918'de) kurulmuş. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk tanıyan ülke ise yine Polonya olmuş.

***2. Dünya Savaşı sırasında Almanlarca işgal edilen Polonya'nın, Türkiye'deki büyükelçiliğine de el konulmak istenmiş; ancak dönemin cumhurbaşkanı İsmet Paşa aramızdaki dostluğu anlatarak Almanlara izin vermemiş.


İlişkilerimiz ana hatlarıyla böyle, gerekirse ayrı bir kitap yazılabilecek kadar detaylı bilgi de toplanabilir. Uzun lafın kısası Polonya, benim adıma Lehistan, Roman Polanski, bir kaç futbolcu ve nobel ödüllü edebiyatçılardan çok daha fazlasıymış.


Not: Fotoğraf, Alanya'nın kardeş şehri Wodsizlaw Slaski'li heyetin Alanya'ya bir ziyaretinde çekilmiş.

Vatan Elden Gidiyor, Çaresine Baksana !


Bizi Yakacaklar!..

Bu yeni kurtuluş savaşımızın ''farkındalık'' belgesi, acil koduyla ve sabah sabah e-postama düşürülmüş , ben de paylaşmak istedim; duyarlı bir vatansever olarak... Bir duyarlı kepabçımız reklam broşürüne bastırmış, hem de harfi harfine ve elbette yüksek vatandaşlık bilinciyle...

Ey kapitalizm nelere kadirsin!

Okuyun ve uyanın, ve asla asimile olmayın...


Diyet, perhiz, rejim gibi faaliyetler hedefte Türk delikanlılarının ve genelde de Türk milletinin devamını engellemek için dış mihraklar tarafından gündeme getirilmiş şuurlu bir düzmecedir. Gaye, eskiden bir koyunu, bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp, elde orak tarlada çalışmaya devam eden Türk kadınlarını; kalori hesaplayan, hapşırınca yatağa giren, fitness ve aerobik yapan çıtkırıldım tiplere dönüştürmek ve Türkleri Çinliler, Japonlar gibi sıska, zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.

İcabi halinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir babayiğidin, kalori hesaplayan, yoğurtlu kebabı reddeden bir züppe haline getirilmesinden daha büyük bir soykırım olabilir mi?

İç yağının, kuyruk yağlarının, anamızın Vita yağının kolestrol yaptığı palavradır.




Kolestrol, kebapları yedikten sonra

iki şise soda içerek ayarlanabilecek bir gaz durumudur.

Sakın bu oyuna düşmeyin.



Feminizm, kadın hakları, çevre şuuru ve eşitlik adı altında Türk kızlarının akılları çelinerek, yemek yapmayı bilmeyen, bizim istikbalimiz olan yavrularını, abuk subuk yiyeceklerle yetiştirecek, damak zevki gelişmemiş, sunta kılıklı diyet bisküvilerini yiyecek sanan bir hale getirmişlerdir.

Ayrıca kör olası dış mihraklar, bu kızlarımıza kebap, soğan, çiğ köfte vb. Lezzetleri yiyen, bardak bardak şalgam suyu içen yiğitlerimize hanzo-kıro gibi sıfatlar takmayı öğretmişlerdir.

Ayrıca son yıllarda moda gibi gösterilmeye çalışılan Çin mutfağı diye birşey yoktur. Bu sözde mutfak, acaip zerzevat ile acaip mahlukatın, wog adı verilen bir tencerede yarı pişmiş yarı çiğ olarak hazırlanıp insanlara eziyet olsun diye sopalarla yenmesinden ibaret bir hokkabazlıktır. Sakın kanmayın, sakın yemeyin. Helal değildir!

SİZ KEBAP, CİĞER KAVURMA,NOHUTLU DÜRÜM, BEYRAN VE MİS GİBİ FISTIKLI BAKLAVA YEYİN.

Unutmayın su uyur, düşman uyumaz!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP