31 Temmuz 2009 Cuma

Yol Arkadaşım

Bizi aynı küvette yıkadılar.

Beraber korktuk sudan, beraber yaşardı gözlerimiz sabun köpüğünden.

Ben sana adını hiç sormadım ben doğduğumda adın zaten vardı aklımda.

Ben senden öncesini ve senden sonrasını hiç düşünmedim.

Biz aynı yatakta uyuduk. Aynı sobanın sıcaklığı ısıttı vücutlarımızı.

Altı üstü mahallelimdin akrabam bile değil, altı üstü yan komşumun kızıydın.

Ben seni bir kardeşi sevebileceğim gibi sevdim.

Aynı numaraydı botlarımız, okul eteklerimizse hep kısa...

Ben aklımın erdiği yaşta senden başka bir kimseyi senin gibi sevemeyeceğimi anladım.

Ben senin düğününde içip sabahlara kadar oynamayı düşledim ve doğacak ilk çocuğuna getireceğim patikleri…

Sen beni üzeceğin gün lanetlenmeyi diledin, mektupların hep kapalı kutularda sonsuza dek saklanmayı bekledi.

Sen derdim için kendi derdinden vazgeçtin.

Sende beni çok sevdin…

Şimdi seni; bu al yüzü, bu bir çift güzel gözü; ıssız, soğuk, karanlık hastane odalarında görmek, refakatçi halimde sabahlara kadar izlemek aklımdan geçmezdi.

Şimdi yetmeyen nefesin, nefes alıp verişin çınlıyor kulaklarımda

Şimdi upuzun saçların beyaz çarşaflara seriliyor.

Şimdi yaşının gençliğine hastalığının yaşlılığına isyanlar okumak geliyor içimden

Şimdi sana bakmak canımı yakıyor


Çalsalar ömrümden, hepsi senin olsa…


captaiin

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Sibirya Berberi



Rus sinema geleneğinin geniş planlar içeren çekimlerinin...

Estetik kaygılar taşıyan nitelikli kamera açılarının...

İyi oyunculukların...

Müziğin ve dansların;

Çarlık Rusyasının görkemli atmosferini; coşkulu, görkemli ve dokunaklı bir aşkı hüzün ve mizahla tatlandırarak daha da parlattığını vurgulamayı, sinemanın ne olduğunu hatırlatan bu güzel filme karşı bir sorumluluk addederim.

28 Temmuz 2009 Salı

Doğa Düğünleri...(+16:))

.......

Tam bu sırada beyaz kanatlı ve kanatlarının üstü üç siyah benli bir kelebek peydahlanmıştı. Çiğdem hemen sustu. Kelebek, çiğdemin üstünde sevdalı sevdalı uçuyor, konayım mı konmayayım mı diye düşünüyormuş gibi çiçeğin önünde kanatlarını çırpıyor, süzülüyor, süzülüyor, sonra uzaklaşıyor, havada acaip kıvrımlar çizerek türlü cambazlıklar ediyor, yine dönüyor, çiçeğe yaklaşıyor, aynı oyunları tekrarlıyordu. Nihayet, çiçeğin önünde bir hayli süzüldükten sonra, kondu. Konar konmaz da çenesinin altına kıvrılmış olan hortumunu bir fil hortumu gibi uzatarak çiçeğin içine, dibine daldırdı. Belli ki kana kana bir şey içiyordu. İçtiği şey azaldıkça da başını ve hortumunu daha derinlere sokmak zorunda kalıyordu. Çiçeğin içine sokuldukça başı çiçeğin toz torbalarına sürtünüyor, çiçek sarsılıyor ve torbalardan sarı bir buğu gibi sızmış olan tozlarla başı, boynuzları, göğsü, her yanı sapsarı kesiliyor, pudralanıyordu. Artık kanmıştı. Yavaş yavaş geri çıkıyordu. Dışarı çıktıktan sonra ön ayaklarıyla yüzünü, gözünü sildi ve hemen uçtu, gitti.

- Artık düğünüm de başlıyor. Bu gelen ilk dünürdü, ilk düğün elçisi. Ona sarı tozumu yükledim ve başka bir çiğdeme yolladım. (s.46)

.......

- Bu elçi seni bu koskoca yamaçta, bu taşların, çalıların arasında nasıl gördü, nasıl buldu?

- Onlar da sizin gibi şatafatı severler. Reklam tekniğinin renk ve ışık oyunlarına kendilerini kaptırırlar. Çiçeklerimin parlak sarısı onun dikkatini çekmek, gönlünü çelmek içindir. Onun gözleri bu rengi iyi seçer. Akçiğdemin elçisi de bir gece kelebeğidir. Çünkü ak, gece karanlığında en iyi seçilen, en çok göze çarpan renktir. Bu renkler sizin otellerinize, dükkân ve gazinolarınıza müşteri çekmek için türlü renklerle yaptığınız afişlerden, ışık oyunlarından başka bir şey değildir. (s.47)

.......

- Bizimkiler de öyle. Bu aşık beni ne gül hatırım için, ne de çiçeklerimin parlak sarısı için ziyaret eder. Onu da bana bağlayan şey, ne yazık ki dünyadaki alakaların en hasisi, yani menfaat duygusudur. İşte gördün. Konara konmaz onun için hazırladığım şerbeti sömürmeye başladı ve kana kana içtikten sonra bir lahza bile durmadan çekip gitti. Fakat ben de ona tatlı şerbetimi boşuna ikram etmedim. Bu ikrama karşılık onunda bana göreceği bir hizmet var: Şerbetimi öyle kolayca içivereceği bir yere koymadım, öyle yere koydum ki onu içmek için başını çiçeğimin içine soktuğu zaman, başı antenlerime sürtünsün ve böylece yırtılmak zorunda kalan veya zaten yırtılmış olan torbalarımdan dükülen tozlarım onun başına, göğsüne yüklensin ve bunları şerbetini içmek için gittiği başka bir çiğdeme iletsin. (s.47)

..........


Yaz başından beri bloga pek dokunamayan ve yazma ve yorumlama konusunda son derece kısır olup alemden de uzaklaşmış ben her sabah kalktığımda, ilk iş kitaplığa bir göz atıyorum. Bu sabah elimi attığım kitap Tubitak yayınlarından çıkmış, ilk basım tarihi 1957 olan ve ülkemizde bitki sosyolojisi bilim dalını kurmuş Prof. Dr. Hikmet Birand' ın (1904-1972) yazmış olduğu Anadolu Manzaraları idi.

En sevdiğim kitaplar listemde yeri olan bu kitap, tam ve gerçek bir doğa sosyolojisi. Yazar, tıpkı yukarı bölümde alıntıların yeraldığı Ankara Çiğdemi örneğinde olduğu gibi; doğanın işleyişini ve onun fertlerinin herbirini, tıpkı insan topluluklarını araştıran sosyologlar diliyle ve zaman zaman bir röportajcı uslubuyla anlatıyor. 119 sayfalık kitap, sıcak yaz günlerinize, hem fiyatı ve kolay okunabilirliği hem de içinde dolaştığınız doğayı kendi dilinden anlatıyor olması özelliği ile taptaze serinlikler ve çokca keyif katabilir. Tavsiye edilir. Seyahat çantanızda bulunması fazlasıyla yararınızadır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP