8 Aralık 2008 Pazartesi

Bir Varmış Hâlâ Varmış...

Bir bayram yazısı yazmayı düşünürken; iki gündür çekmekte olduğum diş ağrısının molası sayesinde derin ve keyifli bir uyku çektiğim gecede rüyamda birini gördüm. Huzurlu bir geceye çok yakışan bu kişinin masalını, sabahın günü henüz ışımadan, yüzümde tatlı bir gülümseme ve içimdeki bayram coşkusuyla sonsuzluğa aktarmak istedim.

Çok evvel zaman önce bir gün, bir güzel baba her pazar olduğu gibi eşi ve çocuklarını almış yakın bir kasabadaki pideciye götürüyormuş. Çocuklar arka koltukta karşıdan gelen arabaların markalarını önlerindeki kağıda çentikleyip; gidecekleri yere varana kadar hangi markadan kaç tane göreceklerinin çetelesini tutarken, kimin seçtiği markanın kazanacağının da oyununu oynuyorlarmış.

O kasabaya yaklaştıklarında baba anneye girdikleri bir virajın yanını göstererek, o günlerde şehirde dilden dile dolaşan olayın ayrıntılarını anlatıyormuş. Konuşmalara oynadıkları oyuna uzak kalarak kulak kesilen çocuk; o virajın sağdaki küçük uçurumuna düşen aracın sağ koltuğunda oturan, şehrin en tanınmış ve en zengin ailelerinden birinin üniversiteyi daha yeni bitirmiş çocuğunun ölümün eşiğindeki halini gözünde canlandırmış. Ve yaşamının önemli hatıralarından biri orada başlamış.

Aradan yıllar geçtikçe çocuk büyüyüp serpilmeye, hızlı ve militan hayatlarla birlikte hızlı aşklar yaşamaya başlamış... Bir gün arkadaşlarıyla sinemaya giderken şen şakrak; sakatların kullanacağı özelliklere sahip otomobilin direksiyonundan inip, uzun boylu heybetli ve güzel bir genç kadının yardımıyla onun aynı arabanın bagajından çıkardığı sakat aracına binen sakalı tertemiz ve yakışıklı adama dikkat kesilmiş. O günden sonra o virajdan her geçişinde artık uçuruma yuvarlanmış arabayı hayal ederken, yan koltuktaki resimsizliğin yerine somut bir yüz de koyar olmuş.

Aradan biraz daha yıllar geçmiş; anlatıcımız hızlı aşkların yanına hızlı araba kullanmaları da katmış. Bu arada masalın girişini yapan öykünün devamını göremeyen ilk anlatıcı(baba) ölmüş. Erken yaşta büyük sorumluluk yüklenmek zorunda kalan anlatıcı; işler için sıklıkla İstanbul'a gittiğinde kaldığı dayı evinin karşı komşusu, Yunanistan Türklerinden bir avukat abla ve en az onun kadar esprili hoş sohbet eşiyle tanışmış. Her gidip gelmelerinde ağırlıklı olarak anlatıcının yeni yetme düşünceleri üzerinden siyasetten sinemaya, insan ilişkilerinden küçük hayat hikayelerine çok keyifli sohbetler yapar olmuşlar.

Biraz daha yıllar sonra anlatıcımız kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızı gönül defterine yazmış. Onla tanışıp çıkmaya başladıktan bir süre sonra, güneşli bir bahar sabahına içinde kuşlar öterek uyandığında, camdan içeri süzülen güneşin sıcağında odasını temizlemekte olan annesine ilk sözü; anne ben aşık oldum olmuş.

Bu olayın üç yıl sonrasında; kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kızla evlenip yıllar sonra bir öfkeye mahkum ettik herşeyi bir yemin ettim ki dönemem anına kadarki evrede iki süper çocukları olmuş. Bu süreç içinde kırmızı ışıkta arabanın önünden geçerken görüp evlenilen kıza bir butik açmaya karar vermişler.

Dükkan ararken, yolları o virajda yuvarlandığında ölümden dönüp belden aşağısı felç olan sakalı tertemiz ve yakışıklı adamla kesişmiş. Onların projesi binada uzun boylu, heybetli ve güzel kadın adına kayıtlı dükkanı tutmuşlar. Bu vasıtayla hep aklında olan hikayenin kahramanıyla çok yakın olurken, kadının nasıl asil güçlü ve yüreği kocaman olduğuna bu kez çok yakından tanıklık etmiş anlatıcı. O kadını çok sevmişler. Sonra işlerini biraz daha büyütünce kırmızı ışıkta beklerken aracının önünden geçen kız, o dükkandan başka bir dükkana geçmiş. Orada da müşteri olarak devam etmiş ilişkileri...

Bir gün İstanbul'dayken anlatıcı; yine kurulmuş masanın etrafında dayı çocukları ve karşı komşu çiftle sohbetin derinindeyken, bir an söz anlatıcımızın yaşadığı şehire gelmiş. O güne kadar bunu bilmeyen, doğal olarak bu da dayılarının şehrindendir diye düşünen avukat abla söylenen şehrin şaşkınlığıyla orada benim bir arkadaşım var diye anlatmaya başlayınca; öykünün eksik yanı o masada tamamlanmaya başlamış.

Bu çok sevgili avukat ablamız hani Yunanistan Türklerinden demiştik ya!.. Meğerse bu ablamızla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin karısı uzun boylu heybetli ve güzel kadın çocukluk arkadaşıymışlar.Üniversite yıllarındaki abimizle bu güzel ablamızın ilişkilerinin en yakın tanığıymış avukat ablamız. O gün hayatın bu kesişmesine tebessüm eden anlatıcımız, can kulağı ile dinlemeye başlamış.

Uzun boylu heybetli ve güzel kadınla sakalı tertemiz ve yakışıklı abimiz bir birlerini çok ama çok seviyorlarmış. Uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi de çok çok zenginmiş... Kazadan sonra bu sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizin yanından bir dakika bile ayrılmayan uzun boylu heybetli ve güzel kadının ailesi onunla evlenmesine karşı çıkmış.

Her türlü ikna çabası çare olmayınca engeller koymaya başlamışlar. Ama hiçbir şey uzun boylu heybetli ve güzel kadının önüne engel olamamış. Her şeyi elinin tersiyle iten kalbi kocaman, uzun boylu heybetli ve güzel kadın İstanbul'u ve o yaşamı bırakıp sakalı tertemiz ve yakışıklı abimizle evlenmiş. Çok mu ama çok mu güzel bir kız çocukları olmuş. Birlikte kurdukları mimarlık şirketi kentin en güzel işlerini çıkaran büro olarak, tıpkı aşkları gibi çok çok güzelllikler katmış şehre...

Ve onlar her konserde, yemekte, toplantıda, kısaca bulundukları her sosyal ortamda bütün bir kentin gerçek ve içten bir saygıyla önlerini iliklediği insanlar olarak yaşamışlar, yaşıyorlarmış...

Ve izleri yeni yüzyılın bir efsanesi olarak, tıpkı Ferhat'ın Şirin için deldiği kayalar gibi; ama bu kez birlikte yaptıkları binalarda yaşayacakmış...

Kocaman aşklar ve iyi bayramlar dileği ile zamanın sonsuzluğuna...

Resim,Gustav Klimt'in Tree of Life adlı tablosudur.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Düşüm Ağrıyor

Akşam üzeri sinyal veren diş, gecenin en çaresiz saatine pusu kurup kalleş kalleş vurmaya başlayınca... dişime bir düş koyup yastığıma bir ''O'';  yanağımı yanağına gömüp ağrımı orada dindirirken, saçıma değen ellerde uyumuşum.

Yanağın yanağında ellerin sıcağındayken, kafayı bana takmış ağrı kör bir pusudan vuruyor bu kez. Ben kan revan bir son hamleyle direniyorum, sabahın ışıklarına çıkmak için... Uyku gözlerimin ucunda, el yordamı düş arıyorum.

Diş filistin askısı oluyor, gece kalleşleşiyor.

Yakıştıramıyorum geceye işkenceyi, kıyamıyorum bir de... Suçu ihmallerime yüklüyor; iki doz ağrı kesicinin kucağına bırakıyorum kendimi.

O usul usul dindirirken ağrımı; düş usulca sokuluyor yanıma. Uyandırmamaya gayret ederek, sarılıyor sırtımdan. Başını gömüp iki omuzumun arasına, kokumu çekerek içine davetsiz ve sevgili; sıcağına ekliyor beni.

Sabaha onsuz uyanmak istemiyorum...

4 Aralık 2008 Perşembe

İki Film Ve Ken Loach

Öncelikle Ken(neth) Loach'tan söz etmek istiyorum. Aslında piara dayalı, kaçınılmaz bir biçimde kazanç üzerine kurulu bir sistemde yaşamak zorunda olan bir endüstrinin içinde, ta başından ortaya koyduğu politik tavrından hiç ödün vermeden aynı dik duruş ve aynı minnetsizlikle sistemin içindeki her insanın saygısını kazanmayı başarmış, çok özel ve bağımsız bir markadır kendisi.

Bunu sağlayan en önemli özelliği, içindeki yoğun hümanizm, ince ve çok nitelikli mizah duygusu, sisteme karşı anarşist duruşla birlikte kullandığı sinema dilinin çok özgün, yoğun bir derinlik, bilgi birikimi, kuramsal değerler içeririken de anlaşılır olmayı başarmasıdır. Bu başarının diğer bir sırrı da kimseleri kandırmaya yönelik reklam çabaları içermeyen, kasılmayan, hayatı özümsemiş (ermiş) samimiyetidir.

Ken Loach: Sinema dünyasının en kendi, Kieslowski'nin -hiç kimsenin asistanı olmak istemedim, fakat Ken Loach bana sorsaydı, seve seve ona kahve yapardım- cümlesinde anlamını bulan en saygı duyulası insanlarından biridir; ve dünya varoldukça da saygıyla anılacaktır.

Yönetmen konusunda her ne kadar tarafsız olamayacaksam da; sinema önemli zevklerinizden biri ya da işiniz sayılıyorsa, farklı görüşleriniz de olsa genelde ideolojilere ya da toplumsal sorunlara farklı açıdan bakanları ilgiyle izlemeyi seviyorsanız mutlaka bir Ken Loach filmi izlemeniz gerektiğini düşünürüm.

Afili Delikanlı: Yönetmen ünlü oyuncular yerine, gerçekliği yansıtmak adına daha işlevsel olduklarını düşündüğü yetenekli ama isimsiz oyuncularla; ezilenlerden, yoksullardan, toplum dışına itilenlerden, onların yaşama tutunma heveslerinden bahseden; kameranın yine belgesel çekim teknikleri barındıran bir gerçekcilikle kullanıldığı bu filmde: Aile içi mutluluğun imkânsızlığı duygusunda, dersleriyle ilgilenmesi gereken yaştaki bir çocuğun hayata tutunma mücadelesinde sınıfsal konumunu reddederek, yapının göze soktuğu zenginliğe ulaşmak için saptığı yolları ve sorunları sergiliyor. Aslında içsel çelişkileriyle boğuşan kimlik arayışlarının tam da yol ayrımındaki çocukların, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sorunlarının aynılığını ve kaderlerinin benzerliğini ortaya koyuyor.

Toplumsal gerçekçilik üzerine keskin bir anlatımı olan, her sinemaseverin(!) ve anne babanın ya da adayının izlemesi gereken bir film. Yönetmen bu filmde ve genelde sosyal duyarlılıktan yoksun sistemin sorunlara uzak tavrını; ilgisiz, çocuklarına despot, katı ve kuralcı bir baba gibi tanımlayıp eleştirirken; gerçekte varolup da eksikliği hissedilen annenin işlevini yerine getiremez konumu nedeniyle gerçekleşemeyen bir aile olabilme durumunun, ergen yaştaki çocuklar üzerindeki etkilerinide sergiliyor. Sıkı bir filmdir ve izlenmelidir.

Ülke Ve Özgürlük:
Sol tavrı net ustamızın İspanya iç savaşı üzerinden devrimci harekete bir bakışı diye de nitelenebilecek bu film: Aslında solun genel bir sorununa da göndermeler yapıyor. Bir çok ülkede; ki buna Türkiyedeki sol hareketin tavan yaptığı süreci de dahil ettiğimizde açıkca görülebileceği gibi, fraksiyoner bölünmenin olumsuzluğunun bir eleştirisidir de bu film... Her ne kadar Ken Loach ustamız sol hareket içinde tarafını yıllardır net bir şekilde ortaya koymuş ve filmi onların doğruluğu üzerine şekillendirmiş olsa da; yılların ötesinden beri süregelen, bir sürü teorisyenin ürettiği üzerine tonlarca kitap yazılmış farklılıkları kasabadaki toplantıda köylülere ve militanlara çok net, çok güzel ve kısacık bir sürede tartıştırarak; tüm bu görüş ayrılıklarını ortaya koyan olağanüstü açık, onca kaynağı okuyarak elde edemiyeceğiniz anlaşılırlıkta bir literatür özetide yapıyor.

Film eğer ideolojik bir taraf olmayla izlenecekse, bu güne kadar okuduklarınızın ve bildiklerinizin bir pratik üzerinden gözden geçirilmesi olacaktır. Bütün bu tartışmaları ve görüş ayrılıklarını , iki cepheden de çok açık ve tarafsızca ortaya koyan yönetmen; tüm anlatımını da yine Ken Loach sinemasının belgesel tadındaki, içinde ''insanlar'' olan gerçekçi ve hoş görselliği ile yapıyor . Film bittiğinde doğru olanın ne olduğunu siz buluyorsunuz.

Belki de tüm olması gereken: Elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz" diye bağırdığı sahnededir. Bu fraksiyoner farklılık, ''no pasaran'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter. Sonuç;40 yıl süren yüzbinlerce olümün yaşandığı Franco rejimidir.

Tüm bu yorumlar ışığında politik ve sert bir film olduğu duygusuna kapılınmasın. Özellikle tırnak içinde yaptığım vurgudan da anlaşılacağı gibi, duygu yoğun ve güzel ilişkiler sergileyen, insana baktırıp düşündürten lezzetli bir filmdir.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Tabloyu Oluşturmak...

Burun kıvrılan, ''entel'' bakışlı yorumlarda ufalanan ''Esra Erol'la İzdivaç'' ve benzeri programlara göz atmayı, izlemeyi severim. Yaşamım boyunca, iş ziyaretleri için gittiğim yerlerin, özellikle küçük kasabaların sokak aralarında dolaşmayı, insanlara bakmayı, onlarla konuşmayı hep sevdim.

Hayatı öğrenmenin, fark etmenin, bilmenin, okunan onca kitabın, hayata dair bir çok teorinin kuramsal gerçeklikler olmaktan çıkarak bakışıma geniş açılar ve esneklikler sağlamasının yolunun oralardan geçtiğine inandım, inanırım. Bu yüzden, sözünü ettiğim programlardaki insan hallerini izlemek, tepkilere bakmak, insanların kararları ve tutumlarıyla ilgili tahminler yapmak hoşuma gider; ve çok şey öğrenirim.

Örneğin, yaşı atmışın üzerinde mutsuz geçtiğini söylediği evlilikten bir kızı olan, hali vakti oldukça yerinde, fiziği düzgün bir bey: İçinde hakikaten kayda değer insanların da olduğu yoğun bir taleple karşılaşınca ve içlerinden hiç birini seçmeyip, aramaya devam etmek istiyorum, deyince, seyircilerden tepki aldı. Bu beğenmezliği, parana mı güveniyorsun, şeklinde sözlerle eleştiren izleyicilere, özellikle kadınlara bakmak çok hoştu.

Oysa, beyefendi çok haklı olarak kendi yaşanmışlığından bakarak oluşturduğu bir tablosu olduğunu ve o tablodaki kişiyi aradığını söyledi. Bu cümleye hak verdim. Ama bunun için vaktin çoktan geçtiğini ve bir yaşamın ıskalanmış olduğunu da gördüm. Yaşamının gereken zamanlarında yeterli cesaretler gösterilemediğinden, özlemlerine ulaşabilmek konusunda boşa tüketilmiş bir hayattı beyefendininki.

Mutluluk, anların içinde gizli küçük tablolardan insanın kendi çabalarıyla görüp ortaya çıkardığı bir büyüklüktü oysa; beklediğinizde gelen bir şey değildi. Emek vererek, korkmaz bir cesaretle hayatın sokaklarında dolaşıp, kapıları tıklayıp girerek, bazen zorlayarak bulunan ve sürekli öğrenilerek tadı büyütülen bir şeydi; yaşamınızın hayallerini zorlamak konusunda cesur olmadığınızda, tıpkı o beyefendi gibi, hala bir tablonun peşinden koşmanın, onu aramanın lezzetiyle yetinmek zorunda kalıyordunuz.

Beyefendiye bakarken, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalmış ''o neden en kadındı'' benim içini ifade eden cümlelerde, kendi yaşamıma bakışımı hatırladım. Ve zamanı eskimiş mektubun satır aralarında yaşama verilmiş emekleri, alınmış tadları gördüm. Ve kendimi, yaşamı, insanları sevmemin baş nedenlerinden biri gerektiğinde gözü kara olmayı bilen emeklerimse, diğeri ve daha önemlisi bende fazlasıyla emeği olan ve bu yaşamı benim için değerli kılan kadınlardı.

Bunun değerini hep bildim. Belki de çok şanslıydım. Ya da o şansı yaratmanın peşinden koşmayı bırakmadım ve bu koşuyu hep sevdim; bazen acemiliğin kırıp döken hallerinden geçerek de olsa...

Programı izlerken, kendini ifade etmekte zora düşen beyefendinin hallerine bakarken, bir ''mim'' yazısı oluşturdum kendi kafamda; sanki bana sorulmuş gibi. Zaten hepsi zamanı eskimiş mektupta olan duygularımın ve düşüncelerimin kişisel tarihime kaydedilmiş satırları arasından seçtiklerimi hem''onlar'', ama en çok da zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın için sonsuzluğa taşımak istedim.

Bu Bir Şükran Yazısıdır...

Ben seni hiç bir koşul barındırmayan bir sevgiyle sevmiştim. Birçok sevgiliden geçip gelmiş benim hayata tutkulu kalbim, seni bir kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçtiğin o kısacık sürede bir köşesine kaydetmişti. Sanma ki bir görüşte aşktı bu. Her sevgilide bir şey bulmuştum. Ama ben daha derin şeyler arıyordum.

Kiminin masum, çekingen, saklı sevişlerini. Kiminin, hayatın imbiğinden süzülmüş hesaplı bir üstünlükle, erotizmin doruklarında, pornografinin sınırlarını zorlayan ama hiç bir sorumluluk yüklemeyen sevişmelerini...

Kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini...

Kiminin bir tatil yazının son akşamında, ayrı ayrı hayatlara yol alacak bir vedayla aşktan sırılsıklam kalbini avucuma bırakıp gidişini...

Kiminin, arkadaşlarla gidilen bir yemeğe inadına deri takımla gelerek ortaya koyduğu güç çatışmasını, başının dikliğini, teslim olmamak için bir gece boyunca kavga ederek, ama ağırlıkla öpüşerek şehrin dedikoducu gözlerle bakan sokaklarında yürüyüp evine gidişimizi; apartman kapısında vedaya hazırlanırken onunla uyumamı isteyişini, (o yaşta yüklenmek zorunda olduğum sorumluluklar yüzünden) gün ışısa da eve gitmem gerek dediğimde beni pay edemeyişini; hırstan, süt çocuğu sözcükleri eşliğinde her tarafımı cimdik cimdik ettikten sonra ben gecenin karanlığına doğru yürürken arkadan haykırışını; benim dönüp apartman kapısından girmemle, bütün zincirleri boşalmış bir teslimiyetle sarılıp öpüşmesini ve sabaha doğru içten bir anlayışla beni uyandırışını...

Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini...

Kiminin içten bir ihtiyaçla yalnızca adımı söyleyişindeki armoniyi...

Kiminin yağmurlu bir günde akşam yemeği yediğimiz tavernadan ayrılırken, garsonların çağırdığı ve az uzaklıktaki arabamıza kadar bizi götürecek taksicinin para istemesi sonucu, onların jesti olması gereken bu durum karşısında ben parayı ödemeye razıyken hışımla taksiden inip garsonun elindeki bütün bahşişi geri almasındaki sahiplenme duygusunu...

Kiminin bir hastane odasında kendi yalnızlığıyla baş başa bana sürpriz bir ziyaretle yatağımın yanına ilişip yanağıma dokunan elinin şefkatini...

Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu: Yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelleyle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliğini...

Kiminin hiç ummadığım bir yerde, hiç ummadığım bir fark edişle ruhumun boşalmadığını söyleyerek beni şaşırtmasını...

Kiminin bir kız arkadaşın doğum gününde, yalnızca o günkü liseli bir dans esnasında, bütün benliğimi sarmalayabilen kokusunu...

Kiminin; eski kentin binlerce kültürün aşktan, tutkudan, yürekten izler bıraktığı sokaklarında gezerken, harabe bir konağın duvarından bacaklarımızı ırmağa doğru sarkıtıp karşı dağlardaki efsane aşkın izlerine bakarak ,Fuzuli’nin sevgiliye kavuşmama felsefesi üzerine konuşmasını... Aynı kiminle oradan kalkıp, elimizde dondurmalarla yeniden kendimizi o daracık sokaklara atıp, o elindeki çantasını ben kendimi sağa sola avare avare sallayarak yürürken, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkıp ağız tarafından bacaklarımızı sarkıtarak, altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı; evden izinsiz bir telaşla dondurmasını yiyen çocuk neşesinde ağzımıza yüzümüze bulaştıra bulaştıra, ''Sen Tereza’nı arıyorsun'' deyişini sevdim..

Beni sürekli şaşırtarak, ayakları yere basan, farkında, aradıkları güveni buldukça ortaya çıkan içten pervazsızlıklarını, en çokta hırçınlıklarını sevdim. Her birini ''Seni seviyorum'' demeden sevdim... Onlar da bunu anladılar... Ama sana söyledim. Çünkü sen, her birinde hissettiklerimin bileşkesiydin. ''Tereza'' sendin.

Ve şimdi; kapımı çalıp bodoslama içeri dalanı izliyorum... Hallerimi, hallerini seviyorum.

1 Aralık 2008 Pazartesi

İyi Alman... (The Good German)


İyi Alman; önemli bir politik süreci siyah beyaz klasik kara filmler tadında, sanki o filmlerin parodisiymişcesine teatral oyunculuklarla (başta Cate Blanchett ve George Clooney olmak üzere) anlatan, (bu çok başarılı yönlerinden biri filmin) dikkat isteyen, belki zaman zaman sıkan, anlamak için geri dönmenize neden olan bir film.

Aslında duygularını ifade etmekte pek sorun yaşamayan beni yorumlama konusunda iki arada bir derede bırakan; ''Seyretmezseniz bir şey kaybeder misiniz'' noktasında hayır; ''İzlerseniz bir şey kazanır mısınız'' noktasında da evet dedirten ender filmlerden biridir.

Bir yandan çok net bildiğimiz emperyalizmin paylaşım ve çıkar süreçlerindeki (savaş öncesi ve sonrası) hesaplarının siyasal anlamda nasıl basit ahlaksızlıklar içerdiğini, ülkelerin kendi siyasal ve ekonomik savaşlarının sıradan insanlara ekonomik ve ahlaksal anlamda nasıl bedeller ödettiğini sergilerken, toplumdaki yozlaşmaları ve mecburiyetleri de anlatan; ama bunu çok karaktere dağıtıp, ana karakterler ekseninden uzaklaşarak (ki kafamızı karıştıran da bu oluyor) yapan; bu yönüyle kendinden sanki biraz soğutan... Öykünün Cate Blanchett, George Clooney ayağından baktığımızda sımsıkı saran... Bizi eski siyah beyaz savaş filmlerinin sıcacık aşklarına götüren... Yarattığı atmosfer sinemasal anlamda çok güzel olan, matruşka düzeninde entrikalar içeren, Steven Soderbergh'in önce renkli çekip sonra siyah beyaza çevirdiği ilginç bir film.

Eğer sinema sizin için bir sanatsa; sinemaya dair (elbette sıradan olmayan) ne olursa olsun size bir şey kattığına inanıyorsanız; tüm bu olumsuzluk gibi gözüken sözlerime karşılık yine de zevkli, oyunculukları ve atmosferi güzel, kesinlikle klasik sinemanın siyah beyaz filmlerinin tadını veren bu iki uçlu ilginç ve hoş filmi izleyin derim. ( Çünkü ben; bütün bu karışıklıkları kafamda yaratmasından açıkcası çok da hoşlandım. Ve siyah saçlı Cate Blanchett 'e bayıldım)

Dünkü gibi parçalı soğuk, yağmur arası güneşli ve kasveti şen '' havalı bir pazar gününde'' niyet edip de üçüncü kez izleyemediğim bu filmi: Yapacak daha güzel bir işiniz yoksa ve fikrinizde evde sinema tadında bir film izlemek varsa, en yakınınızdaki dükkana gidip kiralayın derim.

Ama beğenmezseniz de sakın bana kızmayın.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP