26 Mart 2010 Cuma

Savarona Hakkında Belki de Hiç Duymadıklarınız

Şu an gündemde olan haberler ışığından bakınca... Hani şu yeniden kiralanması gündeme gelince hatırlanan, tarihsel değerine anca o zaman vurgu yapılan, sıradan bir mal gibi bir işadamına pazarladığında yürek yakmayan, sahip çıkılmayan, hiç farkedilmeyen... Şu an itibariyle de televizyon haberlerinin magazin boşluklarını dolduran, derin vefa duygularına yalap şap hitap eden heyecan ve sorumluluk yüklü(!) magazinsel sözlerle döne döne anlatılan Savarona haberlerinin iki yüzlülüğüne, yüzeyselliğine, bir magazin yıldızı muamelesindeki anlatımların sıradanlığına ve bilgisizliğine bakınca, al sana tarihe notlar düşme sorumluluğu yükleyen bir an daha dedim kendime.

Savarona'yla tanışıklığımın çok eskiye dayandığını belirtmekle başlayayım sözlerime... Ve belki de daha önce hiç bir yerde rastlamadığınız, küçük notlar sereyim önünüze...

İlkokuldan mezun olduğum yılın yaz tatilinde, o an itibariyle Çanakkale Ziraat Bankası müdürlüğünü yapmakta olan en amcamın yanına gitmiştik. Babaannem, halam ve ben...

Kilitbahir'de burçlara oturup gazoz içmiş, boğazın en dar yerinin karşı noktasına bakmış, Settülbahir'e gözlerimi dikmiş, amca dilinden "Çanakkale Geçilmez!"in tüm öykülerini dinlemiş, onun her cümlesinde bütün bir olayı film gibi yaşamıştım. Şu an, bu yazıyı yazarken gözümün önüne gelenlerle farkediyorum ki, ben o anların içine girecek ve yazıyı uzattıkça uzatacağım. Çünkü, o kadar çok şey var ki anlatacağım. Tüm bunları başka bir yazıya bırakmaya karar vererek, an itibariyle başlıyorum Savarona notlarıma...

O dönemde Deniz Harp Okulu öğrencilerini gezdirmek, aynı zamanda onlara eğitim vermek amacıyla özellikle yaz aylarında, liman liman gezmekteydi Savarona. Gittiği her limanda da müze görevi üstlenerek ziyaretçilere açılmaktaydı. Bizim Çanakkale'de rastgelmiş olmamız çok daha anlamlı kılmıştı ziyaretimizi... Savarona'nın hikayelerini, tarihin en önemli savaşlarına tanık olmuş destansı bir denizin üzerinde dinlemek, Atatürk'ün oturduğu koltuklarda onu hayal etmek, yatağını görmek, gerçekten çok etkileyiciydi. Okulla gittiğimiz filmlerde gördüğüm Ülkü'nün bulunduğu yerde durup koltuğunda oturan Atatürk'e bakmak, 12 yaşındaki bir çocuğun o anında nasıl şekillenirse, tam o anlamda bir gerçeklik hali içindeydim. Açıkta demirlemiş Savarona'ya giderken bindiğimiz kayıktaki heyecanımı, merakımı anlatmaya kalksam, kelimeler yetmez. Yaşadığım her dakikasını, duyduğum her sözü bu kadar iyi aklımda tuttuğum iki andan biri Savarona gezisidir. Gemi bizim limana geldiğinde daha önce görmüş olmanın bilgiçliği ile nasıl kasım kasım kasıldığımı, ne havalar attığımı da bir kenara not edeyim.

Savarona hikayesine adının nereden geldiğinden başlamam gerek, biliyorum. O gün, bize yatı gezdiren ve anlatan görevlinin tüm söylediklerini bir bir yazacağım. Doğru yanlış sorgulamasını yapabilmem hiç bir şekilde mümkün olamayacağı için, varsa yanlış bilgiler, sorumluluk tümüyle o kişiye aittir.

Sava, o yıllarda Afrika'da nesli tükenmekte olan ve çok hızlı uçabilen bir kuşun adıymış, Rona da, yatın o anki sahibi kadının adı... İkisi birleştirilince, olmuş Savarona'nın adı... O günlerde dünyada bir benzeri olmayan yatın, ülkemiz adına alınış öyküsü de, ne gariptir ki bugünkü kaderiyle aynı... Rona adlı kadın satışa çıkarınca yatını; dünyanın dört bir yanından talipleri çıkmış... Kıran kırana pazarlıklar yapılmış... Tüm bu pazarlıkların olduğu süreçte, bizden daha zengin pek çok ülke ve kişi tarafından daha çok paralar teklif edilmesine rağmen bize satılmasının nedeni: Atatürk'ün ''Biz savaştan yeni çıkmış bir milletiz, ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız gerekiyor" diye başlayan ve cümlenin bir atasözü olduğuna vurgu yapan sözleriymiş.

Savarona'yı gezme şansına sahip olanlar bilir; yatta çok güzel bir şömine vardır. Onun hikayesi de (yine o gün bize anlatılana göre)çok ilginçtir. Çok elit ve zengin bir çevresi olan, dönem sosyetesinin gözbebeklerinden Rona, bir gün, bir arkadaşının evinde bir şömine görür. Ve o şömineye vurulur. Onu yatı için arkadaşından ister. Arkadaşı vermek istemez. Hırslı bir kadın olan Rona, zaman içinde arkadaşının ekonomik anlamda zor duruma düşmesine sebep olacak ortamı yaratarak, onu evini satmak zorunda kalacak hale getirir. Sonuçta o evi alır. İçindeki şömineyi çıkarttırarak yata getirtir. Ardından bütün olayların nedenlerini anlatarak şöminesiz evi arkadaşına iade eder.

O gün bize rehberlik yapan kişinin anlattığına göre daha sonra kendisi de ekonomik güçlükler yaşamaya başlayan Rona; bunun nedeninin o şömine olduğuna, yaptıklarından dolayı tanrı tarafından cezalandırıldığına inanır. Hem ekonomik nedenler hem de bu hissiyatı dolayısıyla satmaya karar verir yatı. Tek şartı adının değiştirilmemesidir. Yatı, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne sattığı için mutludur.

Şimdi düşünüyor ve gülümsüyorum; gemiyi kırkdokuz yıllığına kiralayan kişinin daha yirminci yılında masraflarının çokluğundan dolayı işletmekten vazgeçip yeni sahipler aramasının nedeni şömine olabilir mi?

Tarih, Savarona'ya değen ellerden bir çoğunun adını silerken... Bir adın hala pırıl pırıl parlıyor olmasının bir anlamı olabilir mi? Atatürk.

Not: Ben o gün dinlediklerimi anlattım. Bir eksiklik ya da yanlışlık varsa... Sorumluluk o rehber kişiye aittir.:))

25 Mart 2010 Perşembe

Nefes...Gecikmiş Bir Yazı

Nefes, vizyona girdiği ilk günden itibaren hep uzak durduğum bir filmdi. Milliyetçi bakışlar atan, tribüne oynayıp hassasiyetlerden nemalanmak isteyen, ticari öncelikleri ağır basan ve taraf bir film olduğu düşünceleriyle sıcak bakmamış ve bu yargılarım nedeniyle de gitmemiştim filme...

Bir iki ay önce, merakımı yenemeyerek, izledim filmi. Açılış sahnesine koyulan emek, ışık, kamera ve anlatım dilindeki lezzet bir anda, tüm algımı alaşağı edip kelimenin tam anlamıyla koltuğuma çaktı beni. O andan itibaren soğuğu hisseden, mermilerden sakınan, her bir acıyı teninde yaşayan, aynı kaygıları duyan ve ne olacağını merak eden bir karakter halini aldım. Sürekli olarak türün sevdiğim örnekleriyle kıyaslıyordum. Üzerine bir yazı yazsam neleri öne çıkarırdımın cümleleri bir bir aklımdan geçiyordu. O kadar çok noktadan, o kadar farklı düşünce yazmak istedim ki film üzerine... Tüm bunları derleyip toparlayabilmek için de hep öteledim yazacağım yazıyı...

Bugün sinema bloglarında dolaşırken, en iyi film ödülü aldığını görünce, ertelediğim düşüncelerin kısa bir özetini yapmak istedim. Düşüncelerimin en iyi film seçilmiş olmasıyla bir ilgisi olmadığının altını çizmek isterim. Bu konudaki kişisel düşüncem, ödüllere bakış açım, genel kabul gören nitelemelerden oldukça farklıdır. Bir filmin ödül almış olması, onun değerini farklı kılmaz benim gözümde.

Nefes; bir ana olay üzerinden genel bir durumun hallerini ortaya koyarken, aslında, kocaman bir sorunun farklı boyutlarını ve farklı algılamalarını da oldukça dinamik bir anlatımla sergiliyor. Bu satırbaşları nedeniyle insanlar çok da doğal olarak, kendi ideolojik yaklaşımları, sahip oldukları değerleri, özellikle de görmek istedikleri yerden ve sorunun savundukları tarafından okuyorlar filmi. Aslında bu durum; filmin ortaya koyduğu eleştirinin çeşitliliğini, saplantısızlığını, bakış açısındaki çok yönlülüğünü kanıtlayan bir veri olarak algılanıp, önemli bir artısı olarak hanesine yazılabilir. Yazılmalıdır da...

Nefes, askerler ekseninden gelişen bir öykü ortaya koysa da, benim gözümde asla militarist bir film değildir. Ülkemizin en temel gerçekliğinin ve sorununun niyelerini düşündürten, sahada uzun yıllar görev yapmış bir askerin kitabından uyarlanmış sağlam senaryosuyla bir durumu farkettiren, doğruya yol almak konusunda yeni düşünceler oluşmasına neden olabilecek, en azından bu anlamda ufuklar açıp katkı sunabilecek güzel bir film.

Uzun yıllardır uğraşmak zorunda kaldığımız, derin acılar yaşatmış bir sorunun tüm taraflarda nelere yol açtığının, her bir tarafa yaşattığı acıların, yanılgıların, önyargıların, kayıp zamanların ortaya koyulduğu türden de bir film, Nefes.

Gerçeğin tam ortasından sahneleri, simgesel anlatımları, aksiyonu ve görselliği ile dünyadaki benzerlerinden hiç de geri kalmayan, nitelikli bir sinema diline sahip, en azından bu özellikleri anlamında izlenmesinde yarar olan, başarılı bir yapım. Sadece final bölümündeki sahneler için bile izlenmeye değer...

24 Mart 2010 Çarşamba

Mart Kedisi


Sabah; dışarıda ip atlayan baharın "Buraneros papucu yarım çık dışarıya oynayalım" ayartmalarına kulak tıkıyordum. Avareliği rafa koyup, dünkü yazımın devamını getirme fikriyle el ele geziyordum. Şahane bir hafiflik, kıpırtılı bir fırlamalık yok da değildi ruhumda...

Sonuçta, baharın dizlerine yatmak cazip geldi ve ben yarına erteledim yazının ikinci bölümünü ...

Sonrasında; işi gücü iteleyip bir yana, elimde kahve kokusu dolaşırken bloglarda,
Jesus'un günlüğü* başlıklı farklı ve çarpıcı bir yazıda okuyunca "Ben çocukken muz yediğini söylemek ayıptı bilir misiniz?" cümlesini, gidiverdim çocukluğumdan bir an'a... Gitmişken çocukluğuma, bakındım tüm akrabalarıma... Ekleyiverdim, kocaman ailemizi anlatacak bir cümleyi, yazının en son satırına... Anarken geçmişi; bahar sarhoşu bir yazı, klavyeden saçılıverdi.

Anıyı dinlemiştim bir akraba abladan... Bir gün okuyunca gazeteden bir haberi, haberdar olmuşlar muz diye bir meyvadan... Sonra günlerden bir diğer gün, bütün kuzenler, genç ve cıvıl cıvıl dolaşırken, parkın tam karşısındaki, o zamanlar şehrin tek apartmanı olan binanın altındaki zengin manavına geldiğini görmüşler muz'un, zaten biliyorlarmış da gazeteden, kabuğunun soyulduğunun...

Demişti ki o abla;
Bir gün gelmiştik parka...
Oturmuştuk; heykelin önündeki banka...
Duymuştuk ki; muz diye bir meyva varmış,
Sadece zenginler alırmış...
Bir baktık ki gelmiş; karşıdaki manava...
Topladık hemen para,
Gönderdik Enver'i manava...
Enver getirince bir tek muzu,
Bakındık sağımıza solumuza...
Muzu böldük beşe;
Yiyiverdik neşeyle...
Sandık kendimizi zengin...
Bizim gönlümüz ne zengin!

Görsel: Widelec.org

23 Mart 2010 Salı

Aksiyonlu Günler... Umur

Güneşli ama soğuk bir öğle üzeriydi. Mevsim bahardı. Güneş henüz karargâh binasının sol çaprazındaki açık garajımızın olduğu yere gelmemişti. Kendimizi, bir numaralı makam aracı olan Ford'un içine atmış, teypten gelen müziğin eşliğinde sohbet ediyorduk. Benzer döneme ait yazılarda sıklıkla bahsettiğim gibi, çok kaliteli ve çok kafa dengi beş arkadaştık. Günün diğer günlerden hiçbir ayrıcalığı yoktu.

Ya da bugünden dönüp baktığımda farkettiğim gibi; o genç heyecanların içinde, yaşadığımız aksiyonları çok olağan karşılıyorduk. Bize sıradan oyunlar gibi geliyordu. Risk almayı, korku ve heyecanı seviyorduk. Militan bir geçmişten gelmiştik ve şimdi askerdik. Bu yaman çelişkiye hem gülüyor hem de yeni pozisyonumuzun avantajlı halinin keyfini çıkarıyorduk. Geçmiş... Yüzüme kocaman bir tebessüm konduruyor. Kavramın, o günkü yaşın biri iki yıl öncesine tekamül eden haline bakıp, insan algısındaki zaman kavramının göreceliğine, farklı yaşlardaki ve farklı ortamlardaki mesafelerin uzak-yakın ilişkisine gülüyorum. Yirmi yaşındaki bir çocukla, kırkların sonunda bir adam için bir haftanın, bir ayın, bir yılın ifade ettiği uzaklıkların, saçlarını okşuyorum.

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu.

Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında biraraya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını.

En çok da terhis olduktan bir yıl sonraki buluşma günümüzden bir kaç gün önce, Bodruma birlikte gitmek için yanına gittiğim sevgili Apo'nun yakın arkadaşı Ali'nin, bir güzel eylül akşamında, güzel kokulu bir mekânda bira içerken kurduğu "Bu bize hep anlatırdı da biz abarttığını düşünerek dalga geçerdik" cümlesinde ve bu cümleyi kurarkenki hayranlık ifadesinde buluyorum.

Gün olağandı(!) demiştim, değil mi?

Olağan günün akşamüstünde, mesainin bitimine yakın dakikalarda bir numaralı makam aracını, karargâhın çıkış kapısına çekip hazır ettik. Komutan çıktığında arka sağ kapıyı açıp, selama durup, onu arabaya yerleştirdikten hemen sonra ben arka koltuğun sol tarafına, Apo'da her zamanki yerine sağ ön koltuğa oturdu. Alemin 'en komutan şoförü' Cemal, kurmay başkanı ve diğer subayların her akşam ve sabah tekrarlanan selamlamalarına kısa bir olanak tanıdıktan sonra, rutin ve yakışıklı çıkışını yaptı, önce karargâhtan sonra da tugaydan...

Küçük bir kent olduğu için, tugaydan komutanın evinin de olduğu orduevine giderken kullanabileceğimiz iki yol seçeneğimiz vardı. Bazı sabahlar, özellikle evden alıp tugaya giderken, arka koltuktan keyifli bir ses gelirdi: "Bugün sahilden gidelim çocuklar!" Her biri deniz kentlerinden gelmiş askerler olarak tebessüm ederdik, şehri ikiye bölen ırmağın kenarındaki yola verilen bu ada.

Uğrayacağımız herhangi bir yer olmadığı için direk orduevine yönelmiştik. Biz, herhangi bir protokol yemeği ya da güvenlik toplantısı olmayan o akşam için, kişisel planlarımızı yapmıştık. Bu tür durumlarda, içimizde tek evli ve çocuklu olan Cengiz'i nöbetçi şoför olarak bırakır, gerektiğinde onun telsizle bizi haberdar etmesi üzerine görev yerimize dönmek kaydıyla gecelere akardık.

Akşamın hayali aklımızda, şehrin ana caddesine bağlanan ve şehri boydan boya geçen yolda ilerlerken, arabanın havalandırmasından giren bahar esintisi, anne şefkati gibi okşamaktaydı yüzlerimizi. Ülke, büyük bir darbenin ardındaki sakinmiş gibi görünen günleri yaşıyordu. Ama hayatın hiç de sakin olmayan bir tarafı vardı: Cezaevleri, karakollar ve birtakım illegal yerlerdeki işkenceler... Anlamsızca tutuklamalar... O insanların evlerine düşen ateşler... Meçhul bir gecede evlerinden alınmış ve nerede oldukları bilinmeyen, hiç bilinemeyecek olan binlerce kayıp.

Ülkenin en büyük ve en uzun sürecek siyasi davasının sanıkları da, anlatmakta olduğum olay dahil bir çok aksiyonlu gün yaşadığımız bu küçük şehrin kocaman tugayının içindeki iki askeri cezaevinde yatmaktaydı. Tugayın dışındaki büyük "Sivil Cezaevi"nin başında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı aynı zamanda bizim bağlı olduğumuz bölüğün komutanıydı. Dolayısıyla cezaevinin dış güvenliğini sağlayan askerler de bizim arkadaşlarımızdı.

Yaşadığımız ve anlatmaya çalıştığım bu "olağan" günden bir kaç ay sonra, ülkenin henüz sonuçlanmamış en büyük davasının iddianamesini hazırlayacak savcılara mihmandarlık yapmam için görevlendirilecektim. Ama orduevine doğru seyir halinde olduğumuz bu "olağan" günde, henüz bu tarihsel sürecin tüm evrelerine tanıklık edeceğimin hayalinde bile değildim.

Şehir, şehzadeler kenti olarak da anılan, tarihsel dokusundan fazlaca bir şey kaybetmemiş şirin bir yerdi. Hâlâ, hayatımın en sevdiğim kentlerinin en başta gelenlerindendir.

Standart güvenliğin standart hızında, 'bir bahar akşamı'nın alıp götürdüğü hayallerimizle seyir halindeyken, şehrin girişindeki görevli asker ve polisleri, komutanın geliyor olduğundan haberdar etmek, toparlanmalarına olanak tanımak için oluşturduğumuz sinyal kornasına bastığında Cemal; biz, her zamanki telaşlı toparlanmalarına ve selam duruşlarına tebessüm ediyorduk. Bir kaç dakika sonra başlayacak süreçte yaşayacaklarımızın farkında bile değildik. Yaklaşık beş dakika sonra komutanı eve bırakmanın ardından sivil kıyafetlerimizi çekip gideceğimiz mekânlarda yaşayacağımız keyfin tadındaydık .

Sol tarafımızda kalan tarihi camiye yaklaşırken, onun çok sevdiğim bahçesine, eski bir medrese olan yan binasına, kütüphanesine bakıyor, isten elde edilen mürekkeplerin bulunduğu kısımdaki kokuyu duyumsuyordum. Bir yandan da, araçtaki dört kişiden üçümüz, aynı zamanda etraftaki olağan dışılıkları da gözleyerek, ikimizin elleri silahlarımızın tetiklerinde, Cemal de olağan dışı hallerdeki güvenlik prosedürlerinin gereği manevralar için eli direksiyonda dikkatlice ilerliyorduk. Sessizliği arka sağ taraftan gelen ve arabanın içini buz kestiren ses bozdu: "Bana suikast yapacaklar!"

Gözlerimiz bir anda, aslında fark ettiğimiz ama bir olağan dışılık hissetmediğimiz ve pozisyonlarını kendimizce doğru adlandırdığımızı sandığımız komutanın işaretlediği iki kişiye takıldı. Cemal etrafı kolaçan edip hızını daha da artırırken, Apo'yla ben, kendi kontrol edeceğimiz alanları paylaşmıştık bile... Hepimiz, ellerinde fotoğraf makineleri olan ve o an itibariyle caminin fotoğraflarını çeken bu iki kişinin gözcü olacağı algısına çoktan erişmiştik. Bulunduğumuz noktanın sol tarafında bir meydan vardı; o alana ve caminin siper görevi yapabilecek duvarlarının arkasına bir bölük sayısına ulaşacak suikastçıyı hiç sezdirmeden konuşlandırmak mümkündü. Allahtan, kendi senaryolarımızda yeri vardı bölgenin ve olası durumda yapabileceklerimizi kurmuştuk hayallerimizde... Ama an, hayallerin rahatlığına hiç benzemeyen bir gerçeklik olarak karşımızdaydı.

Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan, o meşhur darbenin hemen arkası günlerdeydik. Her karakol, her perili köşkten dışarıya sessiz, çaresiz ve duyulamayan frekanslarda işkence çığlıkları yankılanıyordu. Size bakan iki gözün, solcu olduğunuzu söylemesi bile yeterken... Tüm bölgenin sıkıyönetim komutanın aracından gelen suikast ihbarı, nelere kadir olabilirdi. O günün ortamından bakınca, bu anonsun gücü ve sonuçları çok net anlaşılabilirdi. Bu bir emirdi!

2.bölüm...

Görsel: Sanatçı Jeff Carr'ın 'looking back' adlı fotoğrafıdır.

22 Mart 2010 Pazartesi

Epiktetos’un Kandili*

Ender de olsa, insanların kendilerini dışlanmış, bir işe yaramaz, çok kötü hissettikleri zamanlar olur. Yine böyle durumlarda insanlar kendilerini yollara, sokaklara atar, ne yapacaklarını bilmeksizin, kararsız ve bilinçsizce bir süre yürüye dururlar.

“Epiktetos’un Kandili”
ndeki anlatımıyla Şevket Süreyya da öyle bir günündeydi.

Vatan hainliği suçlamalarına bile alınmayan, darılmaksızın ülkesine hizmete kaldığı yerden devam eden ince ruhlu bu insan, ilk defa incinmişlik duygusuyla, kırgın yürüyordu. Gençliğini yaşamaksızın Kafkas cephesine koşmuş, ülkenin kurtarılmasına çalışmış, kovuşturmalar, soruşturmalar, suçlamalar onu hizmetten alakoymamış, geceli gündüzlü, durdurak demeden çalışmıştı.

Ulusal eğitimin başta gelen öğretimcilerindendi. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için onun, bir tarihlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlamış, “Köyde Mezarı Olan Yegane Aydın: Öğretmen” adlı yazısını okumak gerek. Okumak gerek ki, dil uzatanlar, maarifin nelere karşın, ne koşullarla gerçekleştirildiğini görsünlerdi.

Türk devriminin kuramları üzerindeki çalışmaları demek olan “Kadro” uğraşısı, Türk düşünce tarihinde önemli bir yer tutar. “İnkılâp ve Kadro” kitabının “Sonsöz”ü, bozkırın yeşermiş, kalkınmış bir yurt ve üzerinde yaşayanların sağlıklı, mutlu, eğitimli insanlar olması için gösterilecek çabayı ibadet görmeyi, bunu bir ülkü, bir tutku haline getirmişliği öylesine içten bir anlatımla dile getirir ki, boğazınıza takılan şey teşekkür mü, hayranlık mıdır, ne bilinir, ne tarif edilir bir duygudur.

Emekliye ayırarak, “Hizmetlerinize teşekkür ederiz” deyip, o gün Şevket Süreyya Aydemir’in işine son verilmişti. Oysa o, bunca hizmetleri gerçekleştirmiş biri gibi değil, işinin başlangıcındaymış da, verebileceği hizmetlerden alakonulmuşluğun acısını duyuyordu yüreğinde. Nedeni buydu yıkıntısının...

Akşamın karanlığı Ankara’ya inerken ayakları onu kentin dışına sürükledi, patika yollardan aşırıp bir bağ evinin kapısına getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde, o ana kadarki gerginliği, iç hesaplaşmasının fırtınasıyla burun buruna geldi. Koltuklardan birine kendini bıraktığında şöminenin üzerindeki kandile takıldı gözü. Yıllar önce ona “Epiktetos’un kandili” adını takmıştı.

Hiyerapolis’li (Denizli) Epiktetos köle olarak dünyaya gelmiş, Neron zamanında Roma’ya sürülmüş, zalim ve kaba efendisi tarafından eğlence olsun diye ayağı kırılmış bir filozoftu. O Epiktetos ki; “Efendisi Epafroditos birgün kendisine işkence yapmak ister, ayağını bir mengene ile burkmaya başlar. Epiktetos, ‘dur ayağımı kıracaksın’ der. Efendisi aldırmaz. Sonunda Epiktetos’un dediği olur. Ama Epiktetos hiç istifini bozmaz, sadece şu karşılığı verir: ‘Kırılır dememiş miydim?” İşte şimdi o Epiktetos karşısında belirmiş;
“Kaybettim deme, geri verdim de!”
Ve,
“Hayat bir ziyafetten başka bir şey değildir. Yemek ne kadar sürmüşse ziyafet orada biter. Kolun bu sofrada ne kadar uzanmışsa nasibin o kadardır. Bütün sofraya gelenleri değil, yalnız önüne uzatılan tabaktan kendi hisseni iste!” diyor, devam ediyordu; “Hem bu hissen için de müsamahalı ol. Senin yağını mı döktüler? Senin şarabını mı çaldılar? Kendi kendine de ki, bunlar huzur’un pahasıdır”.

Epiktetos konuştukça önce söylediklerini dinlemek istemiyor Şevket Süreyya. Hakaret ediyor, “Sen hem köle, hem miskin bir filozofsun” diye haykırıyor. Aralarında, müşterek hiç bir şey olmadığını söylüyor. Yüzüne karşı, kendi değerini, kendini inkar eden birisi olduğunu, mücadele hırsının, inşa hırsının, hürriyet hırsının ne olduğunu bilmediğini bağırıyor. Yumruklarını sıkıp dışarı çıkıyor.

Fakat Epiktetos, sakin ve telaşsız, asasına sarılarak topallaya topallaya arkasından gidiyor. Gecenin garip aydınlığı içinde ana yolda, bahçe aralarında ve dere kenarlarındaki patikalar arasında onu takip ve konuşmasına devam ederek, insanların kendilerine ya çok pahalı, ya ucuz kıymet biçtiklerini, onunsa sadece bir değerlendirme hatası içinde olduğunu, hayatında daima, başarabileceğini değil, başarmak istediğini düşündüğünü, olabileceği değil, olması istediğini aradığını söylüyor. “Onun için senin yenilgin, hakikatin yenilişi demek değildir. Yenilen, yalnız senin ölçüsüzlüğün ve dalâletindir. Halbuki kaleleri bekleyen nöbetçiler, yanlarına gelen herkese parolayı sorarlar. Sen de muhayyilene gelen şeylere parolayı sorsaydın, baskına uğramazdın!”

Şevket Süreyya, bu sözlerin gerçekliği ve aydınlığı karşısında şaşırmıştır. O ise sözlerini sürdürmektedir. “Senin hakkında yanlış bir karar aldıklarını mı düşünüyorsun? Fakat bu kararı alanların, buna mecbur olduklarını düşünmeye çalış! Ne kendini, ne başkasını itham etme. Hem üzülmek niçin? Bir iş ve inşa mı istiyorsun? Aslında içimizde yıkacak ve yeniden inşa edilecek o kadar çok şey var ki? Senin huzursuzluğun başkaları ile değil, kendi kendinle bağdaşmadığın içindir. Senden alınan şeylere karşı, senden alınamayacak olanları koysana! Bu, senin iradenin hürriyetine ise, Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl hürriyet budur.”

Şevket Süreyya ancak “Yazık! Bu gece Epiktetos beni burada gafil avladı” diye mırıldanabilir.

Epiktetos’un sözleri etrafa serin bir rüzgar gibi yayılır: “Yalnızlıktan korkma! Asıl korkulacak şey, korkudur. Düşün ki Allah’da yalnızdır. Ama kendisinden memnundur. Her şeyi de gene kendisinde bulur... Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz halde malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, birgün kendimizde bulmak kudretidir. Kendine dön oğlum. Kendine inan ve yalnız kendinde olanı ara...”

Şevket Süreyya Aydemir o günkü yıkılmışlığını Epiktetos’la yaptığı söyleşiyle geçiştirirken, birkaç adım atarak açtığı bir kapıdan belki de devlet hizmetinden daha da değerli eserlere kollarını sıvadı. Başta üç ciltlik “Tek Adam” olmak üzere, bir çok başyapıta imza attı. Ülkenin sorunlarıyla uğraşısı hiçbir zaman dinmedi. Pazartesi günleri Cumhuriyet Gazetesi'’nin ikinci sayfasındaki makalelerine ölünceye kadar devam etti. Konusunda en yetkin insan tarafından kaleme alınmış bu akademik yazıların, kitap haline getirilerek, bugünün genç aydınlarına kazandırılması bir ülke hizmetidir.

Çağdaş eğitimimizin kurucularından Şevket Süreyya, “Suyu Arayan Adam” kitabının sonuna eklediği “Epiktetos’un Kandili” bölümüyle bize hayatta birçok kez karşılaşabileceğimiz böylesi karamsar durumlarımızda, yılgınlığımızı giderecek bir reçete sunmaktadır ve bu bilge adamın reçetesinden kaç kereler yararlandığımı hatırlamıyorum bile.

İşte Cumhuriyeti kuranlar ve onun hemen takipçileri böylesi bir yüce ruha sahiptiler.

Falih Rıfkı Atay bu insanları şöyle değerlendiriyor; “Yeni Türk kafasının birbirini tamamlayan iki sırrı vardır:
- Her şey yapılır.

Ve hemen arkasından:
- İşte böyle yapılır.”

Onlar “olmaz”ı olduranlardır. Neler yaptıklarına bakmaksızın, daha neler yapacaklarının yoluna koyulurlar. Şimdi neredeler mi? Bilmem. “Beyaz atlarına binip gittiler” yıllar önce...

*İnkılap ve Kadro (İnkılabın ideolojisi) Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, İst.1932.
**(Salah Birsel. Kendimle Konuşmalar. Papirus Yayınları. 1969. S.18)


* Sayın Ekmel Denizer'in bir konferans için hazırladığı ve Köyümüz dergisinde daha önce yayımlanmış yazıdır.

21 Mart 2010 Pazar

Yaratıcı Blogger Ödülü

Değişik kereler mimlenmiş ve mimleri sevdiğini 'geleneksel giriş cümlesi haline getirdiği satırlarla' her mim yazısında ifade etmiş birisi olarak, an itibariyle bir sözlü sınavda sırasının diplerine kaçmaya çalışan, kendine siper ettiği ön sıradaki arkadaşının sırtına saklanarak orayı burayı karalayan, meşgul insan tripleri atan ve bir türlü çalmak bilmeyen zilin sesine hasret kalan öğrenci gibi hissediyorum kendimi.

Daha önce bir kaç kez aldığım bu mimin, ödül kısmında sürekli bayram edip görev kısmında kaçtığımdan, "daha önce bu ödülleri dağıtmıştım" diyerek, işin içinden sıyrılma şansım da yok. Bu yüzden farkındaysanız kıvranıp duruyorum.

Yaratıcı blogger ödülümüzü bu kez; yazılarını zevkle okuduğum, satırlarındaki mizahı çok sevdiğim, gülümsetirken sert cümleler kuran eleştirel diline bayıldığım Sevgili Aysema'dan aldık.

Sabahtan beri kocaman bir sorumluluk sırtımda dolaşıyorum, mim etiketli yazılarımın arasında... Niyetim, mimin gerekliliği nedeniyle basan ateşi yazıların arasında kaybolarak dağıtmak. Benzer mimlerde yazdığım yazılardan cümleler kapıp şu ter basmış halimden sıyrılmak. Yazının sorumluluğu ağır, mimin ve ödülün geldiği yer çok önemli.

Üstelik, bu tür mimlerin doğası gereği tam anlamıyla birbirinin zıttı iki duygusu var. Mimi aldığınızda gerçekten çok seviniyorsunuz. Çünkü; değer verdiğiniz, sizin için önemli insanlardan geliyor. Emeklerinizin boş olmadığını anlıyorsunuz. Yazdıklarınızın değerini fark ediyorsunuz. Ama öte yandan sizden istenen de kelimenin tam anlamıyla başa bela bir hal... Sevdiğiniz onca blogun içinden 7 tanesini seçmeniz gerekiyor. Bir kez daha anladım ki, hayattaki en zor durum bu benim için. Sevdiklerim arasından bir seçim yapmak.

Her mim yazımda blog dostlarımın benim için anlamlarını çok içtenlikle ifade ettim. Daha iki aylık bir blogken, o zamanki adıyla Blograzi'de günün blogu seçildiğimizde yazdığımız teşekkür yazısının içindeki, "Her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz." cümlesindeki gibi bakış açımız.

Daha fazla kıvırmadan, bütün cesaretimi toplayarak sadede gelirsem: Farkında, duyarlı, sorumlu, birikimli bir aydın ve bir Cumhuriyet Öğretmeni olan Sevgili Aysema'dan gelen ödülün değerini fazlasıyla biliyor, onun gibi değerli bir insandan aldığımız bu ödülün ve kurduğu cümlelerin çok ama çok anlamlı olduğuna vurgu yapıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Mimin yüklediği ve gereği sorumluluğu, aynı mimin daha öncekilerinde de olduğu gibi yerine getiremediğim ve 7 bloggerla bir sınır çekemediğim için; başta Sevgili Aysema olmak üzere bu hareketin başlangıç noktasından bugüne kadarki sürecine halkalar eklemiş herkesten çok ama çok özür diliyorum.

Cezam neyse razıyım:))

20 Mart 2010 Cumartesi

Beynelmilel Üzerine Polemik *

*Dün çıkınımı karıştırırken rastladığım ve bu çıkınımda saklamak istediğim yazıyı: Beynelmilel filmine, dolayısıyla bu filmi anlamlı ve güzel bulanlara yönelik olarak yazılmış bayağı ukalaca bir eleştiri yazısına cevaben ve biraz da giydirerek yazmışım. Ve kanımca diğer cevaplarla birlikte o sitenin en güzel polemiklerinden birine imza atmışız, o kişi ve ben.

Bir çok yorumu okuyorum. Okurken kelimelerden maksatlar da çıkarmaya çalışıyorum. Hiç bir filmle ilgili yapılmış yoruma, olumsuz görüş belirtmiyorum. Çünkü; izleyenlere, onların baktıklarında gördüklerine saygım var. Genelde, eleştirel anlamda müdahalelerimi, o filmle ilgili görüş belirtmiş insanları hiçleyecek türden yorumlara yapıyorum. Siz, ki rastladığım bir çok yorumunuzda yaşamla ilgili duruşunuzun iddalı, donanımlı ve dik olduğu izlenimi yaratıyorsunuz. Bu özelliklerinizin avantajlarıyla, lafı gediğine koyma çabalarında gayretli birisiniz... Hiç yorumun eleştirdiği noktalara girmeden sormak istiyorum(görecelik). Bu yorumunuz sinema sitesinde yorumlar yazan, bilgi birikimi ve hayata duruş noktasında iddaları olan biri için; sizce uslubu anlamında güzel mi? Sadece bunu merak ettim. Ve samimiyetle şunu söyliyeyim ki, asla filmi beğenen biri olarak bir savunu içinde değilim. Ve sizin yaşınızda birinin kişisel anlamda öğrenmek için ilgi duymadığı takdirde yakın tarihli bu süreci anlayamayacağını da sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ediyorum. Bunun sorumluluğunu da, o günkü koşulları yaratıp iki farklı gruptaki insanların kendi mantıklarınca iyi niyetli mücadelelerine çanak tutarak, onları kullanarak, yarattıkları kaosun sonucunda oluşturdukları rejimle; gençlerin, başkaldıran dinamik ve sorgulayıcı akıllarını başka mecralara taşıyıp evcilleştirme başarılarına yüklüyorum. Çok doğaldır ki insanlar, kendi yaşam birikimleri ve tanıklıklarıyla algılarlar olayları... O dönemi yaşamış bir çok insan gibi, üstelik de ergen yaşlarını olayların tarafı olarak, ihtilalden sonraki dönemde de Türkiye'nin bu konudaki en büyük davasının sanıklarının ifadelerine, hapishane koşullarındaki yaşamlarına, ziyaret günlerindeki özlem yüklü buluşmalarına, görülmüştür damgası vurulmuş mektuplardaki sızılara yakından tanıklık etmiş biri olarak; sizin çok sıradan ifadelerle anlamsız bulduğunuz filmdekilerin bile ötesinde, her biri çok acılar yüklü hayatların yaşandığını söyleyebilirim. Ve her biri de sizin 'komedi desen değil' dediğiniz cinsden acı ama aynı zamanda da komik olaylardır. Sizin yaşlarınızdaki insanların algılarında ve tanıklıklarında olmayan bu süreci anlamama gibi bir hakları vardır. Bunu anlayabilirim. Ama bu filmde kendi yaşadıkları acıların 'niyelerinin' komikliğini görmüş; sevgililerinin, kardeşlerinin, ablalarının, abilerinin, oğullarının, kızlarının, anlamsızca yitip giden hayatlarına yanmış; ve bu filmi çok sevmiş; sayıca da oldukça fazla insan adına, bu kadar değersizleştirilmesine de üzüldüm açıkcası... Olay budur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP