4 Mart 2010 Perşembe

Ayar

niye kendimizi diğer milletler karşısında küçük görüyoruz.
bizki yıllarca dünya ya hükmetmiş bir milletin torunları
degilmiyiz.bu millet her şeyi yapar. hollllovud da ne oli ki
senin hollovud filimlerinin en önemli işlerinide yine bu billete ait fertler yapıyor
örnek yüzüklerin efendisi

Hürriyet com.tr'de 'Avatar tadında Çanakkale Savaşı' başlıklı yazıda kastedilen Çadır adlı filme yorum yapanlara ayar olan bir yurdum insanı ...

Teknolojik Dez/Enformasyon

Putların, Kabenin istediği: Kölelik;
Çanların, ezanların dilediği: Kölelik;
Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti:
Nedir hepsinin özlediği? Kölelik.

Günahlar mı sonsuz, senin rahmetin mi.
Hayyam

Irak'ta nükleer silah vardı!
Afganistan'da adam yok!
Biz de?

3 Mart 2010 Çarşamba

Rab Şeytana Dedi ki

Oyunu aylar önce program listesinde gördüğümde- en azından tiyatro kokusu için gitmeyi düşünmeme rağmen- biletlerini internet üzerinden ve erkenden ayarlayan biri olarak, bu oyuna biraz mesefali de durmuştum açıkcası. Yani bir çok oyunda olduğu gibi hemen atlamamıştım üzerine...

Diğer oyunlar ya da konserler için biletleri alırken bu oyuna uzun uzun bakar, düşünür taşınır, sonrada vazgeçerdim. Her hafta bir etkinliği bir şekilde izlemeye alışan bünye, bu haftayı boş geçirme olasılığını hissedince, usul usul dürtmeye başlamıştı beni... Müptela savaşı veriyordum irademe karşı...

Sürekli bir 'gitsem mi gitmesem mi' hali canımdan bezdirince, ben de sildim aklımdan Rab Şeytana Dedi ki'yi... Ben sildim ama o silmedi beni. Her bilet almak için nete girdiğimde, salonun ufak ufak dolduğunu görüyor ve elim 'bu oyuna bilet al'a gidiyordu; aklım da her seferinde, bu kararı sonraya iteliyordu. Sonunda kendimi titreterek kendime getirdim ve ayar verip sert çıktım: "Ya o hafta boş, ya da bu oyun!"

Etki altında kalmamak için oyunlar hakkında araştırma yapmayan ve ayar olan ben, bu kez mecburen konuyu yargıya taşıdım; ya aklımın dediğini yapacaktım, ya da yüreğimin git dediği yere gidecektim. Fazla uzatmayayım: Aslında bu oyun üzerine yazı bile yazmayı düşünmezken, kimseler de uzak kalmasın istedim, bu eğlenceli 1,5 saatten...

Ben, "yaaa bu oyuna gitmeliyim!" dediğimde, çoktan Google aramaya yazmıştım: "Rab Şeytana Dedi ki..."

Bul dediğimde, Google'da bana dedi ki: " Uzaklarda arama!.."

Meğerse en sevdiğim blog yazarlarından olan sevgili a. nur gitmiş bu oyuna, ve yazmış çok güzel bir yazı oyun hakkında. Hani insan bazen burnunun ucundakini göremez ya, işte Google'da sanki bunu anlattı bana...

Kişisel fikrimi hemen söyleyip sizi fazla da tutmadan, oyunla ilgili güzel bir yorum için sevgili a. nur'a yollayacağım. Açıkcası ben; çok keyifli, çok eğlenceli birbuçuk saat geçirdim. Danslarla, güzel şarkılarla, güzel espriler ve güzel oyunculuklarla bezenmiş oyun boyunca, mevcut dünyadan kopup sahnenin ortasında bağdaş kurdum. Özellikle, saksofon permormansları katılınca orkestraya, keşke cumartesi akşamı olsaydı bu oyun diye aklımdan geçirdim. Hatta fazlasıyla abartıp, mesela Babylon'da sergilense bu oyun dedim. Yani uçtum; canım alkole değmek istedi, hatta yanıma birini de istedi.

Haa, geçen hafta izlediğim 'Ölüm Kitabı'ndaki tiyatro lezzetini aldım mı?' diye sorarsam kendime, ki sordum, yanıtım hayırdır. Ama bu düşüncem yüzünden, Rab Şeytana Dedi ki'nin genç, farklı ve eğlenceli bir tiyatro gösterisi olduğunu da görmezden gelemem. Yani kısacası, çok eğlenirken bir iki cümle kapıp üzerine düşünebileceğiniz, hatta aşk üzerine sözlerine bakıp yorumlar yapabileceğiniz, içinde dans, müzik, felsefik sözlerle desteklenmiş şarkılar olan eğlenceli ve güzel bir oyun Rab Şeytana Dedi ki... Dansların çok uyumlu ve başarılı sergilenemediğinin, şeytanın gölgesinde kaldığının ama sevimli olduğunun altını çizeyim ve daha genç bir gözden daha ayrıntılı bir yorum için sözü; oyunu izlememe sebep olduğu için kendisine teşekkür ederek, sevgili a.nur'a bırakayım.

2 Mart 2010 Salı

Cumartesi 14:36'da Şirin Sokak


Güneşin saklı olduğu o saatte; büyük bir alışveriş merkezinin önündeki geniş ve hareketli caddeyi geçerek ulaşılan Şirin Sokağa girer girmez, göze çarpan bir olağandışılık yok. Her şehirde, her kasabada rastlanabilecek ara sokaklardan biri...

Sokağın hemen başındaki pastanenin üst katından sokağa inen merdiven dikkat çekici... Daha önce iki katlı bir ev olduğu anlaşılan binanın alt katı dükkana çevrilince, üst katın sokağa çıkışı harici bir yangın merdiveni tadında kalmış. Çıplak ve dik...

Az önce ana caddeyi geçerek sokağa giren gülergözlü bir çift, sohbet adımları atarak yürüyorlar. Yüz ifadelerine yansıyan sözcüklerin keyfinden sokağa geliş amaçlarındaki bilinç anlaşılıyor. Doğrudan, sol taraftaki küçük salaş dükkana yöneliyorlar. İçeri göz atıp boş yer bulamayınca, daracık kaldırıma atılmış masalardan birine oturuyorlar. Sokağın eskiliği kadar eski bir lokanta burası... Eskiye biriktirilmiş bir zenginlik ve acaip bir lezzet saçılıyor dükkandan sokağa... Şirin Sokağın üst başından gelip salaş dükkanın önünde duran -dükkandan büyük- arabalara, pahallı giyimli beyler ve kadınlar biniyor. Onlardan boşalan sandalyelere de, yeni beyler ve bayanlar oturuyor.

Gülengözlü kadınla adam siparişlerini veriyorlar. O esnada, lüks bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor sokağın üst başından... Tanıdık bir telaş hakim kılıyor kendini sokakta... Dükkanlardan bir kaç kişi koşup arabaların kapısını açıyor; zenginlik ve itibar dökülüyor açılan kapılardan... Şöförleri çekip alırken arabaları dar sokaktan, dükkan sahipleri coşkulu bir nezaketle karşı pastaneye buyur ediyor, arabadan inen pahalı takımlı beylerle pırlantalı kadınları...

Gülergözlü sohbetin ortağı adam, önüne gelen tabağın kokusunu çekiyor içine ve sumak rica ediyor garsondan...

Gülergözlü adamın karşısında oturan gülergözlü kadına baktığınızda, ' bu kadar mı yakışır siyah gözlük bir kadına' diye geçiriyorsunuz aklınızdan...

Onlar bir yandan yerken yemeklerini, bir yandan resmediyorlar sanki kelimelerinde; sokağı, anı ve birlikte olmanın tadını.

Gülergözlü adamla gülergözlü kadının masasının hemen arkasındaki kapının önünde duran saçları boyalı kadın dikkat çekiyor. Gülergözlü kadının karşısındaki gülergözlü adam, kadını hemen farkediyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Belli ki sokakla tanışıklığı eskiye dayanıyor.

Zaman film olup, sahne sahne gülergözlü adamın aklına akıyor.

Kapının yanında duran 'saçları gazino rengine boyalı' kadın, istemem yan cebime koy bir edayla ve umursuzmuş yapan bir tavırla kendini göstermeye göstermeye, ve meydan okur bir diklikle, ve kadere isyankar bir kabullenmişlikle ileri geri salınıyor masaların olduğu kaldırımda. Akşamdan kalan itibarını hala sırtında taşıyor ve neon ışıklara yazılmış adını günışığında parlatıyor. Triko taytının üzerine giydiği enine çizgili kazak, tam kalçalarını kavrıyor. Boynuna doladığı atkı, kıyafetine pek sanatçı bir renk katıyor. Vücuduna yüklediği anlam, yürüyüşündeki eda, masalardakilere umursuz ve görmez bakan gözleri, sadece sokağın sahipleriyle konuşuyor. İtibar yüklü sözcükler, erkek bir sokakta yalnız bir kadın olmak, onu sokağın kraliçesi yapıyor.

Masalardakiler, sokağa yabancı kalıyor.

Saçları gazino rengine boyalı kadın; eline bir sigara alıp, bir bardak da çay, camında otel yazan beşinci sınıf kapının duvarına yaslanıyor. Gece başka alkollere, başka hayallere ve başka nefeslere üfleyeceği sigarasını, o saatte, kendine üflüyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Masadaki, siyah gözlüğün çok yakıştığı gülergözlü kadın; hemen kaldırımın kenarında duran, uzun boylu, uzun kahverengi paltolu, kafasını paltosunun kaldırdığı yakasına gömmüş adamı işaretliyor. Adam, sigarasının derin çektiği nefesini 'of ulan ofa' üflüyor. Adam, otelin kapısındaki, uzun kazağı kalçalarını kavrayan kadına gözünün ucunu takıyor. Kadın bütün edasıyla ve sallana sallana kaldırımın öte ucuna, sokağın karşı kaldırımındaki manava doğru hareketleniyor; uzun kahverengi paltolu adamın arkasından geçerken, oraya buraya, gülücük yüklediği laflar çarpıyor.

Paltosunun yakasına saklanmış kafasını çeviren adam, kazağının kavradığı kalçalarını sallayarak yürüyen saçlarını gazino rengine boyatmış kadına pek de umursuzmuş gibi, başını çeviriyor. Burun kıvıran bir kulakla dinliyor, kaldırım taşlarındaki kalçaların ritmini.

Manavın uzattığı poşete iki elma, üç portakal, bir kaç muz dolduruyor saçları gazino rengine boyalı kadın. Elinin kelimeleri ' deftere yaz, haftaya öderim' diyor. Manav raconbilir bir vurguyla 'senden de mi para alacağız abla' diye gülümsüyor; çıkar gözetmeyen karşılıksız bir sevgi ve içtenlikli bir saygıyla... Uzun kazağı kalçasını kavrayan atkılı kadın, tekrar masaların olduğu kaldırıma yönelirken, o ana kadar onu farketmemiş olanların da gözüne gözüne takıyor kendini.

Sokağın başından bir BMW geliyor.

Karşıdaki pastaneye kurulan masadaki kalabalıktan, sarışın, kürk mantolu, pırlantalı ve havası kıvamında bir kadın dışarı çıkıyor; elindeki ağızlığa takılı sigarasını dudaklarına götürüyor. Çıplak ve dik merdivenin altındaki duvara yasladığı yaşamına bir nefes çekiyor. Sıkışmışlığını havaya salarken, az önce manavda alışveriş yapan kazağı kalçalarını kavrayan gazino renkli kadına takılı kalan gözleri, o kadını bütün yürüyüşü boyunca takip ediyor.

Masalardan birinden bir grup kalkıyor.

Ünlü Türk Müziği sanatçısı BMW' nin ön koltuğuna biniyor.

Kafasını paltosunun kaldırdığı yakalarıyla beyaz şapkasının arasına saklayan uzun poylu, uzun paltolu milli piyango satan adam, elindeki biletlerine bakıyor.

Saçları gazino renkli kadın, en havalı haliyle ve kazağının kavradığı kalçalarını sallaya sallaya otel yazan kapıya doğru yürüyor.

Sokağın içindeki ve çaprazdaki manavdan, soyulup dilimlenip lokantadan gelen tabakalara dizilen meyvalar, pastanedeki masalardan toplanıyor.

Gülengözlü kadın süt helvası sipariş veriyor.

Garsonun biri, koşarak sokağın caddeyi kesen köşesini dönüyor. Biraz sonra elinde dumanı kokan süt helvasıyla dönüyor.

Dünya, o sokakta dönüyor.

Gülengözlü adamla siyah gözlüğün çok yakıştığı gülengözlü kadın yaşadıkları ana sarılıp, senli benli gülüşlerine yeni yeni anlamlar katarak, muzur muzur kelimeleri sarmaş dolaş edecekleri alışveriş merkezine doğru, geldikleri yoldan yürüyorlar.

Uzun ağızlıklı sigarasını içen kürk mantolu, şık pırlantalı, sarışın ve kariyerli kadın; uzun kazağı kalçalarını kavrayan, saçlarını gazino rengine boyatmış kadında takılı kalan gözlerini geri alıyor.

Şirin sokağa kocaman bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor.

Sokak, sahiplerine kalıyor.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ovaya Bakmak*

Tırmandığım yokuşun yorgunluğunu çıkarıyormuşum gibi on adım kala, onu seyretmeye durdum bir zaman. Bir deri bir kemik kalmış görünümüyle gövdesine dayanılacak bir ağaç olmaktan uzaktı. Arkadaşlığını son yıllarda edindiğim ahlatla, bana göre sadece bir dahaki yaza kadar son görüşmemiz olacaktı. Ahlat ağacı olup olmadığını da bilmiyordum ya, öyle diyordum. Onu seviyordum. Onu bana sevdiren, önümde, ufuktaki yükseltiye kadar uzanan ovaydı belki de. Yamaçtaki bu yaşlı ağaca dinlenmek için sırtımı dayayıp ayaklarımı uzatmasaydım, ova yoktu benim için. Ağacı bana sevdiren ovaydı. Ağaç ve ova… Ekili biçili, sürülü sürülmemiş tarlalar. Dönen, kıvrılan, sapan -inceli kalınlı çizgiler gibi- tekrar tekrar dönen, kıvrılan, sapan, kentlere köylere giden yollar. Karıncalar gibi ve onlar kadar görünen tarım işçileri, traktörleri, römorkları, araç ve gereçleri…

Buradan bakıldığında yavaşça alçalan ve uzunca bir düzlükten sonra tekrar yükselen bir araziydi görünen. Doğanın genişliği insanın her şeyine işliyor, soludukça adeta ciğerlerini de kendine benzetiyordu. İnsan burada, uzak, derin ve geniş düşünüyordu. Kaç yıldır öğleden sonraları burada bulurdum kendimi. Bir metal gibi genleşir, genişlerdim. Sırtımı aceleyle gövdesine yasladıktan sonra gölgesiyle havadan sudan konuşurdum; neler görmüş ağaç, bil bakalım, karşıdan gelen şu otobüs Tekirdağ’a mı, Edirne’ye mi sapacak, derdim. Kimi zaman altında uyuyakalırdım. Yapraklarından çok yaşlı dallarıyla gölgelendirirdi beni. İncitmekten çekinir, çoluk çocuktan söz etmez, torunlar nasıl, demezdim. Bu görünüşüyle onu bazen çilekeş bir dervişe, bazen lime lime olmuş giysileriyle erkini yitirmiş yaşlı bir soyluya benzetirdim. Kimi zaman ise, söze, üç padişah gördüm, Çanakkale’yi de, Yemen’i de, diye başlayan, ulusal utku günlerinin haki poturlu, kalpaklı, kabalaklı, palaskalı, madalyalı gazilerine…

Yarım yüzyılı geçkin, yorgun yaşamımın sonunda edindiğim bir arkadaş… Ona sırtımı dayıyordum. Arkadaş sözcüğündeki arka’nın tam anlamıyla arkalığımdı. Yüzünü görmeksizin gölgesiyle konuşuyordum, uzandığım yerden. Ağaç çok önceleri yaşadığım bendim. Kaydedilmemiş deneyimlerimin aynasında düşündükçe düşünceleşiyordum, gölgesinde. Günler geçtikçe, yazın, ovanın üzerinde buharlaştığını görüyordum. ‘Bu yazda böyle geçti’nin içten içe, incelikli hüznüyle, ‘umarsız kabulleniş’in sessizliğine uyuyordum. Gülünecek bir şey olmaksızın, içimden coşkulu bir gülme duygusu yükseliyordu. Erinçti bu. Kabullenişin, bir güzel boyuneğmişliğin mutluluğuydu. Bu kargacık burgacık ağaç, kentin en ulu ağaçlarından da ulu, bir bilge ağaçtı benim için. Altında söylediğimde en içli ezgiler bile ağlatamazdı beni…

Söyle bana ağaç, diyordum, aşağıda duran bir göl gibi (ki, kimi günlerin akşamlarına doğru ben onu “yağcıbedir”lere de benzetirim) uzanan bu ova kışında böylesi alımlı mıdır? Yanıtsız kalan sorum yinelendikçe de yanıtlanmazdı. Yanıt; sessizlik, sessizlik; ‘gel de gör’dü… Evet, bir kış günü, hatta bir çok kış günü de gelip görmeliydim. Mutlak geleceğim söz, dediğim hiçbir kış gidemedim.

Alkolsüz bir hoşluk içersindeydim burada. Ağacın altından görüntü; ‘bir ömre bedel’ görüntüydü. Ne begonya, ne sardunya… Çiçeksiz bahçemdi burası, esin kaynağımdı. En beğendiğim öykümü buradaki bakıştan esinlenerek yazmış, son noktayı koyduktan sonra halay çekecekmişim gibi buruşuk dallarına sarılmıştım. Doğayla, dolayısıyla kendimle dostluğumun yol göstericisiydi, görmüş geçirmiş bu yaşlı ağaç. Bana bir melamet neşesi veriyordu. Yine de duygularımın aşırılığını, renkli bir gözlük gibi güneş ışığının parlağından, görüntünün göz kamaştırıcı esrikliğinden esirgiyordu beni…

Kendi sözü mü, bir alıntı mıydı; “Yükseklerde söylenen şarkı hep aynıdır” diyordu, Cemil Meriç. Coğrafi de olsa yüksekteydim ve zaman zaman kendimi büyük filozoflarla aynı şarkıyı söyler buluyordum.

Ova güzeldi. Ova, buradan bakıldıkça güzeldi. Sırtım yaşlı ahlatın gövdesine yaslanmış baktıkça, ova çok güzeldi. Ve ne güzeldi güzellik…

Ahlat ağacının altı, ovaya bakmaktı benim için. Yıllardır, yaz öğlesi sonralarından akşamüzerlerine değin ovaya bakmak… Ovaya bakmaksa dinlenmek demekti. Derin düşüncelere dalıyormuş gibi (dalmaksızın) bir emekli oyalanmasıydı. Çoğu emekliler, bir anıt gibi durup öylece uzaklara bakarlar. Yüzlerini bir erinç kaplamışsa bilin ki; bir yaşlı ahlat ağacına yaslanmış içten içe ovalarını seyrediyorlardır.

*Sayın Ekmel DENİZER'in yayınlanmış bir öyküsüdür. Köyümüz Dergisi (Bakırköy)

27 Şubat 2010 Cumartesi

Güneş!


...
Onun zarar görmesini istemeyen çırpındıkça; kuş iyice telaşlanır. İyi niyetli bir çaba içinde gelecek felaketi fark edip korumaya çalışanın her hareketini, kendine yapılmış saldırı olarak algılar. Bütün çabalar artık onun kendi doğrularının hapsindedir...

Sonunda, sadece içgüdüselliğin öğretisinde kendine doğru duruma yanlış olanı seçtiği için; kontrolsüz bir korkunun telaşında çıkış yolunu da bulamadığından gider, cama çarpar ve ölür. Onu kurtarma çabası içindeki insanın çektiği acıyı bilmeden. O insan için anlamının, bütün telaşların niyesinin kendi olduğunu öğrenmeden...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)


Fotoğraf: Claudetienne

26 Şubat 2010 Cuma

Sağanak!


...
Kuş, doğası ve yetiştiği hayatın örneklerini; sanki her benzer olay, her kişi böyleymişe yayan bir endişe halinin ve sürekli negatif algının esiridir o anda... Artık kendi yargısının ötesinde bir doğru olabileceği olasılığı sıfırdır. Her yol onun doğrusuna çıkar. Ya da istenen öyle olmasıdır...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)...



Fotoğraf: Birgit Woehlbrant

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP