31 Ekim 2008 Cuma

Devrim Arabaları...Arşivlenesi Bir Film


"129 gün kaldı" sadece 129!..

Ortada bir avuç mühendis, yetersiz bir bütçe,kalıpları bile olmayan otomobil parçaları ve büyük yerden verilmiş emirle hantal iki demir kapının virane bir atölyeye açılmasıyla başlar, "devrimin hikayesi"...

Sürekli gidip gelen elektrikler eşliğinde yola yüreklerini koymuş, en büyük avantajları olan "kimseciklerin onlara inanmıyor oldukları" gerçeğiyle başbaşa mühendisler, işçiler, Recep ustalar...

Demirin cız ettiği yerler...

Başedebilirsen helal sana dedittirecek bürokratik engeller devamında sürekli çalan telefonlar, ve olumsuz haber telgrafları...Yetişmesi belki imkansız 'siparişler'e dökülen alın teri.

Devrim; ilk Türk Malı otomobilin üretim aşamasında işe sevdalarını, umutlarını ve inançları koyan; eşini, çocuğunu, evini unutup çalışan insanların birliktelik hikayesi...

"Devrim Arabaları" tek solukta izlediğim ve çok uzun zaman sonra tüylerimi ürpertebilen arşivlenilesi bir Türk yapımı...

Tam isabet bir kadronun,doğal mekanın ve güçlü müziklerin ahengi...

55 gün kaldı!..Sadece 55!..

29 Ekim 2008 Çarşamba

Aranıyor Bir Kafa ve Bir Kalp


Güneydoğu'da ya da yurdun değişik yerlerinde çocukların ön saflara sürülmesiyle yapılan eylemler üzerine basın toplantısındaki siyasetçiye sorulan soruya verilen yanıt üzerine, durdum.

Donmadım, şaşırmadım , sadece o hale acıdım... Hem de çocuklardan daha çok acıdım...

En azından biliyorum ki, çocuklar sadece içlerindeki safiyane heyecanların bir oyunu gibi algılıyorlar durumu, masumlar...

Ve belki de ilk kez, devlet ön yargısız ve sevecen. Ve ilk kez, hiç değilse(!) o çocukların eylem alanlarındaki durumlarının, kullanılmışlıklarının farkında...

Ama ne yazık ki! İnsan adına, ismi lazım değil şahsın adına üzgünüm; üzgünden öte ,çokça ihmallerine, bir çok haksızlıklarına rağmen yine de bu ülkenin ona tanıdığı haklarla seçilebilmiş, oralara kadar gelebilmiş, siyaset yapabilen, bu ülke insanlarının alınterleriyle kazandıklarının vergilerinden ve uğruna mücadele ettiğini ''sandığı'' insanların yaşam koşullarından çok ötelerde bir standart oluşturabilecek kadar kazanan bir milletvekiline ve en çok da bir kadına acıdım.

Kendini referansladığı ideolojinin temel dayanağının hümanizm olduğunun bile farkında olmayan; sığ, kültürsüz, samimiyetsiz, seçkinci iki yüzlülüğün çok bilmişlik taklidindeki cahilliğine acıdım...

Kıvrak bir yanıtla faka bastırma edaları taşıyan, soruya çok zekice cevap vererek soranın önyargılı tavrını parçaladığını sanan insanlıktan bunca uzak gülüşündeki beceriksiz, sığ sıkışmışlığa acıdım.

Sorulan, ''Siz çocuğunuzu eylemlere gönderir miydiniz?'' sorusuna: Çirkin, yakışıksız, samimiyetsiz, sıkışmış, sahiplendiği ideolojinin gerçeğine ve derinliğine cahil, insan sevgisini dış kapının mandalı haline getiren gülüşle verilen ''Çocuğum olmadığı için bir şey diyemiyeceğim, ''şeklindeki, anlamı olunca bakarızda vücut bulan yanıtın zavallığının çirkin uyanıklığına acıdım... Ve iğrendim.

Hayatımda ilk kez bir insandan iğrendim... Çok gaddarlar gördüm, çok dramatik olaylara tanıklık ettim. Ama hiç değilse onlara baktığımda, durumu kendilerince sahiplenerek ortaya koydukları savunularındaki netliği, açıklığı, sahiplenmeyi gördüm. Burada, her sözcükteki, her mimikteki iğretiliğe iğrendim...

Bir etnik kimliğe sırtını dayıyarak paşa paşa maaşlar alıp, sahne yıldızları gibi göz önlerinde olmanın keyfini çıkaran bir siyasetçinin, her şeyden önce bir kadının: Ne insan, ne kadın olamama haline acıdım... Evet sadece acıdım ve iğrendim...

Gönderirdim ya da göndermezdim diyemezken, aslında yanıtı aşikar biçimde göndermezdim olan, tam anlamıyla altına yapmak halinin pişkin gülüşüne iğrendim...

Ve bu ülkenin genelinde var olan, hiç bir kimlik ayrımcılığı içermeyen, geniş kitlelerin özgürlük, açlık, eğitim, sağlık gibi sorunları ortadayken; onları, kendi derdi sayıp peşinden koşmak, takipçisi olmak varken; kültürsüz, insana bu kadar uzak çapsızların çapsız hesapları için çocuklarını yitiren annelere, o annelerin gencecik fidanlarına üzüldüm... O kadına sadece acıdım, insan olmaktan çok ötelerdeki zavallığına... Ve iğrendim.

Ve bir insanın çocuklarla ilgili bir soruya ve o çocuklara bu kadar uzak olmasına, onları kendi dar kafalı bilgisiz ideolojisinin savaş silahı haline getirmesine ve bunu haklı kılar gülüşündeki sevgisizliğe acıdım. Bir çocuğa üzülmek, ona kıyamamak için anne olmaya gerek var mı ki sorusu ve yanıtı bile anlamını yitirdi, çocuklara üzüldüm...

Ve düşündüm!.. Aslında bu türden sığlıkları, hayvanat bahçesindeki gibi televizyon ekranlarından sürekli kamuoyuna kendi sözcükleriyle sunmak gerektiğini; saklıda kalmışlığın kahraman yaratan hallerinden çıkarıp, gün ışığının tökezleten şaşkın durumlarının gerçeklik halleriyle teşhir olmaları için...

26 Ekim 2008 Pazar

Altyazı...



''İnsan köledir” demişti Nikolay Berdyaev; “çünkü özgürlük zor zanaatken, kölelikse kolay ve rahattır.”

23 Ekim 2008 Perşembe

Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından...


Elbette o da bazen güzel kadınlara bakıyordu. Ve bunu çok samimiyetle yazıyordu. Uzunca bir bakmazlığın ardından ilk defa, büyükçe bir markette o akşam için yiyecek bir şeyler ararken bir kadın, ''onu'' ilk gördüğü gündeki fark edişle gözüne takıldı.

Yüzünde hüzünle tatlanmış çocuk masumiyetinde parlak iki göz; duruşunda kendine güvenin yanına kaygılar da almış alabildiğine asil bir tavır; üzerinde yalnızca dünyada bir kişinin üzerinde o kadar güzel duracak siyah ve onun markası olabilecek saçları olan birisiydi.

Ve algısı o kadar kısa bir anda analizi yapabilmiş notu vermişti.

Sonra birisine duyduğu kızgınlık onu, ''onu'' görmezden getiren ve kasada karşılaştırmak istemeyen bir öfkeyle ve hızlı adımlarla dışarı attı .

Bu fark edişle kalbine bir sızı yerleşti. Kalbine sızı yerleşen bu adamı anladı. Anılarını onunla pay etti.

Ve çok özledi. Ve üzüldü.

Ve o kadının ördüğü duvarların bazen yıkılamayacak kadar yüksek olduğunu bildiği için cesaret edemedi. Doğabilecek öfkenin o anki düşünüşünü başka yerlere taşıyıp duygularını tahrip etmesine izin vermek istemedi.

Anılarıyla beraber, onunla ıslanmak varken yalnız arabaya yürüdü; bin tane hayalle birlikte...

Üstelik de günlerden Cumartesiydi...


Beş evvel zaman önce...

22 Ekim 2008 Çarşamba

Altyazı...




Aşk sıradan bir suç değildir!..

Breaking and Entering (Hırsız)

21 Ekim 2008 Salı

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Romanımsı Bir Gün: Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben.


Konuşurken bir şişe şarabı götürmüştük. İkinciyle birlikte birer bonfile sipariş verdik. Artık kadehler yitip giden arkadaş hayatları içindi. Onların yarım kalan hayatlarını, hayallerinde bile olmamış bir mekânda, hiç tatmadıkları, bilmedikleri yiyeceklerle, şarapla kutsuyorduk sanki...

Ne olursa olsun insan bencil diye düşündük, doğasında var bu deyip; Ayn Rand üzerinden "ben" ve "bencillik" üzerine bol esprili, kahkahalı sözler ederken, aynı anda aynı seslerle tekila içmeye karar verdik.

Bara çıkıp, oradaki orkestranın çaldığı yeni nesil için sadece şarkı, bizim için küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış bir ''devrimci'' romantizm anı olan Bella Ciao'ya tekilalarla eşlik ederek, son dönem izlediğimiz Amerikan kökenli bazı siyasi filmlerin bize nasıl sığ geldiğinden ve birbirlerine benzerliklerinden şikayet ettik. Bizim eleştiriyi kendi birikimimizden, pratiğimizden, dünyanın o anki halinden ve çok okuyor olmanın çok bilmişlik gazından bakarak yaptığımızı, genç insanlar için bütün bunların yeni hikâyeler olduğunu falan konuştuk. Bu ukalalığımız üzerine gülüştük. Sonra, hadi okulun bahçesine gidelim ortak kararını veren iki "anarşist" restorana inip, paltolarımızı ve kalan şarabı alarak, hesabı ödeyip çıktık .

Gecenin o vaktinde onlarca eylem konuşması yaptığımız lisenin kantin pencerelerinden içeri baktık. Bahçede yürüdük. İlk kez jandarmanın okul bahçesine girdiği, bizim onları "jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana" diye başlayan marşla durduracağımızı sandığımız gün kafamıza gelen dipçiklerin, nasıl hayatın gerçeği olarak bizi silkelediğini, Fransa’da Miterrand’ın bir sosyalist olarak iktidara gelmesi üzerine kendi fraksiyonlarımızla biraz da Behice Boran'ın bize çok romantik gelen; sanki romanlar içinden fışkırmış karakterler gibi duruşuna ve hikâyesine duyduğumuz sempati dolayısıyla onun düşüncelerine yakın sözcüklerle yaptığımız tartışmalarda nasıl papaz olduğumuzu; İran’da Humeyni’nin solcular desteğinde yaptığı devrime nasıl destek veren eylemler yaptığımızı, bir büyük mitingde onların devrimi lehine sloganlar attığımızı, o mitingde liderleri olarak üzerinde anlaştığımız sloganlardan gruplarımızın vazgeçip bildiklerini söylemeleri üzerine ikimizin birbirimizi nasıl yediğimizi; devrimci abilerin bilgisiz iki yüzlülüklerini, cahil ideolojilerini falan konuştuk. Bol bol güldük bu çelişkilere...

Bütün bunları konuşurken, yıkılıp yerine basket sahası yapılan havacılık odasının olduğu yerdeki betona oturup, kalan şişe şarabı; afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarında içilen Derdalan'lar gibi, aynı şişeden içtik. Alkolden ısınmış vücutlarımız yıldızlı ayazın soğuğunu hissetmeye başlayana kadar oturduk orada...

Gitmeye karar verdiğimizde direksiyona ben geçim dedim. O, olası bir alkol kontrolünde takılmasın diye yaptım sandı. Oysa, yolda giderken başını sola çevirip kafalığa yaslanmış gözleriyle bana baksın istedim.

Gecenin ıssızında kayalara çarpıp sıçrayan dalgaların arabanın üzerinden aşarken camlarında çıkardığı sesle içerdeki müziğe eşlik ettikleri bir yerde arabayı durdurup bu kez, ben de kafamı kafalığa yaslayıp, ona döndüm. Bir yarım kalmışlığın duygularıyla, olgun bi yaşta ama o militan kızın izlerini taşıyan, kariyerinin sade şıklığındaki, yeşil gözlü, yumuşak tenli hafif çıkık elmacık yanakların, balık etinden biraz ince vücudun, yumuşacık bi sarılıkta ipeksi saçların güzel yüzüne baktım. Sarhoşluğun sınırındaki başım ahlaksızlaştı bir an... Bin sahne yazdı beynim, utanmadım.

Sahil boyunca; yağmaya başlayan yağmurun sokak lambalarıyla, asfaltla, sileceklerle haşır neşir haline hissettiklerimizle eşlik ederek, seslerin sessizliğinde evlerinin önüne geldik. Apartmanın otoparkına çektiğim arabada kaloriferin sıcağından ve gevşemişlikten sıyrılmadan oturduk bir süre daha... Sonra, yanağına bir veda öpücüğü için uzandım. Sarhoşluktan mı yoksa onun bahanesiyle mi bilmiyorum, tutturamadım. Tutturduğum yerde ne kadar kaldık bilemedim. Ama o ıslak sıcaklık muhteşemdi.

Masumdu...


...zamanın ötesinden berisinden bir saatte gecenin ilk şişesiyle devam edecek. Zamansızca yani;)



Resim:Madeliene Abling

20 Ekim 2008 Pazartesi

Klimt...


Bu film iki açıdan değerlendirilebilir!..

Resim sanatına ilgi duyanları özellikle de Klimt'i favori ressamları içinde tutanları ve bu konu üzerinde bilgi sahibi olanları memnun edecek çok başarılı bir biyografi anlatımıdır. Özellikle atölyede çalıştığı sahnelerde sanki bir tablonun fırça izleri ve renkleri vardır .

Kalabalık diyalogların sahnelendiği anlarda, tartışmanın niteliği ve odaklandığı noktalar: Klimt' in kişisel özelliklerinin, yaşamının yanı sıra dönemin sanata bakışını hem entelektüeller hem siyasetçiler açısından etkili diyaloglar ve devingen bir kamera kullanımıyla çok güzel anlatır.

Ancak genelde biyografilere, özelde de resim sanatına ilginiz yoksa ve bir sanatçı karakterin duygularının dışa vurumunun sıradışılığı sizi alakadar etmiyorsa, ama sinemaya mesleki anlamda bir tutkunuz var ve bu yönde bir eğitim düşünüyorsanız, filmin Üslubu için izlemenizde fazlasıyla yarar var.

Eğer her iki noktaya da bir ilginiz yoksa, karakter analizleri yaparken derinlikli bir dil kullanan, sanatsal kaygılar taşıyan (zaman zaman simgesel anlatımlara başvuran) bir görselliğe sahip filmleri sevmiyorsanız, sıkılabilirsiniz! Bu yüzden kesin izleyin diyemiyorum.

Ben sevmiş miydim filmi? Çok sevmiştim. Çok özel bir sinema diliyle çok kapsamlı ve başarılı bir anlatım sergilediği için!

Ve Captaiin ekledi:

Klimt'te; ağır ağır ilerlerken Klimtler ve Lealarla karmaşık fakat bir o kadar basit, derin ve bir o kadar sığ havasında esrarengiz duruşuna kapılmıyorsunuz değil. Korkunç çıplak kadınlar ve pürüzsüz vücutlar, kıvrımlar, desenler ve piyano vuruşları içinde bir alegoridir KLİMT.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Kabızlığa Bulunmuş Tesadüfi Bir Çare... Zuzu gülmüş...Bu çok şey bugün için:))


Aslında bugün dün akşam yediğim çok keyifli bir yemeği yazacaktım. Fotoğraflarını çekmiş herşeyi hazır etmiştim; ama iki gündür beklediğim bir sonuç vardı. Onun merakı özellikle zuzu'nun neler çektiğini tahmin edebiliyor olmam sebebiyle tüm önceliğim ondan gelecek haberdi. Bu yüzden hiç bir şekilde konsantrasyon sağlayamadığımdan, bu gelenekselleşmiş bir hal alan cuma akşamları üzerine yazıyı erteliyorum.

Çünkü dün sabahtan öğlene kadarki işler ve pc başından uzak kalmam nedeniyle haberdar olamadığım durumdan şu an itibariyle bilgi sahibi olmuş bulunmaktayım.

Zihniyetleri sanal olan insanların kelimeleri de sanal olduğundan çok anlamlandıramadıkları bu alemde, kelimelerine bakarak ruhlarına dokunabildiğiniz, değerlerini kavrayabilip vücutlandırabildiğiniz insanlar vardır. Efsa benim için bunlardan biri. İçtenliği, kendine duyduğu güven, içinden yok olmamış çocuk heyecanları ve genç kız tazeliğindeki (zaten genç kız) coşkuları onun kim olduğunu bana söyledi ve benim bir kardeşim daha oldu. Önceki gün, yazısında minik kızının kabızlık problemiyle ilgili duygularını yazmıştı. Çocuğun çektiği ızdıraba çare olamamanın ne demek olduğunu bilirim. Benim için o günün sorunu buydu...

Öncelikle neye yaradığını bilmediğim, sonucu itibariyle aslında pazarlanmasındaki temel vurgu çok daha farklı olan bir pekmezin bu anlamdaki işlevselliğini tam da Arşimet'inkine benzeyen bir durumda keşfetme olayımı anlatayım:(tamamıyla tesadüf)

Canım sıkıldığında buzdolabına başvurmayı severim. Bir gün, ne yapsam hallerinde buzdolabı raflarında gezinirken, elim en son kararla süte gitti. Sonra, şekerlimi içsem falan diye karasız bir haldeyken, dolap rafında harnup pekmezi gördüm. Halam bize geldiği zamanlarda normal eşyalarının yanında kondisyon bisikleti başta olmak üzere seyyar aktar dükkanı halindeki bir valiz daha getirir.

Hala dediysem benim yaşım konusunda tahminler yaparak gözünüzde yaşlı, dökülmüş bir kadın canlandırmayın! Çoğu zaman ''hala zahmet edip de bir şey giymeseydin'' dediğimiz etek boylarında, dekoltelerde giyinen; genelde, (kadın)arkadaşların bayılıyorum böyle kadınlara dediği türden bir hatun kişidir kendisi. Kullandığı malzemelerle bu gençlik halinin ilişkisi olduğu noktasında tereddütleri olan biri olarak, zaten siyaset konusunda yeteri kadar kapıştığımızdan bir de, ben onun bu güzelliğinin ve gençliğinin aktarlardan değilde ruhundan ve kendinden olduğuna inancımı vurgulayıp giriş bölümünü noktalıyayım.

Daha önce gazete köşelerindeki reklam sütunlarından tanıdığım pekmezi dolapta görünce, çocuklarda kan olsun diye sütlerine ilave ettiğimiz pekmezlerden yola çıkarak, birde tatlı bir şey istediğinden canım, iki tatlı kaşığı atıverdim sütümün dibine... Daha bardağı bitirip içeri geçmemle tuvalete zor attım kendimi... Sonra, herhalde süt bozuktu falan diye düşündüm, üzerinde durmadım. Sonra bir başka gün; yeni aldığım süte de attığımda, daha sonra emin olmak için suya karıştırarak denediğimde durum yine aynıydı.

O gün itibariyle bu pekmezle ilişkim sonlandı kendi adıma; normal bir insan olarak.

Sonra, bir gün bir arkadaşımla arabayla şehir dışı bir yere giderken, eşiyle yaptığı telefon konuşmasının bu taraftan giden cümlelerinden ortada bir kabızlık sorunu olduğunu anladım ve başımdan geçen bu olayı anlattım. Emin olmadığımı, sütün bozukluğuna yorduğumu falan söyledim. Sen yine da alırken aktara sor ama dedim. Şehre döner dönmez daha evlerimize gitmeden hemen bir aktardan alındı harnup pekmezi... Ama tembihledim de, ''sakın tuvalete uzak bir yerde içme,'' diye...

Ertesi gün konuştuğumuzda, sonucun olumlu olduğunu öğrendim. Hatta, konu üzerine bir sürü geyik yaptık etkiye bakınca,'' lan adamlar pazarlamanın bir gereği olarak içine müsil ilacı falan atıyor olmasınlar; bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir sonuç! '' benzeri bir sürü şey konuşup güldük.

Önceki gün sakla bilgiyi gelir zamanı hallerden biriyle karşılaşınca, efsaya bu durumların bir kısmını anlatarak denemesini, dozu da ufaklığa göre ayarlamasını önerdim. Sonuç olumluymuş.

Yani yemek yazısı olacakken yemeğin sonucu üzerine bir yazı olması bilgilenmenin yararları da gözetildiğinde daha da hayırlı oldu sanırım. Bu yazıyı okuyup, bu hain dertten muzdaripken kurtulacak insanların hayır duaları da beni cennete götürmeye yeter. Gerçi tarihi açık bi kaç bilet daha vardı elimde... Ama kendimle birlikte cennete götürmek istediğim, daha doğrusu bensiz de olsa cennete gitmesini istediğim insan sayısındaki artışı da gözettiğimde, fazla bilet göz çıkarmaz diyorum. Aslında isteyen herkes gitsin; bana Zuzu'nun yüzündeki tebessüm ve kavuştuğu huzur; dolayısıyla annesininkiler fazlasıyla yeter.

Ve harnup pekmezi kullanacakları uyarıyorum! İçmeden önce tuvaletin boş olup olmadığını kontrol edin ve mümkün olduğunca yakın bir yerde için... Benim herhangi bir sorunum olmadığından sanmıştım bu durumu... Sorunu olanlarda da hız aynıymış efendim. Uyarmadı demeyin.

16 Ekim 2008 Perşembe

Aklımın Gitmeleri


Öğleden sonra bisiklete binip alışveriş merkezinde clark çekim, bir sevgilim neyim olur hayalleri kuran ben; sahilde esen rüzgarın ve'' usul usul yağacağım bak ayağını denk al,'' diyen yağmurun yüzünden denize düşüp yılana sarıldım. Bisikletimin yönünü rüzgarın tersine, arkadaşlarımın dükkanına doğru çevirdim.

Arkamdan esen rüzgarın şişirdiği yelkenlerle, fazlada güç harcamadan, hayallerimi yanıma alıp tek kulağımda müzik, öteki kulağımda kulağıma küpe ettiklerim, yok yok denizin sesi; düşlerimle sohbetler ede ede oraya doğru pedal bastım. İki neskafe bir sodalı sohbetlerin yanına ufak tefek kayıntılar yakıştırdık en lezzetlisinden.

Sonra, hava kararmaya yüz tutarken, zaten giyinip kuşanıp makyajımı yaparak çıktığım için evden; oğlanın yazın burada bıraktığı parfümünden birazcık havaya sıkıp, havada yakalayıp parfümü kulaklarımın arkasına, boynuma, enseme sürmüştüm; neye yarayacaksa! Clark atacak adama bu snob tavır yakışır diye ama! Yoksa menim özüm sadedir.

Ve çok sevdiğim bir balıkçıda, camın kenarından eski binalı sokağa bakan masaya oturdum. İçinde beyaz peynir, kaşar peyniri, tulum peyniri olan bir tabak; sonra bir patlıcan salatası - şöyle şakşukaya da yakın bir karışımlı ama- sonra, közlenmiş bütün bütün kırmızı biberlerin bol sarmısaklı süzme yoğurtla karıştırılmış hallisinden ısmarladım. Sonra, börülceye yakın incelikte ve küçüklükte fasulyelerden yapılmış bir zeytin yağlı söyledim. Ve bol yeşillikli, bol soğanlı bir salata (süperdi), turşu kavurması, mısır ekmeği standart zaten ve küçük bir tepsi sebzeli somon buğulama sipariş verdim. Vedeeee Efe'nin yeşil üzümlü rakısından...

Şahane bir kahve, yanında bir sigara ve minicik kadehte bir nane likörüyle de final yaptım.

Elbetteki tüm bunları bugün yapmadım. Yaptığım bir günden buraya taşıdım. Kafamı biraz siyasetin içine döndürdüğümde ortalıktaki karmaşaya, Çetin Altan'ın yazısının son paragrafındaki; Okullarda 'vatana layık olma' ilkesinin yerini, 'mesleğine layık olma' ilkesi alabilmiş olsaydı, cümlesine takıldım. Düşündüm.

Başbakanın konuşması gerekirken, İçişleri Bakanı ortalıklarda zaten yokken; konuşmak zorunda kalan askerlerin haklı mı haksız mı olduğuna karar veremiyor olmanın sıkıntısını yaşadım. Etik olarak doğru bulmadığımı; sorumluluklarını başkalarına havale edip, olası risklerden kaçanlar yüzünden konuşana bakıp, kendimi inkar ederek, kendimle çarpışmak zorunda kalıyor olmama üzüldüm. Yine o klişe laf geldi aklımın başköşesine: ''Filler tepişir çimenler ezilir.''

Zaten kapalı da olan hava yüzünden içim açılsın diye; önce ufak notlar halinde oraya buraya yazıp bıraktıklarımda dolaştım biraz... Bir yukarı yazdığımda nefes aldım, bir de yağan yağmurun hayrından sanırım; uzun bir bir mektubun son paragrafında...

''Neyse ki bloglar var'' dedim ve kendimi oralardaki duyguların kucağına teslim ettim.

Elimde kahve kokusu Efsa'ya bakıyorum; minik kızının minik sorununa çözüm önerirken yüzümde tebessümler açıyor. Sonra Vili'nin ''Son'' adlı şiirini blogrollda görünce içim cız ediyor. Bunun bir veda olduğunu hissediyorum. Bugünü Yaşama Arzu'su nun yazısı ''Paradoks''üzerine kendimden bakarak düşünüyorum, tebessümler ederek.

Sonra yazılarını okuyup, düşünüp, kelimeleriyle oynaştığım Beenmaya'nın ellerinde ısıtıyorum ellerimi.

Ve bu günden en büyük sevincim şu olacaktır: Efsa'dan gelen mesajda ki "Sorun çözüldü tamamdır." cümlesi... İnşallah yarabbim!

Onun güzel kızının yüzündeki tebessüm, benim tebessümüm olacak...

Bu ne değerlidir, bilir misiniz?

15 Ekim 2008 Çarşamba

Öfkem Büyük...


Ünlü ''enkırmenin'' yüzündeki şefkatin kurmacalığına bakınca düşündüm ki; hepimiz sahteyiz... Vicdanlarımıza veremediğimiz hesapları sahte sevgilerin arkasına yaslıyoruz....

Yine dün akşam haberlerinde ''enkırmenin'' yüzündeki mizansen şefkate bakınca, bir anlığına geçmişe gidiyorum. Küçük bir çocukken memlekete her yolculukta arabanın bagajına yıl boyu biriktirip yüklediğimiz gazeteleri hatırlıyorum; yol denmeyecek yollarda ev denmeyecek evlerden çıkmış, gazete diye bağıran insanlara atmak için...

Babannemden çok olağan hikayelermiş gibi dinlediğimiz anılardan ''kardeşlerim at sırtında kuşanıp giderlerdi, döndüklerinde göz çanakları kan kırmızı olurdu; tüm bunların vicdan azabından öldüler '' dediği cümleyi ayıklıyorum. ''Mezarlara silahlar gömmüşlerdi, bir gecede ortalık kan gölüne döndü'' dediği cümleyi de bir kenara koyuyorum. Sonra; ''bir gün baktık ki dağ taş bombalanıyor, emir verilmişki falan yerden öte taş taş üstünde kalmasın. Yanımıza ne bulduksa aldık, yola düştük'' dediğini de...

O güzergahı, köy sıcağı toprakta bağlara bahçelere bakarak yürüdüğüm yolu, kırmızı dut ağacıyla ufuk çizgisine kadarki yamaçları düşlüyorum.

Şimdi bu cümleyi ve düşümü alıp ötekilerin yanına koyuyorum.

Yıllar sonra sokak adlarının, adres tariflerinde adı geçen yerlerin nereden geldiğini buluyorum. Bunu babannenin ''komşular olarak falancayı filancayı saklamıştık'' dediği cümlelerle bağlıyorum. Dedemin köy girişinde o neşeli haliyle başka dillerden selamlaşmalarını, o farklı farklı oldukları söylenen ama benim bir farklarını göremediğim insanları da, o insanların dedemler öldüklerinde onların adlarını alıp kendi adları yapacak kadar sevdiklerini de gözümün önüne getiriyorum.

Sonra kendini solda sanan, her fırsatta orduya sırtını yaslayıp ahkam kesen, kendi beceremediğini orduya havale edip oradan medet uman siyasetçiye bakıyorum.

Yıllarca bu ülkedeki yoksulluğu, yoksunluğu, feodal düzeni, sömürüyü görmeyip oturduğu kaptan köşkünden siyaset yapmayı yeterli gören... her ferdin elini sıkmaya, derdine çare olmaya, o düzeni yıkmaya niyetliymiş de, siyasetine yüklediği kimliğin gereklerini yerine getiriyormuş da engellenmişmiş hallerinin sahteliğine sığınmış tembelliğine, ben merkezciliğine, burnunun ucunu görmez kibirine gülüyorum.

Medyanın köşelerini işgal etmiş jön ötesi havalarla yazan- çizen takımının, sermayenin onlara sağladığı lüks hayatlarla satın aldığı kalemlerine teslim edilmiş ''aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık'' hallerine bakıyorum ve gülüyorum.

Her olayda ortaya çıkan, o anlar dışında ortalarda olmayan uzmanlara bakıyorum. Lig maçlarını yorumlayan hakem eskileri gibi ahkam kesen, popülaritenin hem ekonomik hem de sosyal olanaklarına satılmış asker eskilerine bakıyorum. Tüm bu uzmanlar çetesinin aynı yerde dönüp dolaşan, asla işin kaynağına dokunamayan ''Ben neymişim be'' halli cümlelerine bakıyorum, üzülüyorum; her rütbeden Memet için.

Karda kışta ahırlarda saklı kızları okula kaydetmek, bu yoksun hayattan kurtarmak, hayata tutundurmak için öğrenci arayan isimsiz öğretmenlere üzülüyorum. Her yer vatan toprağı ama orada bana daha çok ihtiyaç var deyip el tutan doktorlara üzülüyorum. Sadece reyting pastasının payına harcanmış ''Çiçek'' için değil, bütün adlar için üzülüyorum. Çünkü yalnızlıklarını ve öteki olma hallerini biliyorum.

Sokakta, işyerinde, arkadaş toplantılarında sorunu çok kolaylıkla çözebilen insanlara bakıyorum; gülüyorum .

Haykırmak istiyorum. Duvarları yıkmak, panzerlerin üzerine çıkıp insanlara tazyikli su sıkmak istiyorum öfkemden...

Ve Memetleri düşünüyorum her rütbeden...

Hayallerini, umutlarını düşünüyorum, annelerini, çocuklarını, eşlerini, herkesleri, herkeslerini düşünüyorum .


Ve soruyorum kendimce: Rahat koltuklarda ahkam kesen siyasetçiye, medya mensubuna, herkese...

O bölgede yıllardır aşiret düzenin arkasında saklanmış köleliği, yoksulluğu hiç gördünüz mü? Sadece duydunuz belki, belki baktınız ama görmediniz. İnsanlara baktığınızda oy gördünüz siz. O oyu almanın yolunu hepiniz bildiniz, aynı yolu tuttunuz. Ağayı, aşiret reisini okşayıp palazlandırdınızmı, içlerinden birini de aday listelerinize aldınızmı yetiyordu, ötekiler sadece oydu.

Bir tek gün aklınızdan geçti mi ya da oturduğunuz aşiret sofralarında düşündünüz mü
yoksulluğu? Düşünmediniz, düşünseniz bile sesinizi çıkaramadınız. Sizin derdiniz iktidarın kaymağındaydı. Bu yüzden ağalara, beylere kaymaklar yedirdiniz. Göz yumdunuz uyuşturucuya, kaçakcılığa, köleliğe, yoksulluğa, yoksunluğa.

Dağda kaybolmuş bir koyunun hesabı gibi parlak laflar ettiniz. Töreye kurban gitmiş bir kıza bakıp, ötekilerin elinden tuttunuz mu?.

Düşünüyorum gözümün önünden geçen karelere bakarak... Ve sormak istiyorum yakalarına yapışıp sarsarak.

Siz hergün televizyondan göz kaçıran bir saklanmışlıkla anne, baba, abla, kardeş, yavuklu, amca dayı olup diken üstü bir sessizlikte kulak kabartınız mı sessizliğe?

Siz hiç şehit olmuş arkadaşlarınızın cesetlerinin son haline bakıp, hiç bir insanın tahammül edemiyeceği hallerini öfkenize kazıdınız mı? Sizler yağmur altında on dakika ıslanmaya tahammülsüz insanlar, yirmi dakikalık mesafelere bile otomobillerle gidenler, otobüs duraklarında isyan edenler... O arazileri, göz mesafesi yerlerdeki uzaklıkları yaşadınız mı ? Hissettiniz mi? Siz şehir içlerinde koruma ordularıyla gezenler, bir tek gün korumasız bir yere gitmeye cesaret edebildiniz mi? Korkaksınız çünkü, elinizden gideceklerden korkunuza körsünüz, sağırsınız ve dilsizsiniz. Onlarsa, yani Memetler, kavganın ortasına canlarını koyuyorlar hem de hergün, hepimiz için...

Saygısızsınız, siz Aktütün basıldı yazabiliyorsunuz. Onlar Aktütün basılmasın diye göğüs göğüse çarpışıp canlarını veriyorlar. Hiç mi vicdanınız yok, onca özlediğini geride bırakıp kör karanlıklara sığınmış, paraya pula, hiç bir menfaate değil toprağına canını katmış Memede...

Her Aktütün basıldı cümlesinde onlar kadar kahroluyorum. Sıradan bir maçı kaybetmenin koymuşluğunu hazmedemeyip ortalığı birbirine katanları, bir futbol maçının her bir enstantanesi için yazılan methiyeleri, ayrılan sayfaları düşünüyorum. Televizyon ekranlarındaki dur döndür, şöyle bakalım diyen tonlarca adamı görüyorum. Ve Aktütün basıldı haberine bakıp; mevzide bekleyen, arazide uyuyan Memed'in yalnızlığına yanıyorum.

Siz o çatışmanın göbeğinden inen Memed'e mikrofon uzatacak kadar gözü dönmüşsünüz, o bir tek cümleyle özetliyor yüreğindeki öfkeyi... Onun arkadaşları ölmüş beyler! Siz sıcak uykularınızdayken o, kim bilir kaç uykusuz gecenin arkasında yaşadığı çarpışmanın göbeğinden geliyor. O kalesinde gol gören bir futbolcu ya da film yıldızı değil, onun yüreğinde kaç yalnız geceyi, kaç sırrı paylaştığı arkadaşının acısı var. Sizin hiç çarpışmanın göbeğinde yanınızdaki canınız öldü mü? Ateş altında içinizden taşmış öfke, intikam duygusu, acı, keder, gözlerinizden yaşlar akarken çarpıştınız mı?

Siz hep sustunuz güneşli günlerinizde, görmediniz.

Ne zaman bir olay oldu ekmeğinizin peşine düştünüz. Oradaki cesetlerin her biri, her çarpışma, her yoksulluk ekmeğiniz oldu sizin. Onları insan görmediniz. Onlar sizi reyting savaşlarında üst sıralara taşıyacak, kâr hanelerinizdeki rakamları şıkırdatacak ürünlerdi. Tıpkı Çiçek Kız gibi.

Siz hep boş konuştunuz, sorunun derinleri sizin sorununuz olmadı. Siz akşam haberlerinde hazırdaki algılara ne heyecanlar yaratarak ilgiyi çeker, daha çok reklam alır, rakibimin üstüne çıkarım hesapları yapan yaratılmış haberlerin peşinden koştunuz. Ya haber yarattınız, ya da haberin satar tarafına baktınız. O haberin içindeki insanlar zerre kadar derdiniz olmadı. Tıpkı siyasetçilerin yaptıkları gibi, tıpkı insanları köleleştirip, o nüfusları siyasi ve ekonomik nüfuzlarını büyütmekte kullanan ağalar, beyler, aşiret resileri gibi.

Eğer herkesin biraz derdi olsaydı ''insan'', biz hala babannemin köyündeki gibi bakıyor olurduk insanlara...

Suç hepimizin... Ben utanıyorum, umarım bir gün hepimiz utanırız.

Ve Ken Loach'ın güzel filmi ülke ve özgürlüğe yazdığım bir yorumun son cümlesinde saklı sanki herşey ''her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları 'iktidar'(!) olanlar tarafından tasviyesiyle biter''. Ne yazık ki, yıllardır belli çıkarların peşinden koşan güç odakları yüzünden masumlar tükeniyor.

Elbette herşey konuşulsun, söylensin. Ama orada hiç bir hesabın kitabın, çıkarın içinde olmadan canını ortaya koyanlara saygısızlık yapılmadan, samimiyetle, dürüstçe ve gerçekten sorunlara çözüm maksatlı. Birilerinin kendilerini parlatma, kendi çıkarları ve rövanşist hesapları üzerine değil. Orada binlerce Memet, anne, baba, kardeş, çocuk, yavuklu olduğunu bilerek...

Benim öfkem buna...

14 Ekim 2008 Salı

Yaşlanınca Büyümüyormuş İnsan, Yaşadıkça Büyüyormuş


Mutlu yıllarda, bir konser öncesi yemek için gittiğimiz lokantanın terasında, kapalı bölümün tam cam önüne oturmuştuk. Kapalı bölümde, camın hemen önünde bize komşu yaşlı bir çift dikkatimi çekmişti.

Adamın önünde bir kadeh rakı, peynir, salatalık, domatesten oluşan bir tabak, eşiyle sohbet ediyordu. Biz de onların en fazla yarısı yaşta bir çifttik.

Benim önümde de rakı ve aynı tabaktan vardı. Gün üzerine konuşarak usul usul içiyorduk...

Biz ana yemeklerimizi sipariş verdiğimizde, çapraz masamıza bizden daha genç bir çift geldi.

Onlar kalktığında, biz kahve içiyorduk. Biz hesabı ödeyip çıkarken, yaşlı çift hala rakıyla peynirin keyfinde, kimseyi görmez bir sohbetin derinlerindeydiler.

O gün, ilk gençlikte aynı masalardaki tüketimimi, hızımı, tüm o davranışların egolarımı şişirmekten başka bir şey olmadığını, bunun yanısıra da doğru olanı öğrenmeye ve hayatın tadını çıkarmaya yönelik bir öğreti olduğunu düşünmüştüm.

Gerçekten hayatın tadına vardıran şey, korkusuzca duyguların peşinden koşmaktı, fark etmekti.

Hissettiğini, arzuladığını yaşama gayretiydi. Onların ulaştığı noktaların iniş çıkışlarıyla yoğruluyordu insan.

İyi yerde yemek yemenin, sevgili peşinde koşmanın, iyi giyinmenin, iyi arabaya binmenin temel duygusu: İşlevsellikten, derin tadlar almaktan ziyade egoydu; büyürken gözlediğin yaşamlardan kafanda yer etmiş öykünmelerdi. Bu kötü bir şey de değildi ama!

Önemli olan o davranışlardaki hissedişleri farketmek, onlarla yüzleşmek, niyelerini öğrenmekti. İyi yerde iyi bir yemek, tensel bir beraberlik: Çok gençken, temelde bir statü (ego) üzerinden içsel bir coşku yaratırken, aynı zamanda ruhunuzun anı paylaşma ve paylaşılandan zevk alma bölümünü de doyuruyordu belki!.

Oysa yemek, sevişmek, yaşamak aslında daha başka şeylerdi!.

Sonra şunu öğreniyordu insan: Aslında, çok lüks mekanda içilen neyse, herhangi bir yere oturup üç beş parça yiyecekle ''berduşça'' içilen de aynı şeydi! Mesele "an"ın yarattığı ya da "an"a katılan duyguydu, dekor değil!..

Ölüm gerçeğini bilmek, ve her tanık olunan ölümde eksik kalmış, tüketilmiş anlar görmek, bilinç altını tetikliyordu.

Çok gençken, pervasız ve asıl güzel olanı farketmez bir hoyratlık vardı. Oysa, elinde olanın gidebileceğinin korkusu ne kadar güzel yapıyordu anları.

Anı yaşamak denen şey çok ama çok emek isteyen bir iştir; dillere pelesenk olmuş anlamının ta ötelerinde bir manada hem de...

Görebilenler şanslı...

Ve eğitim şart uykuyla ilgili haller için; hayat okulunda.


Not: Buradaki gençlik, yaşlılık ve ölümle anlatılmak istenen salt yaş değildir!


Yazının başlığı: ''Uyku'' adlı yazının içinden bir cümledir. Uyku adlı yazı ''elimde kahve kokusu keyfini çıkardıklarım'' adlı bölümden gidilebilecek kadar yakın.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Münih...



Film ele aldığı konu ve onu işleyişi bakımından nerden baktığınıza bağlı olarak (tam da Orhan babanın sende haklısın şarkısındaki gibi:) farklı analizler ve tartışmalar yapabileceğiniz derinlikte bir ''terörizm'' sorgulamasına olanak veriyor.

Ama sonuçta tüm tartışmalarınızın gelip dayandığı bir nokta var ki; o da, şiddet şiddeti doğurur tezini doğrularcasına, filmin sonundaki toplantıda ajanların dilinden dökülen ''her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altı yeni Filistinli çıkıyor'' sözlerinde gizli.

Film: Terörizmle mücadelenin aslında siyasal ve sosyal anlamda ne kadar zor, çaresiz ve uyguladığı yöntemler itibariyle tartışılabilir olduğunun özetidir.

Filme kuramsal anlamda ve taraf olmadan baktığınızda, tarihin en önemli eylemlerinden birini kendi haklılığına dayandırarak yapan bir grup (Filistinliler), ön yargılı bir operasyonla tarihin en büyük fiyaskolarından birini gerçekleştirerek gereksiz yere kan döken ve yaptığını meşru kabul eden büyük bir devlet(Almanya), diğer yanda yine kendi doğruları üzerinden kendi haklılığına dayandırarak bir tür fedailer mangası oluşturup illegal ve modern toplumun adalet kurallarının ötesinde bir biçimde insan avı yapan bir başka devlet(İsrail)...

Bunlardan hangisi niteliği açısından kuramsal anlamda terörizm tanımının dışındadır?

Film tam da bu durumları önümüze seriyor ve soruyor. Ve bizi düşündürtüyor... Ve film -her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altısı çıkıyor- gözlemini yapan, ama gözünü kırpmadan da adam öldürebilen eşi hamile ''kahramanımızla'' birlikte, bütün tarafların insan olma vasıflarının yaptıkları işle çelişen duygularını da bize yansıtmayı başarıyor.

Siyasal sorgulamalarınızı bir yana bırakıp, taraf olmadan sadece bir film gibi baktığınızda: Klasik, illegalde birbirini yok etme savaşları veren ajan temalı filmlerin, incelikli ve zeki tadını fazlasıyla veriyor.

Çok küçük yaşlardan beri Filistin İsrail sürecini özel bir ilgiyle izleyen biri olarak, konu üzerine çekilmiş tüm filmleri izledim. Belki de en tarafsız sayılabilecek(!) ve işlediği konu(terörizm) üzerine en çok düşündürten filmlerden biri Münih düşüncesindeyim...

İzlenmeden önce ya da izledikten sonra; özelde Münih olayı, genelde de Ortadoğunun bu sorunu üzerine bir şeyler okunursa, filmin değeri çok daha iyi anlaşılabilir.

Bütün bunlar beni ilgilendirmez ben film izlerim diyorsanız da izleyin. Çünkü, çok heyecanlı ve kaliteli aksiyonları olan bir görsellik abidesidir aynı zamanda, kendinizi 70 lere ışınlamış olursunuz...

12 Ekim 2008 Pazar

Çit...Ruhları Tok İnsanlar Diyarı;''Aborjinler''


Yüzyıllardan yirmincinin ortasına yaklaşan zamana dair yaşanmış bir dramdır "Çit".

Güneydoğu Asya'dan kopup gelmiş,yaşamları boyunca hareket halinde,avlanırken mızrak, balıkları için kano kullanmış dilsiz topluluk... Dilsiz, fakat birikimlerini şarkılarına sıralayıp aktarmış Avusturalya Aborjinleri...

Eşsiz coğrafyalarında zalim ulusları barındıran ülkeler:Oldum olası nefret ettiğim ve edeceğim insanlarıyla namı diğer kolonyalistler ...Avrupalıların bu yeni ve yaşanılası toprakları keşfi; her nedense geç kalmış!..Ve sanki bu gecikmenin hıncıymışçasına tarih kendini tekrarlamıştı...

Takvimlerden hangisiyse ismi lazım değil,rakamlar 1800 ü gösterdiği vakit ;Avusturalya toprakları yabancılarıyla tanışır ...

Sudan ve topraktan doğar aborjinler. Kemerleri, tokaları, süs eşyaları olmadan, boyalı vücut kısımlarını da düşünmezsek; pek örtünmezler.Kaya pigmentlerinin eldesidir boyaları...İlkel fırçaları ve parmaklarıdır araçları.

Her şey için bir şarkıları ,gelenekleri ve erdemleri vardır; dinlerinde rüyaları ...

Beyaz adamlar ülkeye sadece sömürü hırslarını yüklenerek gelmediler;yanlarında o vakte kadar o topraklarda görülmemiş hastalıkları da getirdiler.Ve soykırım her yönüyle aralıksız sürdü…sürdü…sürdü...

Beyaz adamlar ehlileştirmeye çalıştıkları yerlilerden kültürlerini almaya, kendi kültürlerini dayatmaya ve uygulamaya koyuldular.Dinlerini aldılar ellerinden, doğalarını aldılar.Yaşamlarına kast ettiler.Avuç kadar siyah insan kendi vatanlarında ,kalabalığın ortasında, görünmez oldular.

Çit:Bu yaşam dayatmasında, su ve toprak insanlarının ellerinden alınan çocukların hikayesi…

Çit aslında soykırımın ince tarafı, analarından koparılan yavruların nasılda” insana” benzetilmeye çalışıldıklarının göstergesi!..Kilometreceler uzayıp giden tavşan geçirmez çitlerinin, güneşin alnındaki aç üç küçücük bedenin hikayesi.

Çit önce değiştirilen,sonra da beyaz adamlara satılan çocukların dramı.

Çit ellerinde dua etmekten başka yapacak bir şeyi olmayan kabilelerin sonu bekleyişi.

Size bir aborjin duası; HER ŞEY YETERLİ OLSUN!.

Seni ayakta tutmaya yetecek kadar;
Güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim.
Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana
Yetecek kadar; güneş diliyorum.
Güneşi daha çok sevmene
Yetecek kadar; yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar;
Mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş
Gibi algılanmasına yetecek kadar; acı diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar;
Kazanç diliyorum.
Sahip olduğun her şeyi taktir etmene
Yetecek kadar;kayıp diliyorum.
Son 'Elveda'yı atlatmana yetecek kadar;
'Merhaba' diliyorum.

İşin trajikomik tarafı:Elindekiyle yetinen bir toplulukla, asla yetinmeyen gözü ve ruhu aç topluluk karşı karşıya.

İşte tezat, işte tarih...

La Paragas Pazar Sineması Sunar:):J'attendrai Le Suivant... (Sonrakini Bekleyeceğim...)

La Paragas Pazar Keyfi...;)

11 Ekim 2008 Cumartesi

Cumartesi Klibi...

Hepsi Buradalar


Yanıbaşımdaymış gibi
Toplanın bir bir
Kavgamız sürüp gidecektir
Fabrikada, tarlada yani
Sokakta ve güherçile madeninde
Kırmızı ve yeşil bakırın ağzında,
Korkunç dehlizinde kömürün
Kavgamız her yerde sürecektir, kardeşler!
Ve ölülerimize adadığımız,
Kanımızla ıslanmış bu bayraklar
Yüreğimizde sonsuz bir ilkbahar yaprağı gibi
Serpilip gelişecektir!

Pablo Neruda



Resim:Stephan Morris

10 Ekim 2008 Cuma

Gün...


Bazen, ay dolunay olduğunda, yanından, bir uçak geçer; ışıklarını gecenin yakışıklı laciverdine bırakarak...

O uçağın içini düşünür,
düşlerim...

Sonra,

Günün erken bir saatine uyanırım... Keyifli bir uykunun rüya bölümlerine yerleşmiş hoşlukların tebessümüyle yakalarım kendimi, yatağın sıcağında ...

Sonra yatağın sıcaklığına yaslanıp, bütün perdeleri açılmış odadan, ta karşı dağlara kadar; uyanmamış evlerin ışıklarına, o evlerde bütün sorunları yok olmuş sıcak uykulara, yıldız dolu güzel gecenin güne dönüşündeki sakin, yeni doğmuş bebek kokulu aydınlanmaya bakar, horozların uzak seslerine kulak olurum.

Ve dışarıda; sıcak bir odadan sokağa çıkmış anne ya da baba kucağındaki çocuğun suratında hissettiği şefkatli soğuk, harika bir yeşillik vardır; yağmurun, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlattığı...

Gecenin ikinci yarısında yağmış yağmurun buram buram kokusu, sarılı morlu sonbahar çiçeklerinin üzerindeki damlalar, nar ağacının utangaç meyvaları, ceviz ağacındaki dev sesli, minicik bedenli koronun gevezelikleriyle bezenmiş güzel(yani süper)) bir gün başlar...

Bir an inip, denizin, arada dalgaların ayaklarıma değmesine izin verecek kadar yakınından yürümeyi düşünürüm...

Sonra biraz ilerideki, açık mekanını kış için naylonlu pencereleri olan çadırla kapatan kafede; henüz ocağa konmuş çaydan ilk bardağı içmek isterim. Hatta yanına bir sigara eklim diye düşünürüm bazen...

Sonra şöyle derim; derin yazarlar gibi poz takınıp suratıma, uzak denizlere bakim derin hayallerle; derinlerden çıkardığı anıları giz(em) yapmış adam pozlarında...

Tabi ki bunu göze alamam...

Niyesini sorarsam; şöyle bir cevap veririm:

O güzel gecenin dışarısına bir yağmur eşlik eder incecikten...
O yağmurun sicim sicim sesleri, kuşların sesleri, Chopin'in müziği; içimi açar,ruhumu besler...

Ve bu huzur bana; arkana yaslan, kafanı ellerine yasla, geriye doğru at kendini, hayatın bu güzel anı için derin derin nefesler al, ve güzel bir kadının gönderilmemiş mektubundaki altı kalın çizgilerle çizilmiş cümlelerinin niyelerini düşün der...

Elimde kahve kokusu,

düşler,

düşünür(d)üm.

Umurum(da) olduğu için...

9 Ekim 2008 Perşembe

Altyazı...



bekler her şarap;belli bir anı...

sideways'den

8 Ekim 2008 Çarşamba

Savaş Tanrısı



Yönetmen Andrew Niccol filme öyle bir sahneyle başlıyor ki; insanlık tarihinin en çirkin yanının ortaya konması anlamında, bir merminin izinden o mermiyle birlikte bütün bir kirlenme sürecinin nasıl işlediği konusunda aydınlanmanızı sağlayan bir yolculuğa çıkıyorsunuz .

Politik sinema tarihinin çok başarılı bir örneği olan film; sorunun en çıplak, en gerçekçi halini olayın bütün cephelerinden anlatıyor. Güç, iktidar, para, çıkar, emperyalizmin iki yüzlülüğü, aile, ötekiler durumlarının tümünü, çarkın içinde yer alış biçimlerinden göz önüne seriyor. İktidar alanlarında gücü ellerinde tutan karakterlerin iç dünyalarındaki çelişkilerini, iktidarsızlıklarını da sizi hiç yormadan, yalın bir anlatımla ortaya koymayı başarıyor.

Üstelik bütün eleştirilerini çok objektif kriterlerle yaparken; bir çok politik filmden, okuduğunuz kitaptan bildiğiniz, birikiminizde var olan konuları hoş bir mizahla, çok kaliteli bir kamera kullanımı ve buna bağlı olarak çok vurucu sahnelerle size özetliyor.

Tüm bunları, size birşeyler dikte eden soğuk bir öğretmen gibi değilde, her şeyi ortaya koyup anlamınızı isteyen, kendi kararlarınızı kendiniz verme noktasında özgür bırakan bir edayla yapıyor.

Her seferinde büyük bir zevkle izlediğim; konusu ve gercek olaylara dayandırılan göndermeleri ile sağlam bir kurguya sahip olan film; iki saati aşan süresine rağmen seyircinin ilgisini sonuna kadar çekmeyi başarıyor.

Zamanımızı ve ülke olarak içinde bulunduğumuz terör belasının arkasını, durumun zorluklarını fark etmek, anlamak,özellikle silah satış düzeninin ana amaçlarının ne olduğunu, kullandığı yöntemleri, arkasındaki koca devletlerin çirkinliklerini, savaşın kirli yüzünü görmek noktasında çok yararlanacağınızı ve filmi seveceğinizi vaad edebilirim...

Bu filmin yapım aşamasında ve Amerika Birleşik Devletleri'nde gösterimi konusunda sorunlar yaşadığını, yapımcı bulamadığını, engellendiğini, finansal anlamda Uluslararası Af Örgütünden destek gördüğünü, dolayısıyla da bağımsız bir film olduğunu bir dip not olarak belirtmek isterim.

5 Ekim 2008 Pazar

La Paragas Galeri'de Pazar Sergisi: ''Kadın ne ister?'':)...Portreler

The Professional


Sweetie (Sevgili)


Rose



I have a light blue mobile telephone (Benim Açık Mavi Cep Telefonum Var)



Charlotta's Afternoon (Charlotta'nın öğleden sonrası)


Girl With Earing (Küpeli Kız)


jessica


Karmen



Paola


Paola


Rivals (Rakipler)



Tenderness (Şefkat)


Pink Night (Pembe Gece)


Resimler 1959 Rusya doğumlu, 1991 den beri Prag/Çekoslovakya'da yaşamakta olan Marina Zobova'ya aittir.Sanatçı yağlı boya tekniği ile çalışır ve çağdaş yaşamı konu alan bir uslubu vardır.



Daha fazlası için:http://www.josephfineart.com/

4 Ekim 2008 Cumartesi

Kadın Ne İster? Mim Mam Mom Çatlasın Düşmanlar Benimde Artık Bir Mim Yazım Var



Sonunda bu da oldu... Bloglar aleminin çok toy bir ferdi olarak sağ şeritte seyir halindeyken; bir gün ben de mimlenirsem kabusları yaşamaya başlamıştım usul usul... Kalabalık bir sınıfta öğretmenin sorularından -olmayan- köşe bucaklara saklanan öğrenci hallerinde mutlu mesut yaşıyordum. Meselem çalışmadığım yerden gelir korkusu değildi bu kez. Çünkü; biliyorum ki genelde yuvarlanan top hayatın içinden olacak, ki bu da en sevdiğim ders. Korkumsa sadece kameralardan....

Bir de şu var tabii: Konu hassas, mimleyen de bir kadın...

Pası aldığımda kafası çakır, mutlu mesut, bir kadının yarattığı kavgalardan tümüyle uzak, yatmaya hazırlanan bir adamdım. Şeytan dürttü bir kere! (ki ben buna asla inanmam ama onun da kadın olduğu söylenmekte)  Şöyle bir nete bakim ne var ne yok, dedim.

Bakmamla nur topu gibi bir mimim olduğunu fark ettim. O andan itibaren de kâbuslara uyanmaktayım. Şimdi mimin cinsiyeti erkek olsa umurumda olmayacak, mimleyenin de olmayacak zaten. Hayatın tozlu raflarına atıp canımın istediği zamanı bekleyeceğim. Ama topu yuvarlayan bir kadın, üstelik isterseniz bırakın gitsin demiş! Hadi gel de bırak.

Bu yaşa geldim öğrendiğim en iyi şey: Rica eden, rica ederken seni özgür bırakan kadınsa, hatta bunu dillendirmeyip sadece aklından geçirmiş de olsa yapmaman gerekeni anla, sakın ola ki zamanın unutkanlığına bırakma... ve en kısa zamanda da beyin okumayı öğren. 

İnsan neler ister olsaydı soru, o kadar kolaydı ki yanıtları; ama kadın bir derya, üstelik kullandığı dille anlatmak istediğinin tercümesi birbirinden farklı...

Onlu yaşların ikinci yarısıyla yirmili yaşların ilk yarısında meraklarla başlayan ve devam eden, ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde; bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkı fark etme yolculuğundaki ruhum, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettirene kadar işim ne kadar kolaydı. Ne zaman ki bu evreye geldim, aklım da başımdan gitti. Ben ben olmaktan çıkıp, ben öteki oldum. Ötekinin kullandığı dilin tercümesini öğrenene kadar da, derdimi anlatabilmek konusunda başıma gelmedik şey kalmadı.

Aslında istenilenin ne olduğunu bilmek yetmiyor, siz istediğiniz kadar gayrette olun, kadının takıldığı noktanın sizin fark ettiğiniz ya da sandığınızdan başka bir ücrada olduğunu öğrenene kadar yıllar geçmesi gerekiyor. Ve işin kötüsü bütün bu karmaşayı aslında o umurunuzda olduğu için yaşıyorsunuz. Ve işin daha kötüsü bunu o da fark ediyor. O zaman, zorun ne be kadının yanıtlarını arayıp duruyorsunuz.

Şimdi oldum mu? Yüksek lisansa hazırlanan bir adam hallerindeyim, ama nasıl? Kuramsal olarak.

Kadın ne isteri iki bölüme ayırmak gerek. Biri bildiğimiz arkadaş olarak ilişkide, diğeri de sevgililik, eşlik halinde...

Konu derya, aslında derya olan kadın. Dolayısıyla tam da bu mimi başıma saran Kırmızı Gün(lük)'ün vurguladığı gibi her bir kadına, her bir ilişkiye göre derinleşecek; farklı düşünüşlere, yaşanmışlıklara göre farklı değerlendirmeler yapılacak uzun ve hoş bir konu; içinde kadın olan her hoşluk gibi.

O yüzden, ben yaşadığım ve yazdığım üç farklı anla ilgili notlarımı kopyalayıp yanıtları okuyucuya bırakarak, kendi heybemden bu engin konuya katkılar yapıp, ilk mimlenme halimin yarattığı bu baskıdan usulca sıvışayım.

Olay 1: Çok eski bir arkadaşımla bir yemek yedik, bir yıl kadar önce; lise yıllarında birbirine ilgi duyan ama toplumsal sorumlulukları sırtlanıp kendine sorumlulukları bacılık muhabettlerine yükleyen bir arkadaşlık. İkimizin de hayatında yeni bir evreye başladığı sürecin sorularından ve çözümlerinden kurtulamadığı bir zamanda bir araya gelinmiş çok keyifli bir akşamdı. Yemek yemiş, sonra bara çıkmış, orada şarkılara eşlik etmiş, ordan inip masada kalan şarabımızı alarak gecenin ayazında okuduğumuz okulun bahçesine gitmiş, bir sürü eylem, konuşma yaptığımız kantin camlarından içeri bakmış, sonra da basketbol sahasının kenarındaki merdivene oturup kalan şarabı içmiştik. Çok sohbetli, çok keyifli bir geceydi. İşin garibi içinden çıktığımız uzun (evlilik) ilişkilerimiz konusunda hem birbirimizi hem de kendi ilişkilerimizin ötekilerini anlayıp hak vermiştik.

Olay 2: Yaklaşık iki yıl önce bir merhabayla başlayan, bu denklik ne hoş cümlelerinin tekrarlarıyla devam eden; çok keyifli, içinde bulunduğum ruh durumunun, karmaşanın bütün çıplaklığıyla anlatılmış halinin hiç sorunlar yaratmadığı tatlı bir flörtöz halindeyken bir anda Fall in Love'ımsı bir hal alan, hatta öyle olan ilişki; o ana kadar hiç sorun olmayan soruları sorun eder hale gelmişti. Uygarca koparttığımız bağ, sancıları geçene kadar sonlanmışken ilişkinin a hali; şimdi yeniden tatlı bir dostluk halinde devam ediyor. Ben onun canımsınıyım hâlâ... Değişen ne idi?

Olay 3: Nette tanıştığım bir arkadaşım var; karakter özelliklerimizin çok iyi örtüştüğü, çok keyifli sohbetler ettiğimiz... Bazen kameraları açarız. Bunlardan birinde saçlarının uçlarından alındığını, biçimlendirildiğini farketmiş, sesimi çıkarmamıştım. Konuşmalarımızda ağırlık da zaten geçmiş evliliklerdeki haller üzerinden kadın erkek ilişkilerine, kendi yaşanmışlıklarımıza göz atmak... O gün, yine aynı konularda sohbet ederken demiştim ki ''Beni çok seviyorsun di mi? Bu güne kadar farklı şeyler de düşünsek aynı konular üzerinde, hiç tartışmadık. Birbirimize kırılacak en ufak bir şeyimiz olmadı. Mesela bu gün saçlarını fark ettiğim halde özellikle ses çıkarmadım. Ve bu bir sorun yaratmadı. Ama sevgili olsaydık, çoktan suratını asmış, oraya takılmış, bütün akşamın keyfinden mahrum kalmıştın/kalmıştık. Ve ben ne yapsam da tamir edemezdim bu durumu, çünkü kepenkleri kapatıp duvara konuşur hale getirmiştin beni çoktan,'' demiş, gülüşmüştük.

Mesele bu sanırım. Hayatım boyunca kadınlarla çok iyi anlaştım. Çok iyi arkadaş oldum. Ama sevgili olunca ilişkiye yüklenen anlam ve beklenenler farklılaşıyor. Oysa sen değişmiyorsun. Yine sevgili olma halinin öncesindeki, onların gözündeki ince, duygulu, saygılı, esprili zarif adamsın... Ama mülkiyet duygusu ve kadın algısına yerleşmiş duygusal beklentiler, normalde gülünen esprilerde bile farklı anlamlar bulabiliyor. Sanırım, sanırım demim bence, en çok istenen umursanmak, fark edilmek ve sevdiği adamın en'i olmak; o adamın tüm yaşamındakilerden bile en! Tüm bu hallerin bir sürü alt başlığı sıralanabilir, ama bence hepsinin çıktığı ana arter sözünü ettiğim iki nokta... Ama kadının tüm bunları kendi beyninde okeylemiş olması gerekiyor; çünkü erkeğin dili kadının algısına yetemiyor. Sorun her ikisinde de değil; yetişme sürecindeki mahalle baskısında, ve genele eşitlenen sanmalarda... Öğrenmeyi geciktiriyor çünkü!..

Olay birdeki yaşananları sersenişsiz tamamlamak, bu soğukta mı, gecenin bu vaktinde mi'lerden kurtararak yaşamak bazen çok zor; eğer evli ve sevgililik halinde iseniz...

Sakın bunları şikayetler olarak almasın okuyucu, bunlar hayatın anlamı ve keyfi... Gülü seven dikenine katlanacak. Dertsiz baş arasaydım, şunları yazmamış olurdum bir mektubun dip köşesine:

...bi de böyle yağmurlu soğuk pazar günlerinde; evde bir parfüm kokusu yayılmışken hazırladığım kahvaltı masasına esneye esneye, elini hafif sıyrılmış üst pijamasının içinden sokmuş bebekler gibi kaşınan, haftanın yorgunluğundan uyanmış gözleri mahmur, gözleri bebek kokulu, gözleri şımarık, gözleri kedicik bir bedenle mutfakta karşılaşıp, onun sıcağına sarılıp, saçlarının kokusuna yapışmış dudaklarımdan kulaklarına sevgi sözcükleri söyleyip, o yumuşak öpüşlerin lezzetini özlerim. Ve birlikte biraları açıp, öğlenin bir vaktinde kanapeye çekilmiş dizlerin sarmaş dolaş film izleyen hallerini...

Varsın istekler, çelişkiler, kavgalar, dövüşler olsun... Zaten stabil, sorunsuz, karmaşasız bir de isteksiz ve beklentisiz olsaydı ilişkiler, keyfi de olmazdı. Konformizmin uyuşukluğunda neye benzerdi ki?

Topu boş alanlarda gezdirerek işin içinden sıyrılan görmemişin bir mimi oldu; biri klavyeye dur desin artık

Hakkatten kadınlar ne ister?;)



Görsel: Marina Zobova'nın jessica adlı çalışması.

Bir Trakya Masalı: Yüreğin içinden geçen yol...


Yazarını, kendini, bilmeden tanımadan, sadece kitapçı rafında rastlaşıp kanımın ısındığı, sayfalarına usulca göz gezdirdiğimde aynı yolun yolcusu olduğumuzu düşündüğüm ve satın aldığım kitaplar vardır: Tıpkı, kimsenin fark edemediği arkadaşlar edinmek gibi, uzun ve sıcak dostluklar kurduğum...

Bir Trakya Masalı'yla bundan bir kaç yıl önce bir ramazan akşamında, şehrin meydanına kurulan dükkanların, lunaparkın, macuncuların renklendirdiği hoşlukların arasındaki, en popüler olanlarla depolardan toplanarak sokağa terk edilmişlikten bir nebze kurtarılmış kimsesiz kitapların satıldığı bir kitapçıda göz göze gelmiştik.

Kapağı, rengi, ebatları, üzerindeki resim, adının yazılışındaki harflerin karakterleri, kendini onca star kitabın ötesinde bir yerden ortalara atmayan ama kendinden emin duruşu; aramızda sıcacık, zarif bir iletişimin kurulmasına neden olmuştu.

En keyifle satın aldığım kitaplardan biriydi. Okumaya başladığım ilk satırdan itibaren, yüzüm şefkatli bir tebessümle birlikte, gurbette rastlaşmış, aynı aidiyetleri paylaşan insanların o anki sıcaklığına bürünmüştü.

Şimdi; ben susuyorum, bu kısacık ama hoş kitapın arka kapağı konuşuyor:

Ekmel Denizer, anlatılmayı ummayanların anlatıcısıdır; ya da bir öyküde, bir masalda yer almaya layık görülmemişlerin. Onlara kendi öykülerini kurdurur; kendileri gibi iddiasız, sıkılgan, alçakgönüllü öykülerini.

Bir yamaçta, adını kendisine söyleyecek, güzelliğini kendisine anlatacak dili bekleyen bir çiçektir bu; bir başka yerde, emeğin hakkını gururla vermiş, bereketli, ama artık unutulmuş tarlalardır; çirkin beton mimarinin arkasında, kimileyin bir semtin dışında bırakılmış bir türbe, bir mezar taşı; bir zamanlar gelen geçenlere sırtını vermiş, âşıkları kavuşturmuş, ayırmış, bugün yabani otların altına gizlenmiş bir yoldur; ya da terk edilmiş bir evde, ele geçirilme umudunu çoktan yitirmiş bir anı defteri, bir hikâye kitabıdır.

Bir şairin, bir bestecinin, farkında bile olmadan önünden geçip gittiğimiz mezarlıkların içindeki, selviler büyütmüş kabridir. Öyküleri, denemeleri değişik dergi ve seçkilerde çoktan hak etmiş olduğu yeri bulan Ekmel Denizer, “Bir Trakya Masalı”yla usta işi bir metin sunuyor.





  İlitintili bir devam yazısı: Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

3 Ekim 2008 Cuma

Altyazı...


Gazetelere bakarken gözüme çarptı başlık: Yardım İçin Soyundular!

Seyredenlerin(!) gözünde ne zaman giyiniklerdiki...

Bir de sormuş gazete hani olur a giyinik sanıp işin özünü gören gözlerle bakılmasın diye: Üstlerinde forma var mı?..

Ve aklıma ilk gelen cümle ya da deyiş şuydu: Ayinesi iştir kişinin...; tabi ki kadınlar hariç!..

Gazetenin ana başlıklarında yardım konusuna dikkat çekmek için yer almıştı bu fotoğraf da zaten: Sosyal sorumluluğun yerine getirilmesi manasında yani!

Dürüstlüğe ve sosyal sorumluluklara atan kalplerle devam ediyor hayat.

Yerseniz...

2 Ekim 2008 Perşembe

İtalyan Usulü Soygun... İtalyan İşi' nin Atası


Sinemanın, televizyonun etkisinde bir duraklama dönemine girmediği, insanların şık giyimlerle, kadınların özenle taranmış ya da kuaförden çıkmış saçlarla geldiği, sezonluk kombinelerin alındığı 70 li yılların ortalarında; filmlerin ilk gösterimlerine (bir anlamda galasına) sahne olan cumartesi 18 seanslarından birinde, aileye o gün eksik birinin yerine eklenmiş bir ufaklık olarak izle (yeme) miştim filmi...

Bu ambiyans her ne kadar egolarıma gaz verse de, ailenin sınıfsal bir sıçrama yapması arzusuyla yanıp tutuşan ''en amcamın'' tutkunu olduğu, az uzağımızdaki kalabalıkta duran; siyah saçlı, siyah elbiseli sevgili hayaline de abone olunduğunu hissedebiliyordum...

Önümdeki uzun boyları aşamadığımdan bir şey anlayamayıp uyumayı tercih ettiğim o geceden sonraki bayram sabahının güneşli parıltısında, el öpmelerin harçlıklarını cebe koymuş; çetemin diğer elemanlarıyla buluşmuş; bayram sabahının iki film birdenli 10.30 matinesine koşturup biletleri karaborsada satanlardan alırken, bir an öncenin kaynayan kurtlarının heyecanında ikinci kez izlemeye başlamıştım...

Bazen geçmişten eksilen bir binanın önünden geçmeyi sevmem, anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem...

İtalyan İşi çevrildiğinde ne elim DVD raflarına, ne de ayaklarım sinemaya gitti... İzlemedim ve izlemiyeceğim (belki)... Çünkü italyan Usulü Soygun'dan aldığım tadı, yine bir bayram keyfiyle seyrettiğim Son Ultümatom'dan alabildim onca yıl sonra...

Mini Cooper'ların neredeyse başrol oyuncusu gibi akıllara kazındığı, olağanüstü takip ve kaçış sahneleriyle unutulmaz; ucu açık finalini herkesin hayallerinde ve yüreğinde farklı anlamlandırdığı; ince ve şık mizahıyla keyifli, zeki, heyecanlı, stili olan bir soygun filmiydi...

İzleri ve anıları derin bu film, sinema yolculuğumun önemlilerinden biridir. Her ne kadar yenisini bilmesem de, bu filmin aristokrat duruşunu aşabileceğini sanmıyorum.

Kaç film kısa pantolonlu çocuklara sokak aralarında tel direksiyonlu Mini Cooper'larla -üstelik hırsız olma tercihiyle- soygunlar yaptırıp su birkintili çamurlar içinde polislerden kaçırır ki ?

Bir yerlerde rastlarsanız kesin izleyin! Sanırım hak vereceksiniz.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP