30 Aralık 2017 Cumartesi

Çınaraltında Künefe, İskenderun ve Salah Usta

 11 Kasım 2017

Her şey buradan başladı.

Güzel bir uyku çekiyoruz yeni otelimizde, dünya tarihinde önemli yeri olan bir caddenin üzerindeyiz sonuçta. Affan Kahvesi komşumuz. Daha büyük odaları olmasına rağmen diğer oteldeki kadar modern değil eşyaları. Gerçi bina ile uyum söz konusu ise, güzel sayılabilirler, ama öteki otelden gelince biraz yadırgatıcı geliyor önce. Özellikle beyaz mobilyaları. Sonra alışınca, onun hikâyesindeki rolümüzü oynuyoruz zevkle.


Kahvaltısı kesinlikle ötekine oranla daha yerel ve lezzetli, ayrıca İlham Abla var burada, mutfak ekibinin şefi. Tatlı kadın. İlgili. Kahvaltı salonu güzel. Müzik harika. Zahter salatası, cevizli biber, tuzlu yoğurt, zeytin salatası, biberli ekmek, çökelek salatası, humus muhteşem. Kırsalda katıklı ekmek olan yerel lezzet, şehir merkezinde biberli ekmeğe dönüşüyor hemen. Otellerdekinin hamuru Hıdırbey'dekine oranla daha ince. Katık, ekmek uyumu ve oranı daha lezzetli geliyor insana. Zeytinleri muhteşem. Kaynağını öğrenmemiz gerek. Oteli daha da seviyoruz zaman içinde. Şehirle uyumlu. Biz çıkarken, bir tatlı teyzeler grubu giriş yapıyor otele.

Yarın sabahın erkeninde uçuş var. Havaş'ın durağını bugünden netleştirmemiz lazım. Tedbirli olmak gerek. Doğru gidip Orduevinden sonraki ikinci sokaktan aşağı ineceğiz ve doğru yürüdüğümüzde durağa varacağız. Tarif bu. Şu dükkâna soralım mı tekrar? Küçük ama çekici bir dükkân. Zeytinleri ve peynirleri göz alıcı. Kokularsa bas bas çağırıyor. Leb demeden zeytinciyi bulmuşuz meğer. Tümüyle tesadüf. Sohbet güzel. Hepsi kendi ürünleri. Zeytinler dalından. Kargo ile her yere yolluyorlar.

Her yer yeni bina olayından Hatay da nasiplenmiş, ama benzerlerine çok şehirde rastladığımız eski ve büyük pencereli, geniş balkonlu ve 3-5'i geçmeyen katlı apartmanlar daha çekici. Nesilleri mirasçı sayıları, imar kanunları ve teşviklerle tükeniyor ne yazık ki. Müteahhitlerse çok mutlu.


Partinin adı dikkat çekici. Daha önce duymamışız gibi. Yerel olduğunu bile düşündüm vallahi. Hatta geçmişe gidip benzer binalardaki ateşli tartışmalarımız üzerinden, kaşar abiler ve hayran genç kızlar üzerine geyik bile çevirdim açıkçası. Kendilerini tenzih ederim tabi ki. Ama an itibari ile, yani bu yazıyı yazarken aradım Google'da ve buldum sitelerini. Sevdim de.

Bugün sahilden yürüyoruz. Ey gidi Ali Paşam. Irmağı güzel o şehirde "Bugün sahilden gidelim çocuklar," cümlesiyle her biri deniz kentlerinden gelmiş bizi gülümseten güzel adam.


Meclis binası ise eski Hatay resimlerinden kalmış en belirgin hatıra. Bir Hatay klasiği. Arkadaki yüksek binanın önünden geçerken geçen akşam. "Burası kesin Turbanmış," dedim, terk edilmiş halini görünce. Yanılmamışım. Bir yazı yazmalıyım Turban Otelleri üzerine. Ne çok şey öğrendik onlardan.


Yetişiyoruz, çok şükür. Günün ilk tepsisi hazırlanıyor. O ara altı kişilik bir grup geliyor. Kadınlardan biri, biraz dolaşıp gelelim fikrinde, künefenin biraz daha pişmesi gerek çünkü. Garson ki oğullardan diğeri olduğunu düşünüyorum, uyarıyor, "Dediğiniz kadar kısa sürede dönemezsiniz çarşının içinden. Sonra sizi şu karşı banklarda bekletmek zorunda kalırım."


İlk tepsinin altı kızardı ve çevrilmesi gerek. Ustanın oğlu kapının eşiğinde hazırlanıyor, eylem için. Bu an kaçmaz.  O ara rabbimin hikmeti işte, Yusuf Usta geliyor. "Sen mi çevirirsin ben mi çevireyim?" diye soruyor, oğul. Kamera hazır. Yusuf Usta vakur.


Budur işte ustalık. Günün ilk tepsisi... Bereketi bol olsun. İlk dilimler bizim. İlk lokma hakkı çekim sahibinin. Bu mudur künefe?  Budur. Peynire kıymak gerek ve iyisini seçmek. Yanında süt adettenmiş lakin biz istemiyoruz. Hazır sütlerden, doğal olsa tamamdı. Kesinlikle özel ve buraya özgü muhteşem bir tat.  Közün hakkını yememek lazım. Azmimizin zaferi. Damağımızda muhteşem bir lezzetle ve teşekkür edip vedalaşarak vuruyoruz kendimizi yola.


Hatay'ın simitleri de kendine özgü. Daha doğrusu bu coğrafyaya. Neredeyse çevrilecek bir çember çapında. Hâlâ sahilden ve bir balkon gibi ırmağın üzerine çıkıntı yapmış tahta bölümden yürüyoruz. Arkamızda kendinden emin ama acelesi olan kararlı topuk sesleri. Heybeti olan bir abla kesin. Boyanmış, sarısı yoğun kumral saçları, şık giyimi ve onları güzelce tamamlayan kısa botları ile geçiyor bizi. Palladium Migros'a da bir uğrayalım ama!


"36 beden" -adamımız- mankenle günaydınlaşmadan asla... Seviyoruz kendisini, ilişkimiz güçlü. Her gün hal hatır soruyoruz birbirimize. Bir tane de dişisi var  şehirde... güzel kadın, balık etli, ama o kapının önünde değil, gizemli, biraz mahcup, edepli, kaşı gözü yerinde, hamarata da benziyor. Biz yakıştırdık valla. Kısmet tabii bu işler... İş Eros'ta.


Durağa yaklaştığımız anda hareket halindeki PAC ile karşılaşmak güzel. Biri bizim için her şeyi organize ediyor sanki. Bir şehir içi yolcusu aldı hareketten biraz sonra abi ki hanımefendi şikayetçi, önceki minibüsün almamış olmasından. Sahip çıkıyor soruna şoförümüz. "Almak zorundalar şehir içi yolcusunu," diyor. Dernek başkanıymış kendisi. Benzer durum yaşadığınızda arayın beni deyip kartını veriyor.


Güzergâh çok keyifli, sıklıkla görülen rüzgâr tribünleri kaçınılmaz olarak bir Don Kişot esprisi yaptırıyor. Verilmiş sadakası varmış. Özellikle Sancho Pança'nın. Belen'den geçerken ki kendisi bayağı dik bir rampanın iki kenarına uzunlamasına yerleşmiş bir kasaba, uzun rampanın alt tarafında, sürekli servis yapmak zorunda olan bir dükkânda çırak olana kolay gelsin demekten alamıyorum kendimi.. O an, yani Belen'den geçerken yolun solunda, küçük vadiye bakan restoran dikkatimi çekiyor. Sonrasına bir hayıflanma bir hayıflanma...

İskenderun göründü. Tepeden inerek kente yaklaşmak güzel. Panoramik bir sunum. Etkileyici. Hayal ettiğim gibi. Kavşak düzenlemeleri ve dolayısı ile yol çalışmalarının olduğu bir yerde PAC'tan iniyoruz. Bir yol tarifi alıp, canlı caddelerden birinden sahile doğru yürüyoruz. İnşaatla kalkınmaya ve bu yolla göz boyamaya  ve piyasaları canlı tutmaya çalışan bir ekonomik anlayış. Yurdum benim.


Burası tam anlamıyla yaz. İnce kazağı çıkaralım. Bir tişört yeter; Fenerbahçe armalı, polo yaka, beyaz.. severek almıştım kendisini. İskenderun dönercileri can çekici. Henüz açlık hissimiz yok. Sıkı ve keyifli bir kahvaltı, üzerine âlâ bir künefe... daha ne olsun di mi ama?


Sessiz kilisenin önünden geçiş. İskelede mola. Banklardan birinde soluklanma. Kıyıdan balık ekmek kokuları geliyor. Davetkâr. Deniz trafiği yoğun. Tur tekneleri birbirinden süslü. Çağırıyorlar. İskenderun çocuklukta yer etmiş bir yer. Yazları büyük yengemin yeğenleri gelirdi oradan. Bir tasavvurum var, merakım da. Askeri üs, donanma, radar falan. Kısmet bugüne imiş.


Bir tekne turu yapalım o halde. Kalkmaya hazırlardan birine atlayıveriyoruz. Güvenilir bir kaptanla birlikteyim. Ehliyetini almasına az kaldı. Gerekirse dümeni alır. Bu yüzden bir endişem yok. Şu bodoslama üstümüze gelen şaka yapıyor bizim tekneye de.. ya şeytan doldurursa! Bu güne kadar olmaması olmayacağı anlamına gelmez. Bir de yolda dümeni küçük çocuğa vermek de ne? Lakin kaptanımız janti, havalı, esmer, gözlüğünü sevsinler. Dersin cruise kullanıyor. Çocuğa verdikten sonra dümeni, küpeştede dikilip de uzaklara bir bakışı var ki yakıp bitiriyor kızları. Banderas'ım benim.


Güzel bir tur, hava bizden yana, körfezden çıkmadan dönüyor tekneler. Endişeye gerek yok. Bir de denizden bakmalı İskenderun'a. Merkezden sürekli bir bilgi akışı var en sevdiğim kadına. Tam da buralı, zevk sahibi, gurme bir arkadaştan. Petek Pastanesi mutlak zaten. Notumuz. Eski pastaneler bizim işimiz. Daha içinde Baylan geçen İstanbul yazısını yazmamış olsam da... 


Şiddetle tavsiye edilen bir humusçu var, aynı kaynaktan. Milor'un önerdiği Halepli İbrahim Usta ilk otelimizin neredeyse dibi. Hep sonraya bırakmışız. Nasip? Parkın içinden geçip palmiye ağaçlı bulvardan karşıya geçiyoruz. Önerilen humusçuyu bulacağız.


Her iki yanı yeme içme mekanları ile dolu sokak sevimli. Dönerci sayısı güzel. Lezzetli döner nerede bir fikrimiz yok. Merak da etmiyoruz açıkçası. Antakya'da bakmışız tadına. Bir telefon bağlantısı daha gerek, burada yok aranan. Bir üstte, barlar sokağının devamındaymış. Buluyoruz... ve o an bayılıyoruz.


Humusçuya, yandaki butik otele ve tabi ki Nevizade'ye. Manolya Humus Evi, namı diğer Humusçu Behzat. Hanımefendi zarif. Sunum kesinlikle şahane. Zeytinyağı zaten âlâ. Humusa ise söylenecek söz yok. İlk lokmada, hatta seyrederken daha, anlatıyor zaten hikâyesini. Menü zengin. Nelisi yok ki humusun. Yumurtalısını görünce ödeme yaparken, aklım kalmadı değil. Üzerine konulmuş omlet formunda ama daha kızarmış yumurta, kışkırtıcı kesinlikle.


İstihbarat Petek Pastanesinin belediye karşısındaki yerine gitmemizin altını ısrarla çiziyor. Biz de orada kararlıyız. Bir başka şubesi olduğu konusunda bir bilgimiz de yoktu açıkçası. Öneri kaymaklı künefe ve kabak tatlısı.


Dışı çekiyor zaten. Tarih de cabası. Bayağı yoğun. Kalabalık bir garson kadrosu var; temiz ve şıklar. Masalar, bankolar ve vitrinler eski zaman gibi. Kadim çalışanlar var, gençler zenginlik katıyorlar. Künefe söylüyoruz önce, sonra da kabak tatlısı. Üzerinde kaymakla geliyor künefe. Daha kızarmış, belli ki ısıtılıp getiriliyor bir de. Kadayıf muamelesi bile yapabilirim kendisine. Sevene güzel.


Eğer tatmasaydık Çınaraltı'nda, farklı kelimeler dökülebilirdi klavyeden. Kabak tatlısı çıtır çıtır, muhtemel ki buzdolabından geldi, yanında tahinle. Yine sevene... Biz o gariban mahalledeki gariban pastaneden aldığımızı daha yakın buluyoruz kendimize. Bu da klas eyvallah. Alışmış damak meselesi. Efsane bir kabak tatlısını yaklaşık 15 gün sonra efsane bir mekânda, diğer efsane yiyeceklerle birlikte tadacağımızı ise henüz bilmiyoruz.

Vuruyoruz kafamıza uyan bir caddeden yukarı. PAC'a gidiyoruz, dönme zamanı. Denizi olan şehirlerde yön bulmak kolay.


Fantastik bir bina, kendi kendine yıkılsın uyanıklığına terk edilememiştir inşallah. Savaş coğrafyalarını çağrıştırıyor nedense. Daha çok da Beyrut'u. Alttaki bina sahile doğru geldiğimiz işlek caddede, kurtarılmış, restore ediliyor. Ne güzel.


İkiz kuleleri denizden de görmüştük. Buradan daha güzel. Bir AVM var birinin altında. İçindeki binaların yıkıldığı bir arsanın önündeyiz. Fotoğraf oradan. Palmiyeler korunmuş. Ne kadarı ama? Bir okul varmış aslında burada, sanırım lise. Kim bilir mezunları nasıl üzülmüştür bu hale. Korunsa iyi olmaz mıydı? Sadece binalar yıkılmıyor ki; anılar, sesler, şehrin izleri, hikâyeler ve tarih de yıkılıyor, hafıza siliniyor. Üstelik estetikten yoksun, ruhsuz, geçmişi olmayan, hikâyesiz, size bir şey anlatmayan, ruh yoksunu yeni binalar için.


Ahhhh şu köpek ne tatlı, belli ki yeni doğmuş, neredeyse avuç içlik. Bir küçük, tatlı mı tatlı kız çocuğu ile oynaşta. Fotoğraf yok. Var ama yok! Çünkü o şirin köpek, bir pet-shop'un önünde ve bir kafesin içinde. Özgür çocukla oynaşıyor.

Ve duraktayız. PAC çok geçmeden geliyor. Güneş henüz batmadı. Belen'den geçiyoruz. Vakit yetermiş aslında. Önce Belen'e gelip, o küçük vadiye bakan restoranda "Belen tava Belen'de yenir," diyerek, bir öğle keyfi yapılabilirmiş. Sonra da, muhtemeldir ki Belen İskenderun arası çalışan minibüslere binip İskenderun'a gidilebilirmiş. PAC'lar da altı dakikada bir sonuçta.

Akşam yemeği için Konak var niyetimizde, sadece merak. Rezervasyon yapmadık ama! Üstelik cumartesi akşamı. Gittik. An itibari ile içerisi boş. Akşam rakısı niyetimiz. Yol yorgunluğunu alsın diye. Tüm masalar rezerve imiş. O hengameyi de sevmeyiz zaten. İyi akşamlar.

O zaman Hatay'da en sevdiğimiz mekâna, Salah Usta'ya. Gelsin klasiklerle hazırlanmış Hatay meze tabağı. Bi 35'lik rakı ve peynir.  

"Ezine mi Antakya peyniri mi?"

Tabii ki Antakya. Onun bir süre suda beklemesi gerekiyormuş. Bekleriz. Buz standart zaten. Kovasında. Pideler sıcacık. O halde yarasın.


Peynirin fotoğrafını çekmeyi unutuyoruz. Neredeyse bitiyordu. Öyle bir keyif ki, "Rakı akşamı ben buna derim," tadında. Lezzetli, rakıya da pek yakışıyor. En çok burayı özleyeceğiz. Hani sırf burada bir akşamı parlatmak için binip uçağa gelebiliriz. Ama dışarıda oturulacak bir mevsim olmalı. İçerisi de güzel aslında, kadim bir meyhane tadı var. Dört kişilik bir kadro ile hizmet veriyor mekân. Onu sıcak ve içe sokulası kılan ögelerden biri de bu belki. Dört güzel insan. Ablaya sinirli hal bile yakışıyor. Sevdik kendisini. 


Salah Usta kebap ehli. Söyleyelim o zaman veda gecesi ana yemeğini.  Kıyma kebabı ve Şiş. Hımmmmmm âlâ. Her şey yerli yerinde; közde kızarmış biber, közde kızarmış domates ve lezzetlendirilmiş soğanlar...  Etin yağı ile buluşmuş incecik lavaşlar... Küçük küçük, lokmalık dürümler yaparak tadını çıkarıyoruz bir kez daha.


"Ellerine sağlık Salah Usta."

"Neredeyse tüm anlı şanlı mekânlarını gördük Hatay'ın, ama en çok burayı sevdik. Finali de burada yapalım istedik."  

"Teşekkür ederiz."

"Hep böyle kalın."

"Görüşmek üzere..."

Otele doğru yürüyoruz.  Eski otelimiz The Liwan Hotel'in önünden geçerken Sangria Tapas Barına göz atıp, tatlı yokuştan direk Kurtuluş Caddesine çıkıyoruz. Az kaldı duşa atmaya kendimizi. Tam da caddeye iki bina kalmışken; bir odadan çıkıp, bir koridoru boydan boya geçip, açık kapıdan sokağa yayılan sihirli müziğin kokusu ele geçiriyor bizi. Kitlendik.  Bütün karar ve komuta mekanizmalarımız müziğin elinde. İçerdeyiz şimdi.

"Müzik çağırdı geldik."  .

Tebessüm.

"Hoş geldiniz." 

İlk şaşkınlık.

Biz genç bir ses sanmıştık. Çok eğlenceli ama. Karşı masada bir arkadaş grubu.  Güzel çocuklar. Arkadaşlarının doğum günü. Abiyle laf alışverişleri çok tatlı. Hani müzik kulağı ile bakınca her şey yerli yerinde mi? Açık söylemek gerekirse değil. Ama bu abi orada olmalı ya!. Özel bir karakter, çok tatlı ve nahif. Hele kendine özgü esprileri yok mu? Köpüğü bol, sütlü ve şekerli kahve tadında kesinlikle



Menü güzel. Mekân da... Ama bizde bişi yiyecek hal yok. An tam anlamıyla plansız bir ara sıcak.
 
"İki orta şekerli kahve, iki hindistan cevizli gazoz lütfen."

"Fincanda mı istersiniz süvari bardakta mı?"

"Süvari bardakta lütfen."




Burası aynı zamanda bir sanat merkezi. En acar muhabirimiz iş başında. Bense az önce yanıma gelen çocuklardan birinin babası ile sohbet halindeyim. Bu arada abi beni çok sevdi. Bunu herkese de beyan etti.

 "Kalsaydınız bir gün daha,"  

"Harbiye Kebabı yedirmek isterdim size."


Umutsuzlukları var abinin. "45 bin lira," diyor kira. Bana göre normal, bizim şehirden bakınca. Otomatik algı işte. O an bazı yerlerde kiraların yıllık konuşulduğu geliyor aklıma. Soruyorum.  Öyleymiş.

"O zaman bu rakam bişi değil, bizim orada bu konum ve bu hacim yerin neredeyse aylık kirası bu."

Sonra onu rahatlatacak pek çok şey daha konuşuyoruz ticaret üzerine. Çocuklarla da.

Duvardaki Kaplumbağa Terbiyecisi çok güzel. Dersiniz Osman Hamdi'nin elinden. Oysa son derece başarılı bir reprodüksiyon. İstediğiniz resmi ücreti karşılığı yapıyorlar.

Kozmik Sanat Cafe ile Hatay'a  veda.  Home made gazozlar şahaneydi.

Artık yatma zamanı. Sabah erken kalkılacak. Uçuş 6.20'de. 4.30'da durakta olmamız gerek.

Uyandırma notu verildi.


Dönerken Antake

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP